Monday, October 13, 2008

Karayılan, şiddeti sınırsız kullanmayı doğru bulmuyoruz

karayilan Karayılan: Süreç orta yoğunluklu savunmaya gidiyor

E. ERGİN-GÜLİSTAN TARA-ANFANF

Uluslar arası komplo 10. yılına girdi. Komplonun geldiği aşamayı ve bunun karşısında Kürt özgürlük hareketinin ulaştığı düzeyi nasıl değerlendiriyorsunuz?
Kürt halkı, Ortadoğu’da yaşayan en temel halklardan birisidir. Ama buna rağmen I. Dünya Savaşı ardından dünyaya biçim veren en temel uluslar arası platform durumundaki Lozan platformu Kürt halkını ve onun ülkesi olan Kürdistan’ı yok saymıştır. Bu şu demektir; Kürdistan üzerindeki sömürgecilik uluslar arası bir sömürgeciliktir. Yani Kürdistan üzerindeki inkâr sistemi bölgesel bir politikadır ama aynı zamanda uluslar arası bir politikadır. Kürdistan üzerindeki sömürgecilik uluslar arası sistemin ön gördüğü ve kabul ettiği bir uygulamadır. Bunun için Kürt sorunuyla her zaman sadece egemen olan devletler değil, uluslar arası güçler de alakalı olmuşlardır.
1 HAZİRAN HAMLESİ BOŞA ÇIKARDI
Kürdistan'da yeni bir çizgi olarak gelişen Reber Apo önderliğindeki hareketimizin çizgisi uluslar arası güçler tarafından stratejik çıkarları açısından tehlikeli görülmüştür. Önder Apo’nun geliştirdiği çizgi özgür Kürt çizgisidir. Öz gücüne dayanan, kendi kendini var eden, kendi yağında kavrulan, düşüncesini, sistemini, her şeyini oluşturarak, bağımsız bir çizgiyi esas alan özgür Kürt tutumu biçiminde gelişim göstermiştir. Kürdistan üzerindeki egemen devletlerle beraber uluslar arası güçler de bundan ürkmüşlerdir. Böyle bir çizginin Kürdistan'da gelişmesini tehlikeli görmüşlerdir. Onun için hareketimize karşı 1980’lerden itibaren uluslar arası güçlerin de bir biçimde çeşitli karşıt girişimleri olmuştur. 1987’deki Almanya’nın yönelimleri -o zaman gelişen bir takım uygulamalar, yargılamalar biliniyor- daha sonra bu 92’de uluslar arası bir konsept çerçevesinde daha kapsamlı bir hal almıştır. Bu süreç 9 Ekim 1998 yılında direkt hareketin önderliğine yönelim biçiminde yeni bir aşamaya ulaştırılmıştır. Bilindiği gibi bu yönelim çok planlı ve örgütlü bir biçimde Önderliğin Suriye’den çıkarılması, ardından tutuklama kararı çerçevesinde bir plan olarak uygulanmış ve nitekim 15 Şubat 99’da Önderliğin esaretiyle önemli bir aşamaya ulaşmıştır. Fakat komplonun amacı sadece Önderliği esir alma değil, Önderliği esir alıp, Önderliğin çizgisini tasfiye etmekti. Bu çizgisi ekseninde örgütlenmiş olan partimizi ve hareketimizi tümden bu çizgiden kopartmak, başkalaşıma uğratmak ve etkisiz kılmaktı. Bu amaçla Önderliğin esaretinden sonra çok yönlü iç ve dış saldırılar gerçekleşmiştir. Her şeyden önce ciddi bir ideolojik saldırı ve propaganda furyası başlatılmıştır. Yine uluslar arası düzeyde bir diplomatik kuşatma geliştirilmiş, hareketimiz silahlı mücadeleyi bırakmış olmasına rağmen 2002 yılında AB tarafından terör listesine alınmış, dıştan kuşatma, ideolojik bombardıman altında tutarak, hareketi daraltmanın yanı sıra içten de bir takım değer yargılardan kopmuş tipleri bularak, bunlar eliyle bir karşı faaliyeti başlatma suretiyle hareketimiz tümden tasfiye edilmek istenmiştir. Ancak buna karşı Önderliğimizin dahiyane diyebileceğimiz düzeydeki müdahalesi, ideolojik planda kendini yenilemesi, yeni bir paradigmayla sürece cevap vermesiyle yine bu temelde hareketimizin geliştirdiği 1 Haziran hamlesi ardından gelişen mücadele süreci uluslar arası komployu boşa almış ve sonuçsuz bırakmıştır.
Bu uzun bir süreci kapsayan ve çeşitli aşamalardan geçerek, günümüze gelen bir mücadeledir. On yılı kapsayan bir mücadele sürecidir. Başta “Güneşimizi Karartamazsınız” sloganıyla cezaevlerinde, gerilla ve yurtsever halkımız içerisinde gelişen fedailik ve kendini yakma eylemleriyle beraber başlayan bu süreç, en son Bezele eylemiyle çok önemli ve yeni bir aşamaya gelip dayanmıştır.
Önderliğin geliştirdiği yeni paradigma, yine İmralı’da sergilediği demokratik çözüm çizgisindeki ısrarlı direnişi, ilkeli duruşu, gerillanın destanlar yaratan kahramanlık direnişi, yurtsever halkımızın Önderlik çizgisini sahiplenmesi onun etrafında kenetlenmesi, bu hareketin içinde çalışan tüm yurtsever, devrimci yoldaşların çalışması ve çabası sonucu uluslar arası komplo sonuçsuz bırakılmış ve mücadelemiz yeni bir düzeye gelip dayanmıştır.
KOMPLO DEVAM ETTİRİLMEK İSTENİYOR

-Uluslar arası komplo bugün ne durumdadır, hangi boyutlarda devam ettiriliyor. Hala sürdürülmek istendiğini söyleyebilir misiniz?
Uluslar arası komplo kuşkusuz devam ettirilmek istenmektedir. Özellikle uygulanan bütün iç-dış saldırı yöntemlerine, ideolojik, psikolojik, örgütsel, askeri akla gelecek bütün yöntemlere rağmen halen inkâr ve imha politikasında ısrar eden, şiddet politikasını tek bir çözüm biçimi olarak gören Türk devletinin dayatmaları sonucu günümüzde de uluslar arası komplo çizgisi sürdürülmek istenmektedir. Özellikle başta ABD olmak üzere uluslar arası komplo sürecine katılan diğer tüm güçlerin bu süreci günümüze kadar bir biçimde bazen aktif bazen daha pasif sürdürmesi, desteklemesi Türk devletinin bu şiddet politikasındaki ısrarlı zihniyetini hep beslemiştir. Eğer uluslar arası güçlerin bu biçimdeki politikaları olmasaydı belki Türk devleti günümüzde daha akılcı bir siyasete yönelebilirdi. Yani yıllar yılı şiddet politikası uygulanılmaktadır. Cumhuriyetin kuruluşundan iki yıl sonra başlayan yani 1925’te başlayan bu siyaset anlayışının gelinen noktada sonuçsuz kaldığı, Kürt halkını asimile edemediği, Kürt halkını teslim alamadığı ve sonuç alamadığı bütün boyutlarıyla açık ortadadır. Buna rağmen bunda ısrar etmek akıl karı değildir. Hiçbir akıllı devlet adamı böyle bir şey yapmaz. Türk devletinin günümüzde artık akıl dışılığı açıkça ortaya çıkmış olan bu inkâr ve imha siyasetini devam ettirmesinin temel nedeni dar ulusalcı, devletçi, Kürt halkını kendi uluslaşmasının malzemesi olarak gören “burası benimdir ve bunlar da benim uluslaşmamın bir malzemesidir” biçimindeki sakat anlayışı yanında esas olarak dıştaki bu destekleyici tutumdur. Bize göre komplo Kürt halkının kendi Önderliği etrafında kenetlenerek, gerçekleştirdiği bu on yıllık direniş mücadelesi ile sonuçsuz bırakılmıştır. Bundan sonra sürdürülmesinin de sonuçsuz olacağı ortaya çıkmıştır. Ama bugün tekrar aynen 9 Ekim komplosu gibi bir süreç dayatılmak istenilmektedir. Daha önce Suriye’ye dayatılan tehditler, baskılar ve şantaj şimdi Irak’a, Kürt yerel hükümetine dayatılmaktadır. Yani sürekli sorunun kaynağını dışarıda görme ve şiddete bu kadar sarılmanın bir sonucu olarak şuraya, buraya dayatmalarda bulunulmakta, bu biçimde sonuç alınmak istenilmektedir. Oysa bu yöntemlerle sonuç alınamayacağı ortaya çıkmıştır. Sorun bir toplumsal sorundur. Kökleri tarihin derinliklerinde bulunan bir sorundur. Bu sorunu çözmeden istediğin kadar şuraya buraya saldır, istediğin kadar çeşitli ulusal-uluslar arası konseptler oluştur, sorun çözülmedikçe bu halk, bu toplum direnecektir. Teslim alınamayacağını da yakın geçmişteki pratik ortaya koymuştur.
PKK’NİN 10. KONGRESİYLE KOMPLOYA CEVAP VERİLDİ
Biz artık komplonun 10. yılını bitirip, 11. yılına girdiğimiz bu aşamada gerçekleştirdiğimiz PKK 10. kongresiyle komploya cevap vermiş bulunuyoruz. Biz komplonun tüm etkilerini ortadan kaldıran ve Önderliğin özgürlüğü temelinde Kürt sorununu çözüme taşıyan yeni bir süreci başlatmış bulunuyoruz. Bu aynı zamanda uluslar arası komplonun reddi ve sonuçsuzluğunun sonucu olarak gerçekleşen bir platform ve bir kararlaşma düzeyidir. 10. kongre öyle birkaç yüz kişinin bir araya gelip kararlar aldığı bir toplantı değildir. 10. kongrenin kararlaşması uluslar arası komploya karşı sürdürülen on yıllık direniş mücadelesi temelinde ulaşılan bir zirvedir, bir düzeydir ve bir toplumsal kararlaşmanın ifadesidir. Kürt halkı kararını vermiştir. Hiçbir dayatmayı kabul etmeyecek, boyun eğmeyecek, Önderliğinden vazgeçmeyecektir. Önderliğiyle birlikte çözüm için mücadele kararlılığını ortaya koymuş bulunmaktadır. Yani hareketimizin komplonun 11. yılında ulaştığı düzey budur.
Bizde böyle bir gelişme düzeyi söz konusu. Bizde yaşanan toparlanma, güçlenme ve artık Kürt sorununu çözüm sürecine taşıma ve bu temelde çözme mücadelesini, kararlılığını, gücünü ortaya koyma durumuna karşılık; Türk devletinde eskiye dönme, tekrardan OHAL gelsin, gözaltı süreci uzatılsın, sınır ötesi operasyon yapalım gibi geriye dönüşü ifade eden, şiddet sarmalına sarılan politikalar öne çıkmaktadır ki bu sadece acizlik ve çözümsüzlüktür. Kör şiddette ısrar etmenin sonucu tıkanmadır. Bunun başka hiçbir ifadesi yoktur ve Türk devletinin bu biçimde sonuç alması da mümkün değildir.
PKK TOPLUMSALLAŞTI, KÜLTÜRE DÖNÜŞTÜ
-Bezele eylemi ve sınır ötesi operasyon için tezkere kararı ardından Kürt sorunu ve hareketiniz gündeme oturmuş durumda. Bu çerçevede hareket olarak yaşanan gelişmeleri nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bezele (Aktütün) eylemiyle Amed şehir merkezinde gerçekleşen eylemin doğru okunmasında büyük fayda vardır. Bu her iki eylem de aslında uluslararası komplonun 10. yılında komplonun sonuçsuzluğunun bir tür ilanı gibidir. “Komplo sonuç vermemiştir, komployu devam ettirmenin de hiçbir anlamı yoktur” mesajıdır. Kürt sorunu şiddetle bastırılamaz. Kürt sorunu Önderliği esir alınarak, şiddeti harekete ve topluma dayatarak çözülemez, Kürt Özgürlük Hareketi bu tür politikalarla tasfiye edilemez. Bu hareket artık Kürt toplumunda toplumsallaşmış ve kültüre dönüşmüş bir harekettir. Tasfiye edilmesi ve aşılmasının mümkünatı yoktur. Türkiye’nin en temel sorunu durumundaki Kürt sorununu daha doğru, gerçekçi politikalarla ele almak ve çözmek gereklidir, mesajı verilmiştir. Bu eylemde sergilenen fedai ruh sonuç alıcı vuruş tarzı bakımından önemli bir düzeyin ortaya konulmasında kendini feda ederek kahramanlaşan dokuz değerli şehidimizi bu vesileyle bir kez daha anıyorum ve anılarının mücadelenin yükseltilmesiyle yaşatılacağını vurgulamak istiyorum.
‘ŞİDDETİ SINIRSIZ KULLANMAYI DOĞRU BULMUYORUZ’
Türkiye’nin başta Taha Akyol olmak üzere belli başlı köşe yazarlarının birçoğu “PKK artık eylem yapamıyor, uzaktan kumandalarla eylem yapıyor, risk göze alamıyor, taciz türü eylemler yapıyor, bunun dışında gücü yoktur” gibisinden birçok değerlendirme ve yazılar yazdılar. Ben zaman zaman bu tür değerlendirmelere yanıt vermiştim. ‘Bunlar savaşı daha fazla tahrik etme istencidir. Bu doğru değildir, biz kontrollü bir savaş yürütüyoruz, her yerde şiddet uygulamak istemiyoruz’ diye cevap vermiştim. Gerçekleşen bu eylemler söylediklerimin doğruluğunu ve bu yazar-çizerlerin yine emekli olmuş generallerin bu tür değerlendirmelerinin yanlışlığını ortaya koymuştur. Yani PKK çizgisindeki kararlılık ruhu ve direnişçilik yine yaşadığı gelişme ve tecrübe düzeyi her türlü eylemi yapabilecek potansiyeli taşımaktadır.
HAREKETE GEÇMEYEN ÖLÜMSÜZLER TABURUMUZ VAR
İntihar eylemi yapmak için başvuran binlerce kadrosu bulunan bir hareket için “ancak taciz eylemlerini yapabiliyorlar, riski göze almıyor, riskli eylemlerden kaçıyorlar” diyorlar. Hayret ediyoruz, bu kadar saçmalık olamaz! Daha bizim harekete geçmeyen Ölümsüzler Taburumuz var. Onlar henüz harekete geçirilmemişlerdir. Yani bu hareketin ve bu halkın eğer şiddet denilirse, kendini şiddet yöntemiyle savunma gücü çok daha fazladır. Bunu herkesin bilmesi lazım. Ama biz sınırsız kullanmayı ve her yerde her zaman şiddeti dayatmayı doğru bulmuyoruz. Biz şiddetin sadece ve sadece meşru savunma anlayışı çerçevesinde kullanılmasını doğru buluyoruz. Gerekmedikçe şiddetin dozajını arttırmamak gerekiyor. Ancak kendisini dayatan bu tür anlayışlar, yani hareketin savunma çizgisinde yürüttüğü savunma savaşını farklı yorumlara tabi tutan ve bu temelde de giderek inkarcı anlayışı besleyen bir takım teorisyen kesilen kesimler olsun, yine yalancı pehlivan pozisyonundaki bir takım böyle geçmişiyle övünmek isteyen emekli general vb. çevreler olsun, bütün bunların tahrikleri, bunların inkâr siyasetini farklı açılardan beslemeleri sonucu Türk devletindeki bu inkâr ve imha siyaseti kendisini daha fazla dayatır bir hale gelmiştir.
PROFESYONELLEŞEN MODERN GERİLLA

-Bunun karşısında eskisinden daha farklı, daha etkili bir gerilla duruşu ve eylemliliği görülüyor. Bunu nasıl izah ediyorsunuz?

Kürt halkının meşru savunması nitelik kazanmıştır. Gerilla kuşkusuz eskisi gibi değildir. 25 yıllık tecrübesi var. Bir insanın düzeyi ne kadar gelişebiliyorsa onu geliştirmeye çalışıyor. Devletin yüksek tekniğine karşı gerilla da insan tekniğini insan iradesini alabildiğine yoğunlaştırıyor ve bir de elden geldiğince elindeki tekniği daha iyi kullanmaya çalışıyor. Onun için gerillada bir niteliksel gelişme durumu vardır. Gerillada profesyonel asker düzeyi gelişmekte biz buna modern gerilla diyoruz. Artık klasik gerilla yöntemleriyle mücadele eden bir gerilladan değil, çağın gelişen teknolojisine uygun hareket tarzı, vuruş düzeyi ve kararlaşma kapasitesi olan bir gerilladan bahsediyoruz. Yüksek manevra kabiliyeti bulunan, teknolojiyi boşa çıkarabilecek, beyin ve yüreği birleştiren, oldukça zeki ve sonuna kadar kararlı bir gerilla düzeyine ulaşma durumu söz konusu. Bu bir niteliktir, bir kalitedir. Bunun için gerilla savunma mücadelesinde bugün yeni bir aşamaya doğru gidiyor. Geçen yıl değerli büyük komutan Adil Amed yoldaşın öncülüğünde gelişen Gabar eylemselliği aslında Kürt özgürlük mücadelesinin temel savunma gücü olan gerillada yeni bir aşamanın işaretidir. Buna biz “Orta Yoğunluklu Savunma” diyoruz. Orta yoğunluklu bir savunma sürecine doğru bir gidişat vardır. Tabi siyasal gelişmelerle bu biçimleniyor. Demin belirttiğim gibi Türk devletinin yönelimleri gerillada da böyle bir nitelik ve kalite yükselişinin gelişmesini getiriyor. Onun sonucu olarak eylemler daha nitelikli pratikleşmektedir. Esas ifadesi budur.
BİR BÜTÜN OLARAN NİTELİKSEL GELİŞME YAŞANDI
Türk devletinin şiddette ısrarı ve imha siyaseti karşısında biz de hareket olarak kendi direnişimizi daha güçlü kılmak durumundayız. Sen saldırır, hiçe sayarsan elbette ki karşındaki güç de kendisini biraz daha sıkı ele almak durumundadır. Dolayısıyla bu eylemler Kürt halkının ulusal demokratik direnişinin daha da gelişebileceğini, nitelik ve düzey kazandığını, fedai bir ruha ulaştığını ve eylemsel niteliğini arttıracak kapasitede olduğunu göstermiştir. Kaldı ki bu sadece bir eylemle gösterilmiş bir şey değildir. Esas olarak 2007 yılı Gabar eylemiyle başlayan bu süreç, Oramar, daha sonra Zap direnişiyle ve irili-ufaklı çeşitli eylemlerle kendisini ortaya koymuştur. Her şeyden önce Erzincan’daki eylem, Dersim’deki eylemler, Erzurum eyaletine bağlı Bingöl’deki eylemler ve yine Karadeniz, Akdeniz, Serhat’taki gerilla hareketliliği, Botan-Zağros eylemselliği bir bütün olarak şimdi gerillanın göstermiş olduğu performans ciddi bir ilerlemedir. Giderek daha farklı bir düzeyi zorlama anlamına gelmektedir. Bu yine de kontrollü ve planlıdır.
Komplonun başarısızlığını ortaya koyan ve Kürt sorununda barışçıl-demokratik yöntemler dışında hiçbir yöntemin sonuç almayacağını çarpıcı bir biçimde ortaya seren eylemlerdir. Kürt halkı “Êdi Bese” hamlesi çerçevesinde geçen yıldan bu yana başlattığı savunma savaşı ve yine siyasal, demokratik eylemsel duruşuyla bir bütün olarak ele alındığında mücadelesinin Êdi Bese hamlesi çerçevesinde nitelik kazandığı çok nettir. Hem serhildan hareketinde hem savunma duruşunda giderek niteliksel bir yükselişi sağladığı açıktır. Bunun kuşkusuz örgütsel yapının nitelik kazanması, sağlamlaşması, kendi örgütsel sorunlarını daha köklü çözümlemesiyle yakından bağlantısı vardır. Yani zayıf bir örgüt, zayıf bir yapılanma böyle bir niteliksel düzeyi pratikleştiremez. Bu nedenle o tür yakıştırmalar yanlıştır, doğru değildir. Aslında mücadelede bir bütünen niteliksel bir gelişme söz konusudur. Bunun anlamı da şudur; yani inkâr ve imha siyasetiyle sonuç alınamaz, bu sorunun çözümü için siyasal, demokratik yöntemler tek çözüm yoludur. Bunun mesajı verilmiştir.

-Türk ordusunun artan operasyonlarına karşı gerillanın eylemlilikleri de arttı. Oramar, son Bezele baskını ve Diyarbakır eylemleri Türkiye’de adeta bir şok etkisi yarattı. “Kırılma noktasına gelindi” sözüne karşılık durumun hiç de böyle gelişmediğini görüyoruz. Bunu nasıl izah ediyorsunuz?

Son eylemlerin şok etkisi yaratması Türkiye’deki liderlerin üslubu ve tutumundan kaynaklanıyor. Basın-yayının gerçekleri yansıtmayan politikasından ileri geliyor. “Kırılma” tespiti yanlış bir tespittir, bir saçmalıktır. Türkiye’nin siyasi ve askeri liderleri sürekli psikolojik savaş üslubu kullanıyorlar. Psikolojik savaş üslubu demek aslında yalan söylemek yani gerçeklerin üstünü örtmek demektir. Karşı tarafı küçümsemek, onu kötülemek, kendini de abartmak demektir. Psikolojik savaş propagandası budur. Topluma gerçekleri söylemesi gereken liderler, gerçekleri söylemesi gereken basın-yayın organları sürekli psikolojik savaş üslubunu kullandı mı yalancı oluyorlar. Şimdi gerçekler halka söylenmediğinde, halktan gizlendiğinde gerçeklerin dışa vurumu yaşandığı zaman bir şok yaşanıyor, bir tepki yaşanıyor. Bezele eylemi öyle şok yaratacak bir eylem değildir. Onun öncesinde Oramar eylemi vardır, yine Gabar eylemi vardır. Aynı düzeyde başarılı eylemlerdir. Daha öncesi de vardır. Niye şok olunuyor? Çünkü toplum farklı bilgilendirilmiş, gerçekler yansıtılmamış, gizlenilmiştir. “Kırılma noktasına gelindi” deniliyor.
NE BAŞARISI, GENERALLERİN DÖNEMİNDE GERİLLA BÜYÜDÜ
Şimdi işin gerçeğinin böyle olmadığını İlker Başbuğ paşa çok iyi biliyor. “Kırılma noktası” değil, PKK’nin yeniden güçlenme ve toparlanma noktası gelişmiştir. Bu kadar ters bir tespit yapılıp, topluma yaydırırsan, sonra da gerçekle karşılaşırsan toplumda bir şok havası gelişir. İşin esası budur. Bu yalana dayalı psikolojik savaş üslubunu bırakıp, gerçeklere dönmek gerekiyor. İşin gerçeği açık açık tartışılırsa bir çözümü de gelişir. Daha akılcı politikalar da böylece gündeme gelebilir ve pratikleşebilir.  Kendine göre kurgular kuracaksın, sürekli bir hayal dünyasında yüzeceksin, buna göre toplumu yönlendireceksin ve sürekli bununla yaşamayı esas alacaksın. Bu ne biçim bir yaşamdır? Emekli bir generaldir, kendisi yirmi yıl savaşmış, sonuç almamış. Onun bulunduğu dönemde gerilla Kürdistan'da yüz, yüz elli kişiymiş, şimdi on bine çıkmış, onun sorumluluğunda bu büyüme yaşanmış, kalkıp başarıdan söz ediyor. Ne başarısı? Eğer Türkiye Cumhuriyeti yasalarına göre gidilirse senin durumun yargılamalıktır. Senin denetiminde bu büyüme olmuştur. Gerçekleri biraz itiraf edersen, ne olacak? Hayır, o ayranı kabarık, sürekli “Biz yenilmez bir gücüz, aşılmaz gücüz, şöyle-böyle yapmışız” diyor. Sen yapmış olabilirsin ama sonucu nedir? Sonuçta eğer PKK hareketi bir avuç insandan bugün milyonlara ulaşmışsa bu senin hiçbir sonuç elde edemediğini, başarısız olduğunu, yanlış olduğunu ve yolunun doğru bir yol olmadığını ortaya koyar. Bunda ısrarın ne anlamı vardır? Toplumu kandırmanın, yanlış yönlendirmenin ne anlamı vardır? Güneş balçıkla sıvanamaz. Kimse gerçekleri örtemez. PKK hareketi de genelde Kürt toplumu da bugün mücadele tarihinin en güçlü dönemindedir. Bunu hiç kimse gizleyemez.
İKİLİK YAŞAYAN ÖRGÜT GÜN ORTASINDA TABUR BASABİLİR Mİ?
Bizim öyle kendimizi abartma, çok beğenme gibi bir durumumuz yoktur. Biz çok çok güçlendik demiyoruz. Bizim çok yetersizliklerimiz de vardır. PKK kongresi oldu. Biz kongrede özeleştirilerimizi verdik. Çok önemli yetersizliklerimiz var. Kendi ideolojimizin, felsefemizin gereklerini henüz tümüyle yerine getirecek bir düzeye gelemedik. Önder Apo’nun felsefesine denk bir derinleşme ve ona denk bir yoldaşlık düzeyine ulaşmada yetersizliklerimiz vardır. Ama onların söylediği gibi kırılma noktasına gelme, ikililik yaşama gibi bir durum söz konusu değildir. PKK’de fedailik vardır. En üstten, en alta kadar herkes bu mücadelenin bir neferidir ve bir fedai gibi bu hareketin yüce amaçlarının hayata geçmesi için kendisini katmak durumundadır. Herkes şimdi bunu daha ileri bir düzeye çıkarma çabası içindedir. İşin gerçeği budur. Şimdi bu gerçek üstü örtülerek, kırılma yaşanıyor deniliyor, örgüt içerisinde ikililik var ve örgüt zayıflamış, sempatizanlarına moral vermek için bu eylemleri yapıyor” deniliyor. İnsaf! Bir ikililiği yaşayan, tereddüdü yaşayan bir güç gündüz gözüyle kalabalık bir grupla bir taburu hem de fedai bir biçimde basabilir mi? Göğsünü tanka, topa gere gere hedefin üzerine gidebilir mi? Kim canını yerde bulmuş? Gidin, şehit düşen o insanların hayat hikayelerini okuyun, hepsi aydınlanmış nitelikli insanlardır. Yani güçlü bir moral, güçlü bir inanç ve kararlılık olmadan böyle bir eylem olabilir mi, mümkün müdür? Şimdi gerçekleri çarpıtmamak gerekiyor.
‘GERÇEKLERİ TOPLUMLA PAYLAŞMANIN ZAMANI GELMİŞTİR’
“Sorun dışarıdan kaynaklıdır” diyorlar. Ama Erzincan, Bingöl’deki eylemler de var. Bingöl’deki karakol baskınını yansıtmadılar, “Yoldan geçen devriye arabası taranmış ve iki kişi ölmüş” diye basına verdiler. Halbuki Tezvan eylemi Bezele eylemi gibi bir karakol baskınıdır, hatta ondan daha keskindir. Bu eylemde 30 civarında asker ölmüş ve bir skorsky helikopteri düşürülmüştür. Neden bunu basına vermediler? Çünkü onu verseler izah edemezlerdi, açıkları ortaya çıkacaktı onun için toplumdan gizlediler. Ama Bezele eylemini veriyorlar. “Sınıra dört km. yakındır, hepsi güneyden gelmiş” diye verdiler. Bunu gerekçe yaparak, kendi şiddet politikalarına zemin oluşturmak istiyorlar. Ama açıklarını bu tür yöntemlerle kapatamazlar. Bu dönem artık geçti, gerçeklerin toplumla paylaşılma zamanı gelmiştir. Bu sanırım onlar için bir gurur meselesi de olmuş. Biz de fazla zorlamak istemiyoruz, hatta bazen şunu da söylüyoruz, tamam siz yiğitsiniz, başarılısınız, kahramansınız ama lütfen bu toplumsal olayı da görün. Bilin ki siz bir toplumu silah dipçiğiyle yola getiremezsiniz. Bunu da görün. Ciddi bir gurur meselesi yapma durumu da var. Her yeni gelen genelkurmay bir tasarıyla ortaya çıkıyor. Yeni projeler çiziyor. Şöyle-böyle sonuca gideceğiz, diyor. Ama hangisi bir sonuç elde etti? Artık derler ya külahı önüne koyup, düşünmek gerekiyor, bence Türkiye için söylenecek olan şey budur. Biz bu konuda oldukça mütevazi yaklaşıyoruz. Çözüme dönük çabalar olursa biz buna en makul ölçülerle yaklaşırız ama gerçeklerin örtülmesine, durumların farklı gösterilmesine karşı da gereken tutumu alırız.
Bugün yine daha fazla şiddet dayatılmak istenmekte, daha fazla saldırı dalgası geliştirilmek istenmekte, bunda kimsenin kazanacağı yoktur ama biz elde ettiğimiz mevcut tecrübe düzeyi, mevcut birikimimizle kendimizi savunacak güçte olduğumuzu, bize dönük geliştirilecek saldırıları boşa çıkaracak yetenekte olduğumuzu da herkese göstereceğiz.
KERKÜK’Ü KÜRTLERDEN AYIRMAK İSTİYORLAR
-Diyarbakır’da polis aracına yönelik gerçekleşen eylem de değişik boyutlarıyla tartışılıyor. Siz nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu eylemle adeta “Sorunu öyle Irak’ta veya başka yerde aramayın sorun burada Amedin merkezindedir” denilmiştir. Bu açıdan bu eyleminde bu anlamıyla siyasi bir mesaj içerme durumu söz konusudur. Aslında iki eylem birbirini tamamlamıştır. Doğru değerlendirilirse daha doğru sonuçlara gitmek mümkün olacaktır. Biz bu çerçevede şunu söylüyoruz, yaşanan son gelişmeler de bir kez daha şunu ortaya koymuştur; Kürt halkı bu dönemde mutlaka bir stratejiye sahip olmalı dayanışma içinde olmalı ki kendisi üzerindeki oyunları boşa çıkarabilsin, bölgedeki diğer halklar gibi bir irade olabilsin. Kürt halkının iradesi var mı yok mu, iradesi tanınacak mı tanınmayacak mı konusu bizim için çok önemlidir. Görüyoruz, karşıt devletler iradesizleştirmeyi esas alıyorlar. Bunun için Kerkük’ü Kürtlerden ayırmak istiyorlar. Çünkü Kerkük’ün maddi zenginliği irade olmada doping etkisi yapabilir, onun için karşıdırlar. Biz de buna karşı toplumumuzun bir irade olmasını tabiî ki savunacağız. Bu ulusal bir tutumdur ve her yurtsever Kürdistanlının da bunu böyle ele alması gerekir diye düşünüyoruz. Bu temelde biz tüm yurtsever demokratik çevrelere tabi çağrı yapıyoruz. Çağrımız ulusal bir strateji oluşturalım, ulusak birlik tutum ve davranışını bu önemli dönemde daha fazla geliştirelim. Düşmanın politikalarına yem olmayalım, alet olmayalım, zemin sunmayalım. Temel çağrımız budur.    Devamı yarın…(Kurdistan-post.org)

Demirel'e mektup

yasarkaya Yaşar Kaya KURDISTAN-POST.COM
Tarih: 13 Ekim 2008 Pazartesi

Başbakan’a Açık Mektup

Not; Özgür Gündem’in ilk şehidi Hafız Akdemir’in olaylı bir şekilde Diyarbakır mezarlığından çıkarılıp Lice’ye defnedilmesinden sonra Süleyman Demirel’e yazılan mektuptur hafizakdemirgs4[1]

Sayın Başbakan, size bu mektubu yazmaya mecburum. Çünkü tarih belgedir., belge olmadan tarih olmaz. Özgür Gündem’in Diyarbakır muhabiri Hafız Akdemir, evinden gazete bürosuna giderken, kafasına sıkılan bir kurşunla şehit edildi. Hafız Akdemir’in kafasına sıkılan kurşun, Özgür Gündem’in beynine sıkılmıştır. Ben ve gazete yönetimi bunun farkındayız. Sonra sizin inkar ettiğiniz gibi değil, gerçekten cenaze polis ve Özel Tim tarafından kaçırılarak zorla gömüldü. Ailesi ve gazetemiz yönetimi savcılığa başvurarak cenazemizin istediğimiz yere gömülebilmesi için şu anda beklemekteyiz.

Size bu mektubu yazmaya mecburum. Çünkü tarih belgedir., belge olmadan tarih olmaz. Özgür Gündem’in Diyarbakır muhabiri Hafız Akdemir, evinden gazete bürosuna giderken, kafasına sıkılan bir kurşunla şehit edildi. Hafız Akdemir’in kafasına sıkılan kurşun, Özgür Gündem’in beynine sıkılmıştır. Ben ve gazete yönetimi bunun farkındayız. Sonra sizin inkar ettiğiniz gibi değil, gerçekten cenaze polis ve Özel Tim tarafından kaçırılarak zorla gömüldü. Ailesi ve gazetemiz yönetimi savcılığa başvurarak cenazemizin istediğimiz yere gömülebilmesi için şu anda beklemekteyiz.

Devlet bu katili en kısa sürede bulmak zorundadır. Yoksa geriye iki şık kalmaktadır. Ya bu cinayeti devlet işlemiş, örtbas etmek istemekte veyahut bir katili bulmakta aciz içinde kalmaktadır. Her iki halde de, devletin varlığı ve can güvenliğini sağlamada çoktan şüpheli bir hale düşmüş bulunmaktadır. Bunun başka izah tarzı yoktur.

Gazete sahibi olarak bana ne zaman ateş edileceğini merakla beklemekteyim. Ölümden korkmuyorum ve bunu bilmenizi istiyorum. Ama 15 yaşındaki çocuklarımızın ‘’Baba, sen niçin silah almıyorsun, bir gün sana da ateş edecekler’’ Sözlerimi söyleme noktasına sizin hükümetiniz döneminde geldik. Bu gerçekten acıdır. Ben, bütün olaylar sizin döneminizde başladı demiyorum. Kürt realitesini Kürdistan’da ilan eden Koalisyon Hükümeti, bu realitenin altını-üstünü ne ile doldurdu? Yoksa kan, barut ve insanları tek tek Kontrgerilla ve Hizbullah eliyle öldürmeyi kafi mi gördünüz ? Realite bumu dur ? Uluslaşma potansiyeli artan Kürtler, kendi siyasi kimlik ve kültürel haklarını talep etmekte ve bunun mücadelesini vermektedirler. Bir kısmı da bunun için silahlı mücadele vermektedir. Hükümetiniz bu mücadeleyi yapan PKK ile adı konmamış pis bir savaş yürütmektedir. Bu biliniyor Ama hükümetiniz Kürt halkının kimlik mücadelesini demokratik platformlarda yapan Halkın Emek Partisi’ne de düşmandır. HEP seçime sokulmadı, tabiri caiz ise kafası kesilmek istendi. Yaşadığımız genel seçim sürecinden sorma Sn. Turgut Özal ‘’HEP’’i seçime sokmamak yanlıştır dedi. Bence de öyle… Onlar da mı illegal ve silahlı? Onu da geçelim. Hükümetiniz Kürt aydınlarına, Kürt Enstitüsü’ne, Kürt kültürü’ne ve Kürt basınına düşman, onlar da mı silahlı ve illegal?

Sayın Demirel, Cumhuriyetin kuruluşundan bugüne kadar hangi iktidar, Kürtlere insan hakkını, kültürel kimlik hakkını verdi? İnkar, asimilasyon ve ölümden başka.

Bölge Valisi’nden gazetemiz çalışanları, bölge bürolarımız ve tüm personelimiz için ruhsatlı silahtan tutun, dünyada geçerli olan bütün koruma tedbirlerini istedim. Bir muharibimizin burnu kanasa, kendilerinin sorumlu olacağını söyledim. Bu, meşru hakkımızı sonuna kadar kullanmak için de, bize saldırırlarsa Birleşmiş Milletler koruması isteyeceğim. O da olmazsa herkes kendisini koruyabildiği kadar koruyacaktır.

Vedat Aydın’ın öldürülmesi ve cenaze töreninde devlet güçlerinin ateş etmesi sonucunda onlarca kişi öldü, ama güvenlik güçlerinin hiçbir tanesinin elinde, küçük bir çizik bile olmadı. Kimin kime saldırdığı açıkça belli ve sonra HEP’liler öldürülmeye devam etti, halen de ediyor. Özgür Gündem’in bu şekilde hedef alınması sadece tüyle ürperticidir, düşünmek bile istemiyorum.

Sizden Adalet dilemiyorum. Adil bir Hükümet olmadığınızı biliyorum. Daha fazla kan dökülmesini arzu etmiyorum. Kürt ve Türk halkının kardeşliği temelinde, eşitliği temelinde yapılması gereken diyalog çağrıları cevapsız kalırsa bu kan gölünde çoğumuz boğulacağız. Halbuki, kardeş Kürt ve Türk halkının bu sonu belli olmayan kavgayı değil, eşit ve insanca, beraberce mutlu yaşamayı hak ettiğine inanıyorum. Bunlar samimi düşüncelerimdir, size saygılarımı iletiyorum Sayın Başbakan.

Yaşar Kaya
yasar.kaya@hotmail.de

PKK'nin silah bırakması

PKK’nın silah bırakması “kimsenin yenemediği” anlamına gelir

Ruşen Çakır-Vatan

“İlk olarak PKK kayıtsız şartsız silah bırakmalı” önermesine, örgüte yakın çevreler dışında pek kimsenin itirazı yokmuş gibi görünüyor. Ancak daha derinlere indiğimizde, bazılarının bu yaklaşımı önemsemediğini bazılarının “tabii silah bıraksın ama...” diye başlayan cümleler kurduklarını kimilerinin de böyle bir ihtimalden ciddi olarak ürktüğünü görüyoruz.

Önce sonunculardan başlayalım: Kim PKK’nın silah bırakmasını, niçin istemez?

1) Bu çatışmadan istifade edip sahici bir çözüm istemeyenler.

2) PKK’nın kendi rızasıyla silah bırakmasını, devletin, buradan hareketle de Türkiye’nin mağlubiyeti olarak görenler.

3) Böyle bir adım sonrasında ne tür gelişmeler yaşanacağını kestiremeyip korkanlar.

Birinci gruptakiler için söylenecek fazla bir şey yok. Yıllardır birbirimizi tanıyoruz. Bizler samimi olarak çözüm için uğraştıkça, onlar da, değişik kılıklar altında, değişik bahanelerle bizleri engellemeye çalıştılar, çalışacaklar.

İkinci gruptakilereyse söylenecek iki şey var:

1) Bunca yıldır yaşananlar ve son günlerdeki saldırılar, askeri yöntemlerle PKK’nın tasfiye edilemeyeceğini bize gösterdi. Diyelim ki PKK, şu ya da bu şekilde tarih sahnesinden silindi, onun küllerinden yepyeni, kimbilir daha etkili örgüt(ler) çıkmayacağının garantisi yok. Zira PKK çok güçlü bir toplumsal zemin üzerinden varlık gösteriyor.

2) PKK’nın silah bırakması bir tarafın yenildiğinden çok “kimsenin yenemediği” anlamına gelir ve bu ülke insanlarının daha fazla birbirlerini tüketmemesine imkan sağlayabileceği için bunu teşvik etmek gerekir.

Sonuncu gruptakilere gelince: “Diyelim ki PKK silah bıraktı. Ya sonra?” sorusu tabii ki meşru ve anlamlı bir sorudur. Bunun ardından yaşanabilecek en kötü gelişme, gerek devletin, gerekse kamuoyunun, PKK’nın bu adımını “yenilginin kabulü” olarak görüp, hiçbir şey değişmemiş gibi, eski usül, yöntem, politika ve düzenlemelerle yola devam etmeleridir. Böylesi bir durumda Kürt kökenli yurttaşların bu ülke ve topluma aidiyet duygularının iyice zayıflayıp ülke hızla bir iç savaşa sürüklenebilir. Ne var ki, dün de PKK yanlılarının itirazlarını cevaplandırmaya çalışırken belirttiğim gibi, Türkiye birçok açıdan olumlu anlamda epey değişti, hatta yer yer dönüştü. PKK’nın silah bırakmasını Kürtlerin taleplerini bastıma fırsatı olarak değerlendirmek isteyeceklerin azınlıkta kalacaklarını ve etkilerini yitireceklerini düşünüyorum.

Sorunları ayrıştırmak

Geriye PKK ve Kürt sorunlarını, ayrıştırmak gerektiği tespitinden hareket edip, “önce Kürt sorununu çözelim, PKK da buna bağlı olarak kendi kendine tasfiye olur” diye düşünenler kalıyor. PKK’nın “Kürt sorunu”nun doğrudan ürünü olduğunu isabetli bir şekilde tespit edenler, nedense PKK’nın zamanla, bu sorununun kaderini etkileyebilecek, hatta belirleyebilecek bir konuma ulaşmış olduğunu görmüyor veya görmek istemiyorlar. Kürt sorunu ile PKK arasındaki bu “tavuk-yumurta” ilişkisini kısa yoldan çözme iddiasındaki bu kişilerin PKK’ya gösterdikleri ilginin kat kat fazlasını Irak Kürtlerine gösteriyor olmalarında kafa karıştıran çok şey var.

Özetle, “Türkiye AB yolunda Kürt sorununu çözmeye yönelik adımlar atar, gerekli kültürel ve siyasi reformları gerçekleştirir, bölgeye ekonomik yatırımlar yapar ve Irak Kürtleriyle iyi ilişkiler geliştirirse” şeklinde basitleştirdiğim ve epey taraftarı bulunan formül, sırf PKK’yı ciddi bir aktör olarak işin içine katmadığı için bile, bana gerçekçi, uygulabilir ve sonuç alıcı gözükmüyor. Kuşkusuz bu formül, Washington’ın da devreye girmesiyle yürürlüğe sokulmak istenebilir. Ancak bugüne kadar edindiğimiz deneyimler ışığında, PKK’nın, kendisinin dışarda bırakılmak istenmesine karşı çok sert cevaplar geliştireceğini düşünebiliriz.


İşkencecilere sıfır tolerans

Engİn Ceber’in İstanbul İstinye Karakolu’nda polis, Metris Cezaevi’nde jandarma ve infaz memurlarının dayak ve işkencesi sonucu öldüğü yolunda çok güçlü kanıtlar ve tanık ifadeleri var. “İşkenceye sıfır tolerans” iddiasındaki hükümettense ses yok. Varsa da o kadar cılız ki duyulmuyor.

İşkencenin en ağır insanlık suçu, işkencecilerin de en aşağılık kişiler olduğuna bizzat tanıklık etmiş biri olarak, Cumhurbaşkanı Gül, Başbakan Erdoğan, Başbakan Yardımcısı Çiçek, İçişleri Bakanı Atalay ve Adalet Bakanı Şahin’i, görevlerini yapmaya, bizleri daha fazla utandırmamaya davet ediyorum. İşkence iddialarının üzerine gitmenin değil, tam tersine gitmemenin terörle mücadeleye gölge düşürdüğünü biliyor olmalılar.

Engin Ceber’i Ferhat uğurladı

engin ceber ferhat gercek Taraf Metris Cezaevi’nde dövülerek komaya sokulan ve kaldırıldığı hastanede yaşamını yitiren 29 yaşındaki Engin Ceber, beş bine yakın kişinin katıldığı Ümraniye 1 Mayıs Mahallesi’ndeki cenaze töreninin ardından Kocatepe Mezarlığı’nda toprağa verildi. Ceber’in cenaze törenine polis tarafından vurularak felç olan Ferhat Gerçek de katıldı.

 

ANNESİ AĞITLAR YAKTI • Ümraniye’de Mustafa Kemal Mahallesi’ndeki cemevine getirilen cenazeye binlerce kişi katıldı. Burada yapılan törenin ardından kalabalık “Engin Ceber ölümsüzdür”, “İnsanlık onuru işkenceyi yenecek” sloganları atarak Kocatepe Mezarlığı’na yürüdü. Cenazeyle birlikte ağıtlar yakarak yürüyen anne Kamile Tekin’in ayakta durmakta zorlandığı gözlendi. Baba Ali Tekin ise “365 gün konuşsam hiçbir şey değişmeyecek. Oğlumu katlettiler... Kendilerini benim yerime koysunlar” diye konuştu. Baba ve annenin soyadını sonradan değiştirdiği öğrenildi.

YOĞUN ÖNLEM ALINDI • Uzun cadde üzerinde kırmızı bayraklarla cenazeyi taşıyan kitle daha sonra otobüslerle Kocatepe Mezarlığına gitti. Çok sayıda polisin nöbet tuttuğu mezarlıkta kitle yine sloganlar eşliğinde yürüdü.
“Bize ölüm yok!” sloganıyla, karanfillerle kaplı tabut mezara indirilirken konuşan TAYAD’lı Ahmet Kulaksız, hapishanelerde işkencenin alabildiğin yoğunlaştığını belirterek, “Faşizm ne kadar ısrar ederse biz de şehitlerimize o kadar sahip çıkmakta ısrar edeceğiz. Bu ah kıyamete kalmayacak” dedi.

SAVCIYA TEPKİ • Taraf’a açıklama yapan Ceber’in avukatlarından Naciye Demir, soruşturmayı yürüten savcının tarafsız davranmayacağını kaydederek, soruşturmanın başka bir savcı tarafından yürütülmesini istediklerini belirtti. Cezaevindeki sorumluların açığa alınmadan koğuştaki tanıkların dinlenmesine de değinen Demir, “Döven gardiyanlar, müdürler oradayken sağlıklı bir tanık dinleme olacağını düşünmüyoruz. Onların da can güvenliğinden endişeliyiz” dedi. Demir, Ceber’in ailesiyle birlikte bugün Sultanahmet Adliyesi’nde suç duyurusunda bulunacaklarını açıkladı.

FERHAT GERÇEK DE KATILDI • Engin Ceber’in cenazesine, daha önce polis tarafından silahla vurularak tekerlekli sandalyeye mahkûm edilen Ferhat Gerçek de katıldı. Ceber’in kendisi için yaptığı eylemde tutuklanarak öldürülmesinin acı olduğunu belirten Gerçek,  polislerin ise hala görevde olduğuna dikkat çekti.

FIRAT SÖZ VERDİ: PEŞİNİ BIRAKMAYACAĞIZ • AKP Genel Başkan Yardımcısı Dengir Mir Mehmet Fırat, Metris Cezaevi’nde gördüğü işkence sonucu hayatını kaybeden Engin Ceber olayının takipçisi olacaklarını belirterek, “Sorumlular tespit edilince hak ettikleri cezaya çarptrılacaklardır” dedi.
Adıyaman’da AKP Kahta İlçe Kongresi’ne katılan Dengir Mir Mehmet Fırat, Engin Ceber olayının peşini bırakmayacaklarını söyledi. Fırat, “AKP olarak bu olayı şiddet ve nefretle kınıyoruz. Bu olayın takipçisiyiz. Hükümetimiz bu konuda çok duyarlıdır. Olayın aydınlatılması için müfettiş görevlendirilmiştir. İşkence yapanlar asla müsamaha görmeyecektir. Sorumlular tespit edilince hak ettikleri cezaya çarptırılacaktır. AKP sözde değil özde işkence olayına karşıdır. Bir hukukçu milletvekili olarak bu konunun takipçisi olacağımı Kahta halkı huzurunda söz veriyorum” dedi.

Kürtler AKP'ye güle güle diyecek

tarhan erdemÜst üste iki seçimde de en doğru tahmini o yaptı. Tarhan Erdem Tempo dergisinin son sayısında yerel seçimlere yönelik önemli açıklamalarda bulundu.

 

22 Temmuz seçiminin Adalet ve Kalkınma Partisi’nden (AKP) başka bir galibi daha vardı Tarhan Erdem. Seçimden önce Erdem’in şirketi Konda’nın araştırmasında ‘AKP'nin gümbür gümbür’ geleceği ortaya koyulunca itiraz edenler oldu. Ancak sonuç şöyleydi: “Hepimiz uzaylıyız.” Yüzde 47 ile iktidara oturan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, “Hedefimiz yerel seçimler” dedi. Üzerinden 14 ay geçti. Partiler yerel seçim hazırlıklarını harlı bir ateşe aldı. Cumhuriyet Halk Partisi’nin (CHP) eski genel sekreteri, araştırmacı ve Radikal gazetesi köşe yazarı Tarhan Erdem ile siyasi müneccimlik yapmadan, geçmişteki araştırmaları kulağa küpe yaparak, yerel seçimin karnesini konuştuk.

vatan

UFUKTA AKP VAR AMA..

Türkiye geneline AKP hâkim. Ama AKP’nin genel seçimlerde Güneydoğu ve Doğu Anadolu’da aldığı oy düşecek. 22 Temmuz’daki tablo bozulacak. DTP’nin Güneydoğu’daki oylarında bariz bir çoğalma olacak. Bu yerel seçim öngörüsü Tarhan Erdem’e ait. Erdem, “Yerel seçimlerde Kürtlerin kulakları, Başbakan’ın söyleyeceklerine eskisi kadar açık olmayacak” diyor

Yerel seçimlerde, seçmenin oy inisiyatifini en çok ne belirler?

Adayın partisinin yanında iki önemli etken vardır. Biri, belediye başkanı adayının kişiliği, deneyimi yani niteliği yanlış aday seçimi, partisinin oyunu etkiler. İkinci etken, belediye seçimlerinde iktidar partisinin sahip olduğu avantajdır. Özellikle küçük yerlerde halk genellikle, “İktidarın adayını seçelim” der.

O halde bu mantıkla, yerel seçimlerde ufukta AKP mi var yine?

14 ay önce yüzde 47 ile iktidara gelmiş bir partinin, yerel seçimlerde yüzde 50’nin üzerinde oy alması sürpriz sayılmamalı. Dolayısıyla 29 Mart akşamı, sayısı 2 bin 400 civarında olan belediye başkanlığının önemli kısmını AKP’li adayların kazanmasına hazırlıklı olmalıyız. Fakat burada önemli bir ‘ama’ var.

AKP'NİN GÜNEYDOĞU'DA OYU DÜŞECEK

Nedir o?

AKP’nin genel seçimlerde Güneydoğu ve Doğu Anadolu’da aldığı oy düşecek. Yani 22 Temmuz’daki tablo bozulacak. Demokratik Toplum Partisi’nin (DTP), yani bağımsızların Güneydoğu’daki oylarında bariz bir çoğalma olacak. Kürtler açısından mesele net: AKP, bölgede 22 Temmuz’da aldığı oranlardan düşük oranda oy almalıdır. Tabii DTP’nin Anayasa Mahkemesi’nce kapatılması bu beklentiyi değiştirebilir.

Şimdi, “Tarhan Erdem, bu kez de Kürtler için mi araştırma yapmış?” diyenler olacak.
Bu tahmini bir araştırmaya dayanarak söylemiyorum. Siyasi müneccimlik de yapmıyorum. Ancak görünen köy, kılavuz da istemiyor. Bölgeye gidip havayı kokladığınız zaman bunu anlıyorsunuz.

KÜRTLER AKP'YE GÜLE GÜLE DİYECEK

22 Temmuz’da Erdoğan’a evlerini açan Kürtler, neden AKP’ye, “Güle güle” diyecek?

Kürtler, 22 Temmuz’da Erdoğan’a tam olarak, “Haydi gel, evimize gir” demedi. Olan şuydu: Baraj nedeniyle, DTP parti olarak seçime girmedi, bağımsız adaylarla Meclis’e girmeyi denedi. Yalnız bağımsızların nereden kaç milletvekili kazanacağını hesaplayarak aday göstermenin riski vardı bu teknik nedenle, bağımsızlar dışındaki partiler için kendiliğinden yer ayrılmış oldu. Bu teknik durumla, Başbakan’ın çıkışlarının Kürtler üzerinde yarattığı olumlu hava birleşti. Kürtler, ‘bir şey’lerin değişeceğini umutla beklediler. “Bu adamı deneyelim. Biraz daha sabredelim” dediler ve Erdoğan’a oy verdiler. AKP ne yaptı? Sadece Nâzım Ekren’i gönderdi bölgeye doğru bir adımdı, ama yeterli değildi. Söylemekten dilimizde tüy biten işler yine yapılmadı.

Şu nakarat mı? “İdari reform, ekonomik iyileşme ve eğitim.”
Nakarat değil, şarkının aslı.

Kürt sorununun geldiği nokta, yerel seçimlerde ortaya çıkar mı?

Kürt sorunu, TBMM’nin meselesidir. Benim Kürt sorunu ya da “Kapana sıkışanlar” dediğim konu, Türkler ile birlikte Türkiye’de yaşamak isteyen insanların meselesidir. Konu şudur: Ben federasyon veya başka şeyler isteyenlerle meşgul değilim. Birlikte yaşamaya kararlı olan, birlikte yaşamaya kararlı olduğumuz insanları düşünmeliyiz. Eğer bu sorunu çözmezsek, bizimle birlikte yaşamak isteyenlerin sayısını azaltırız, yıllardan beri yaptığımız budur. Gelelim sorunuza, Doğu’da ve Güneydoğu’da DTP veya bağımsızların, AKP’yi 22 Temmuz performansının altına çekebilmesi ile ortaya çıkan resim şu olacak: Kürtler AKP’ye, “DTP’nin kapatılmasına iktidar partisi olarak hiçbir şey söylemediniz, ama kendinizle ilgili olduğunda dünyayı yerinden kaldırdınız. Sen, kendine demokratsın, benim partimin hakkını niye savunmadın?” diyecektir.

AKP BAYDEMİR'LE BİLE DİYARBAKIR'I ALAMAZ

Bir varsayım: Osman Baydemir, AKP’nin adayı olsa?

Seçimi kazanamaz. Çünkü orada sadece Baydemir’in kişiliğine oy verilmiyor açıkça “Ben Kürt’üm” diyen siyaseti taşıyan insana oy veriliyor. Bakınız, Cumhuriyet tarihinde TBMM’de aslen Kürt olan milletvekili sayısı genelde halk içindeki Kürt oranından daha fazla olmuştur. Ama bu, Kürtlerin temsil edildiği manasına gelmez.

Ne anlama gelir?

Her kapı açıktır, ama “Ben Kürt’üm” diye siyaset yapanlara değildir.

Ama tam burada hatırlatmak gerek: Erdoğan da Kürtlerin kalplerinin kapısını, “Ben de sizdenim” diyerek aralamıştı.
Evet. Kürtler de Erdoğan’a o nedenle oy verdi. Ama Kürt seçmenin kulaklarının şimdi, Erdoğan’ın söyleyeceklerine eskisi kadar açık olduğunu sanmıyorum.

Sayın Başbakan şimdi size, “Daha ortada seçim sonucu yok. Doğmamış çocuğa don biçiyorlar” derse?
Başbakan özgürlükleri Almanya’da başka, Türkiye’de başka tanımlayacak değil ya! Erdoğan’ın Almanya’da yaşayan Türkler için istediklerini, Türkiye’deki Kürtlere vermediği için oyu düşecek. Fakat şu da var: Eğer bölgedeki belediye başkanı ve belediye meclisi adaylarını ‘doğru’ seçerse, AKP’nin Doğu ve Güneydoğu’daki oy oranının en azından trajik bir biçimde düşmesini önleyebilir.

DİNİN ETKİSİ AZALACAK

Doğu bölgelerinde dini refleksleri ‘daha hızlı’ adaylar, AKP için ‘doğru’ olur mu?
Kürtlerin arasında Şafi ve Aleviler de var. O nedenle AKP, Kürtlerin kapısını çalarken, mezhebe değinmeden, “Hepimiz Müslüman’ız, ayrımız gayrımız yok” diyerek politika geliştiriyor. Oysa ben, önümüzdeki yerel seçimlerde bu politikanın fazla etkin olmasını beklemiyorum. DTP ‘yanlış isimleri’ aday gösterir, AKP ‘doğru Kürt’ adaylar çıkarırsa, o etkili olabilir.

İZMİR YİNE CHP

Yerel seçimlerden bahsediyoruz. Milliyetçi Halk Partisi’nin (MHP) ya da CHP’nin adını anmadık daha. MHP ve CHP görünmez mi olacak?
Bu konuları konuşurken, bütün ülkede geçen seçimlerden sonra belirgin biçimde artan kutuplaşmanın etkilerini göz ardı etmemeliyiz. Örneğin İzmir bunun bariz biçimde görüldüğü yerlerden biridir. CHP’li başkanın başarısı, kutuplaşmanın desteğiyle birleşerek, İzmir’de CHP’yi açık ara kazandıracaktır. Eğer CHP çok büyük bir hata yapmazsa, İzmir’i alır, AKP’nin İzmir’i alma ihtimali çok az.

TOPBAŞ YENİLMEZ

İsterseniz spekülasyon yapalım MHP, az farkı kapatıp iktidardan Osmaniye Belediye Başkanlığı’nı alabilir mi? Bilmiyorum. Mustafa Sarıgül, Demokratik Sol Parti’den (DSP) aday olursa, Şişli’de kalır. Kadir Topbaş’ın yenilmesi çok zor! Bunların dışındakiler gözü kara kumarcılık olur. Ancak Doğu ve Güneydoğu dışında, 29 Mart akşamı, son günlerde “AKP’nin oyu çok düşecek” diyenler korkarım üzüleceklerdir. AKP, son aylarda yaptığından çok daha fazla hata yaparsa başka tabii. Unutmayalım, daha altı ay var, seçmenimizin eğilimleri lider hatalarının da yardımıyla, önümüzdeki altı ayda değişebilir. (vatan)

Taha Akyol’un; Babasının Bahçesi....

battalaziz Yüz yılımızın başında, ne Taha Akyol’un babasının; ne de dedesinin; bir evi vardı Anadolu’da... Onlar; 1890’lı yıllarda, Dağıstan’dan geldiler.. Osmanlılar tarafından Yozgat’a yerleştirildiler... Dağdan gelenlerin, bağdakileri kovaladığı; Anadolu’da yaşayan kadim milletlerin; soykırıma uğratıldığı dönemlerdi....Yozgat’ta kırıma uğratılan, kovalanarak yerlerinden edilen, Ermenilerden, birinin evine yerleştirildiler, Taha Akyol’un baba ve dedeleri...
Taha Akyol’da etrafı çitlerle çevrilmiş, bahçeli bir Ermeni evinde doğmuştu ve her Yozgatlı gibi kırım ve katliam hikayeleri dinleyerek büyümüştü... Belki de bu yüzden; tarihin en kanlı ve en soysuz katliamını yapmakla tanınan Hitler’e; sempati duymakla başlamıştı kariyerine.....taha akyol
Hitler'in; Kavgam adlı eserini okuduktan sonra, ‘’davadan döneni vurun’’ diyebilecek kadar vahşileşen; Alparslan Türkeş’in dizlerinin dibinde yerini aldı... Daha sonra; CKMP nin gençlik örgütünü kurdu.. Ondan sonraki hayatını, Türk ırkçılığının fedaisi olarak geçirdi...
Türkiye’de 1980 öncesi kardeşin kardeşi vurduğu, sağ-sol çatışmasının yaratılmasında tezgahtarlık görevini üstlendi... 1978 yılında Maraş’ta; 115 mazlum Alevi Kürdün katledilmesinde, siyasal mühendis Taha Akyol’dur...
Taha Akyol; Türkiye’de ırkçı ve şiddet kültürünün yayılmasında en büyük payı olanlardan biridir... Genel Başkan Yardımcısı olduğu MHP’nin, karıştığı cinayetlerin sayısını, Türkiye’de yaşıyan her insan, çok iyi bilir... Halklar ve mezhepler arasında nifak yaratan bu adamın güttüğü siyaset, Alevi Kürtlerinin; Maraş’ta ve Çorum’da evlerini, tarlalarını bırakarak, Avrupa ülkelerine ve Anadolu’nun değişik bölgelerine kaçmasıyla sonuçlanmıştır...
Şiddet ve katliam kültürünü kendisine marifet eden, güçlü-ırkçı kuvvetlere işgal ve talan yolu göstererek yaşamını sürdüren Taha Akyol’un; son dönemdeki yazıları izlendiği zaman, yaşamı boyunca sürdürdüğü ve başkalarına acı, ölüm getiren düşüncelerinden vazgeçmediği görülür...
Dün; Maraş ve Çorumlu Alevi Kürtleri, katletirerek; evlerinin, topraklarının işgal edilmesini işaret eden Taha Akyol, bu gün işi daha ilerleterek, başka ülkelerin topraklarının işgal edilmesini istiyor..
Geçen seneden beri; Milliyet Gazetesi'ndeki köşesinde, babasının bahçesine çit çeker gibi; 'Irak sınırı'nın yeniden çizilmesini öneriyor... Bu konuda ‘’Bu sınır savunulamaz’’ ve ‘’Irak sınırını yeniden düzeltmek’’ başlığıyla iki yazı yazmış, Türk ırkçılığını daha da azgınlaştırarak, Kürdistan’a saldırtmaya çalışmıştı...
Ikçı –şöven çevreler tarafından, riskli ve fazla ciddiye alınmamış olacak ki ;9-Ekim-2008’tarihli Milliyet gazetesinde ’’Yeni vizyon” başlıklı yazısında; ’’Dağlardan, derin vadilerden geçen sınırı korumanın fevkalade zor olmasından... Umuluyor ki, hiç olmazsa Kuzey Irak'ta 20 km kadar içeriye girerek düzlük arazide bir güvenlik şeridi oluşturulsun’’...diyerek, kışkırtıcılığını tekrarladı, Kürdistan’ı ve Kürt halkını yeniden hedef gösterdi…
Yukarıda sıraladığım, Maraş ve Çorum olaylarından hareket edersek ; güçlü ve ırkçı kuvvetleri; mazlum halklara saldırtan insanların, başarılı olabilecekleri sonucuna varabiliriz...
Belki de Taha Akyol; 1970-1980 li yıllardaki kışkırtmalarından aldığı sonuçlardan ötürü; Kürdistan sınırında, 20 km lik bir tampon bölge oluşturma ısrarını sürdürüyor...
Ya da; Kürtleri zayıf ve savunmasız gördüğü için; kirli ellerini Kürtlerin toprağına uzatıyor..
Çağımızda sınırları değiştirmenin; Taha Akyol’un babasının bahçesine çit çekmek kadar kolay olmadığını belirtmek gerekir.. Hele Kürtler söz konusu olduğunda bu sorunun daha da zorlaşacağını belirterek, böyle düşünen insanlara; ‘’keşîş herdem kadê naxwe !’’ diye, bir Kürt atasözünü hatırlatmak isterim...
Bu Kürt atasözünün türkçe anlamı; ‘’papaz her zaman pilav yemez!’’dir.. Taha Akyol....
Eğer bunun doğruluğuna inanmıyorsan, o zaman dünyanın tarihine bak; tarihin sayfaları, sırtını ırkçı ordulara dayayarak, barış içinde yaşamak isteyen milletlerin katline davetiye çıkartan, kışkırtıcı-provakatörlerin; hüsranlarıyla ilgili, örneklerle doludur...11-Ekim-2008 Battal Aziz - Rizgari

Xaneqin savaşa giden yol üzerinde

Amal Jayasinghe-Xaneqin/ Irak'ın doğusundaki Diyala eyaletinin Kürd kenti Xaneqin'de yerel yetkililer, savaşa giden yol üzerindeler ve merkezi iktidarın Kürdistan'a bağlanmalarını kabul etmemesi halinde şiddet olaylarının patlak vereceği uyarısında bulunuyorlar. Irak Cumhurbaşkanı Celal Talabani'nin Kürdistan Yurtseverler Birliği partisinin (KYB) siyasi büro üyesi Mala Bahtiyar, AFP'ye yaptığı açıklamada, "Hükümete mesajımız açık. Anayasa'yı uygulamak ve yerel bir -kendi kaderini kendi belirleme- referandum yapılmasına izin vermek. Şayet hükümet bir şey yapmazsa, siyasi karışıklık ve şiddet olayları yaşanacaktır" dedi.

Bağdat'taki merkezi hükümetle her türlü bağın kesilmesi çağrısında bulunan ve Xanekin'in özerk Kürdistan bölgesine katılmasını isteyen Kürd lider, Xanekin 'in tarihi Kürdistan'ın parçasıolduğunu ifade etti.

Mala Bahtiyar'a göre, peşmergeler Xanekin'de mükemmel şekilde güvenliği sağlıyorlar. Iraklı güçler ve onların Amerikalı müttefikleri Diyala'nın geri kalan kısmında mevcut.

Bahtiyar şöyle konuşuyor: "Burada El Kaide savaşçıları yok, şiddet de yok. O halde neden Iraklı birlikler olsun? Merkezi hükümet bizden bırakıp gitmemizi istemek yerine bize teşekkür etmelidir."

2006 yılında Xanekin Belediye Konseyi, bölgenin Kürdistan'a katılmasını istemişti. Ağustos 2008'de Irak ordusu kamu binalarından Peşmergelerin ayrılmasını talep etti. Bu ültimatom, savaşçılarının bir adım bile kıpırdamadığı Kürdlerin öfkesine neden oldu ve bir kriz patlak verdi.

O tarihten bu yana KYB ile merkezi hükümet arasında görüşmeler yapılıyor.Ancak KYB'nin yerel yöneticisine göre hiçbir ilerleme olmadı.Aynı yetkili, soruna tek bir çözüm görüyor, o da Kürdistan'a katılmak.

Anlaşmazlığın kökeninde Xanekin'in petrol rezervleri meselesi yatıyor. Kentin Kürd Belediye Başkanı Muhammed Mala Hasan, "Biz bir petrol denizinin üzerinde oturuyoruz, ancak bunu işletmeye başlamak için para olmadığından bundan hiçbir fayda sağlayamıyoruz" diyor.

Hasan'a göre, krizin barışçı yollardan tek çözümü ve petrolü işletmeye başlamanın tek yolu bir referandum düzenlemek. *AFP/26/09/2008 Hazırlayan: Kaya Vural

Bağdat-Erbil

erdal_safakErdal Şafak*/Türkiye bugüne kadar bürokratların temaslarıyla sınırlandırdığı Mesud  Barzani yönetimiyle ilişkilerini üst düzeye çıkarmaya, bu kapsamda Kuzey Irak Başbakanı Necirvan Barzani ile doğrudan görüşmeye karar verdi. Bu, PKK ile mücadelede Kuzey Irak'ın sorunun bir parçası yerine çözümün bir parçası yapılması anlamına geliyor. Ankara'nın yeni stratejisinin Barzani için müthiş bir şans olacağı kesin. Ancak bu politika değişikliğinin Bağdat'taki Nuri El Maliki hükümetini öfkelendirmesi riski bulunuyor.Dün yazımızda özetle bu görüşleri dile getirdik. Bugün Ankara'nın neden Maliki'nin şimşeklerini üstüne çekmesi tehlikesi bulunduğu sorusuna yanıt arayalım.Bağdat-Erbil

Bağdat ile Erbil arasındaki ilişkiler ABD'nin Irak'ı işgal ettiği 2003 Mart'ından bu yana en kötü döneminden geçiyor. Barzani'nin yaklaşık 5 yıl boyunca, Kuzey'i "Irak'ın en istikrarlı bölgesi", Kürtler'i de "ABD'nin Irak'taki en güvenilir müttefiki" gösteren klişelerden aldığı cesaretle devlet içinde devlet, hatta neredeyse "de facto" bağımsız devlet olarak hareket etmesi, sonunda Maliki'nin sabrını taşırdı. Ve Bağdat, Kuzey'e karşı dişlerini göstermeye başladı:

- Kürtler'in en önemli kozları, Şiiler ile Sünniler arasındaki derin görüş ayrılıkları, ihtilaflar, hatta husumetlerdi. Bunları Şiiler'in kendilerini vazgeçilemez müttefik olarak kabullenmeleri için başarıyla kullanıyorlardı. Ancak Şiiler'in İran yanlısı hizipleri (Mukteda El Sadr grubu gibi) tasfiye etmeleri, Sünniler'in de Saddam'ın yasını bitirip siyasi rollerini üstlenmeye karar vermeleri dengeleri değiştirdi: 100 bin kadar Sünni "Sahva" (Uyanış) milisi Irak ordusu saflarına katıldı. Celal Talabani'den sonra Irak Cumhurbaşkanlığı'na bir Sünni'nin getirilmesi olasılığı Bağdat'ta giderek daha çok taraftar bulmaya başladı.

- Irak bölgesel seçim yasası, Kürtler'in ihtiraslarına gem vuracak biçimde kabul edildi: Kerkük'te seçim ertelenecek. Yani statüko korunacak. Barzani'nin tüm baskılarına rağmen Talabani yasayı onaylamak zorunda kaldı.

- Irak'ın -Şii-Petrol Bakanı Hüseyin Şehristani, Kuzey'in petrol ve doğalgaz politikalarında Bağdat'tan bağımsız hareket etmesine çok sert yaptırımlar getirdi : Kuzey'le iş yapan şirketler, Irak'ın diğer bölgelerinden dışlanacak.

- Irak' ın ABD ile uzun vadeli stratejik ortaklık anlaşması görüşmelerini yürüten heyete KürtDışişleri Bakanı Hoşyar Zebari başkanlık ediyordu. Maliki bir anda Zebari'yi heyetten çıkarıverdi.

- Ve son darbe: Kuzey'in sınırlarına katmak için peşmergeler göndererek oldu bittiye getirmeye çalıştığı Hanekin'i Maliki askeri birlikler yollayıp "Geri aldı". Hem de Irak'ın Kürt-Genelkurmay Başkanı Babekir Zebari'yi devre dışı bırakarak. Mesud Barzani bu baskına öylesine öfkelendi ki, Babekir Zebari'yi istifaya çağırdı.

2003 öncesine razı etmek

Maliki hükümetinin Kürtler'i Irak işgali öncesindeki konumlarına, yani sadece kendi içişlerini yönetmekle sınırlı bir özerkliğe mahkum etmek için peş peşe hamleler yaptığı bir dönemde Türkiye'nin strateji değişikliği Barzani yönetimi için ummadığı can simidi olabilir ama Bağdat'ın da ciddi biçimde canını sıkabilir.

Bir ayrıntı çok önemli: Maliki yönetimi, en az Saddam kadar milliyetçi. Bu ideolojik çizgisi onu Irak'ı bütün değil parçalı ülke olarak görenlere karşı çok sert tepkiler koymaya yöneltebiliyor.

Elbette birtakım jeostrateji uzmanları Ankara'nın Barzani yönetimine el uzatmasını, bir zamanlar Talabani'nin ortaya attığı, merhum Turgut Özal'ın da heyecanla karşıladığı Türkiye-Kuzey Irak federasyonuna kadar gidebilecek yolun açılması olarak görebilirler. Ama bu yol asla "Vizyon" olamaz, hep "Düş" olarak kalır. Çünkü Ortadoğu'nun sınırlarında en küçük değişiklik, cehennemin kapısını aralamak anlamına gelir.

O nedenle Türkiye'nin Kuzey Irak'la ilişkilerini normalleştirirken 1990'larda çizilen çerçeveyi çıpa yapmasının gerçekçi bir yaklaşım olacağını düşünüyoruz. O çerçeve kabaca şöyle: "Sen evinin içini benim beklentilerime uygun biçimde düzenle; ben de ticaretle, yatırımla senin ekonomik refahına katkıda bulunayım."

* Sabah gazetesi/ 13 Ekim 2008, Pazartesi

ABD'den İran'a şok suçlama: Irak'ta rüşvet

abd iran ABD, İran'a saldırmak için bahane mi arıyor? Washington, İran'a bu kez çok sert çıktı. İddalara göre İranlı ajanlar Irak'ta...

Washington, Irak ile ABD arasında imzalanması planlanan güvenlik anlaşmasına muhalefet etmeleri için İranlı ajanların Iraklı milletvekilerine rüşvet verdiğini ileri sürdü.

Irak'taki Amerikan güçlerinin komutanlığını geçen ay devralan General Ray Odierno, Washington Post gazetesinde bugün yayımlanan mülakatında, İranlılarla Iraklılar arasında geçmişi Saddam Hüseyin dönemine kadar uzanan bazı ilişkiler olduğunu bildiklerini vurgulayarak, bazı kişilerin geçmişteki bağlantılarını kullanarak Irak meclisinde güvenlik anlaşmasıyla ilgili potansiyel oylamayı etkilemeye çalıştığını düşündüğünü bildirdi.

Bazı kişilerin milletvekillerine oylamada ret oyu vermeleri için para ödediği konusunda istihbarata sahip olduklarını belirten Odierno, bu istihbaratların doğru ya da yanlış olduğunu kanıtlayacak özel bilgisi bulunmadığını, ancak bu tip faaliyetlerin devam ettiği yönünde bazı istihbarat raporları olduğunu öne sürdü.

Amerikalı komutanın Washington Post'a açıklamaları, sözcüsü Yarbay James Hutton tarafından da doğrulandı. ABD ile Irak arasında yapılması planlanan güvenlik anlaşması, BM Güvenlik Konseyi'nin kararına göre görev süresi bu yılın sonunda dolacak Irak'taki Amerikan askerlerinin bu tarihten sonra da Irak'ta kalmasını öngörüyor.

Irak'ta halen 146 bin Amerikan askeri görev yapıyor. Güvenlik anlaşması üzerinde aylardır çalışmalar yapan Washington ve Bağdat'taki yetkililer, anlaşmada sona yaklaşıldığını ifade ediyor. Hürriyet


HATEMİ’DEN AHMEDİNEJAD’A ELEŞTİRİ… 

   

PNA-İran’ın eski Cumhurbaşkanı Muhammed Hatemi, Mahmud Ahmedinejad yönetimini eleştirerek, ekonomi ve dış politikada istenilen hedeflere ulaşılamadığını savundu.

Ahmedinejad’ın İsrail ile ilgili sözlerinin yanlış yorumlanmaya ve çarpıtılmaya açık olduğunu anlatan Hatemi, ’’dış politikada izlenen sertlik yanlısı politikaların ülkeye hizmet etmeyeceğini’’ söyledi.

Hatemi, iyiniyetle olsa bile halihazırdaki dış politikanın İran’a pahalıya mal olabileceği uyarısında bulundu.

Dünya basını, Ahmedinejad’ın, ’’İsrail yeryüzünden silinmeli’’ biçiminde ifade kullandığını duyururken, İranlı yetkililer, Cumhurbaşkanı’nın ifadelerinin yanlış aktarıldığını, kastedilenin ’’siyonist rejim’’ olduğunu açıklama gereğini duymuşlardı.

Kitap Fuarı: Konuk ülkenin karnesi!..

Hapistedeki aydın ve yazarlar, kapatılan yasaklanan gazete, dergi, TV ve radyolar, Kürt dili ve kimliği üzerindeki yasaklar bu gerçeği tüm çıplağıyla gösteriyor. Türkiye bu yılki Frankfurt Kitap Fuarı’nın ‘Konuk Ülke’si. Fuara, ‘’Bütün Renkleriyle Türkiye’’ sloganıyla katılıyor. Ülkenin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, 14 Ekim günü ülkesinin Nobel ödüllü yazarı Orhan Pamuk’la birlikte fuarın açılışını yapacak. Türk kültürünü ‘bütün renkleriyle’ dünyaya tanıtmak için yoğun çaba harcayan Türkiye, yazarları, yayıncıları, sanatçıları, siyasetçileri ve gazetecileriyle Frankfurt’a esaslı bir çıkarma yapacak.

gazeteler-medya-kurdis- kurt-medyasi Bu yılki Frankfurt Kitap Fuarı’nın konuk ülkesi Türkiye’nin sloganı ‘Bütün Renkleriyle Türkiye!’ Ama sloganın aksine Türkiye tüm rezillikleriyle fuara geliyor.
Tabii, bu arada fuarla, kitapla, yazarla, yayınla, kültürle ve sanatla alakası olmayan, masraflarını devletin karşıladığı resmi ve sivil birçok kişi de sevabına– Frankfurt’u görmüş ve gezmiş olacak. Fakat konu bu değil. Bu yazının konusu, ‘Konuk Ülke’nin düşünce ve basın özgürlüğüyle kültürel haklar karnesine bir göz atmak; renkleri kazımak ve altındakine bakmak.
Konuya birazdan geleceğim. Ama önce fuarla ilgili birkaç kelam daha edeyim.
Fuarın programından da anlaşılacağı gibi gündemi hayli yoğun.15-19 Ekim tarihleri arasında 250’nin üzerinde etkinlik yapılacak. Sergisi, paneli, okuması, konferansı, müzik dinletisi, imzasıyla günde ortalama 62,5 etkinlik planlanmış. Uyku saatlerini saymazsak saat başına 5 etkinlik düşüyor. Fuar öncesi çalışmalardan olduğu gibi katılım düzeyinden ve yoğun programdan da anlaşılacağı üzre Türkiye fuara büyük önem veriyor. Bu vesileyle uluslararası demokratik toplum nezdindeki ‘kötü’ imajını onarmaya çalışıyor. İşin özünü değil ama görüntüsünü değiştirmeye meraklı olan Türkiye, fuarın kendisine sunduğu fırsatı kaçırmak istemiyor. Fuarda, ‘bütün renkleriyle birlikte’ dünyanın gözünü boyamaya çalışıyor.
Gazeteciler hapiste gün sayıyor Gazete ve radyolar kapatılıyor
Ne var ki bilgi, iletişim ve teknoloji çağında göz boyayarak bir yere ulaşmak, gerçekleri tersyüz ederek sonuç almak eskisi kadar kolay olmuyor. Birileri görmek, duymak ve anlamak istemese de gerçekler kendini dayatıyor. Kitap Fuarı’nın ‘konuk ülke’si Türkiye’nin -acı- gerçekleri de orta yerde duruyor. Bu yazımda bunları ele almaya, hepsi de mahkeme kayıtlarına geçmiş gerçek olaylardan yola çıkarak ‘evrensel yolculuğa ‘çıkmış Türkiye’nin ‘ulusal performansı’na bakmaya çalışacağım. Tutuklu Gazetecilerle Dayanışma Platformu’nun verdiği bilgilere göre 22 Eylül 2008 tarihi itibariyle Türkiye’nin değişik cezaevlerinde yazdıkları haber ve yorumlardan dolayı yatmakta olan 20 gazeteci yazar var! Bunların isimleri, görevleri ve bulundukları cezaevlerini –merak edenler için– aşağıya alıyorum.
Bunlar tutuklu gazeteci yazarlar. Bir de kapatılan gazeteler, kapatılan radyolar ve kapatma cezası verilen televizyonlar var. 19 Eylül 2008 günü günlük yayın yapan Alternatif Gazetesi 1 ay süreyle kapatıldı. 19 Mayıs 2008 tarihinde yayın hayatına başlayan gazete 26 Mayıs tarihinde de bir ay süreyle kapatılmıştı. Bir ay süreyle kapatılan Alternatif Gazetesi, daha önce kapatılan Yedinci Gün gazetesinden sonra yayına başlamıştı, Yedinci Gün ise kendisinden önce kapatılan Toplumsal Demokrasi Gazetesi’nden sonra dalya demişti. Toplumsal Demokrasi, kapatılan Gerçek Demokrasi’den, Gerçek Demokrasi kapatılan Güncel’den, Güncel kapatılan Yaşamda Gündem’den, Yaşamda Gündem’de kapatılan Ülkede Özgür Gündem’den sonra yayına başlamıştı. Yayınlarında Kürt sorununa ağırlıklı yer veren bu günlük gazetelerin hepsi de son iki yılda kapatıldı. Hepsinin de kapatılma gerekçesini ya ‘suçu ve suçluyu övme’ ya da ‘bölücülük propagandası’ yapmak oluşturuyor. Geçtiğimiz Temmuz ayında Türkiye’de yayın yapan Hayat TV’ de ‘bölücülük propagandası’ yaptığı gerekçesiyle 20 gün süreyle kapatıldı. Temmuz ayında Türkiye’de Kürtçe yayın yapan tek günlük gazete olan Azadiya Welat gazetesinin de yayını 20 gün süreyle durduruldu. Azadiya Welat en son 5 Ekim 2008 günü bir ay süreyle daha kapatıldı.
Yine insan hakları kuruluşlarının vedikleri bilgilere göre son iki yılda tam 108 radyoya yaklaşık 3500 gün kapatma cezası verildi. En çok kapatmayı da sürgünde ölen Türk şairi Nazım Hikmet’in şiirlerine ve yine sürgünde ölen Kürt sanatçı Ahmet Kaya’nın şarkılarına yer veren Özgür Radyo aldı. Mir ve Nur adındaki iki radyo ise tamemen kapatıldı.
301 gitti, geri geldi
Öta yandan son iki yılda (Ocak 2006- Eylül 2008) aralarında 72 gazetecinin de bulunduğu 200’ün üzerinde yazar ve akademisyen hakkında ‘düşünce suçu‘ işledikleri için davalar açıldı. Bu davalardan biri de trajediyle sonuçlandı. ‘Türklüğü aşağılamak suçundan‘ Türk Ceza Kanunu’nun 301. Maddesi‘nden yargılanan Ermeni gazeteci Hrant Dink, 19 Ocak 2007 tarihinde uğradığı bir suikast sonucu öldürüldü. Polis ve asker birçok güvelik görevlisinin cinayetle bağlantısı olduğu da ortaya çıktı.
14 Ekim günü Türkiye’nin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’le birlikte fuarın açılışına katılacak olan yazar Orhan Pamuk da 301. maddeden yargılanmış ve duruşmada faşistlerce linç edilmek istenmişti. Yine yazar Elif Şafak, Sosyolog İsmail Beşikçi, yazar Abdurrahman Dilipak, İnsan Hakları Aktivisti Eren Keskin, yayıncı yazar Ragıp Zarakolu’nun da aralarında bulunduğu 100’ün üzerinde insan bu maddeden yargılandı. Onlarca mahkumiyet kararı aldı. Hrant Dink de 6 ay hapis cezası almıştı. Dink’in öldürülmesinden sonra tüm dünyada yükselen tepkiler sonucunda Türkiye yasada değişiklik yaptı. Ancak değişiklik maddenin içeriğini kapsamadı. Sadece dava açma izni savcıdan alınıp Adalet Bakanı’na verildi! Adalet Bakanı izni kullanmaya pek meraklı görünüyor. Geçen ay yazar Temel Demirer hakkında dava açılması iznini verdi. Demirer şimdi yargılanıyor.
Kürt dili üzerindeki araştırmalarıyla tanınan yazar Hamit Baldemir de 22 Eylül günü Batman’da tutuklandı. Kapatılan Demokrasi Partisi’nin Diyarbakır milletvekilliğini yapan politikacı Leyla Zana için de yaptığı konuşmalardan dolayı 70 yıl hapis cezası isteniyor. Şırnak eski milletvekili Mahmut Alınak da, ‘kanunlara uymamayı tahrik‘ ettiği iddiasıyla geride bıraktığımız Ağustos ayını hapiste geçirenler arasındaydı. Alınak 13 Eylül günü tahliye edilse de yaptığı açıklamalardan ötürü hakkında açılan davalar sürüyor.
Ceylan Yayınları’ndan çıkan ‘Tanrıya Mektuplar ve Tanrıyla Polemikler’ kitapların yazarı Hasan Basri Aydın da eski Adalet Bakanı Cemil Çiçek’e yazdığı bir dilekçeden dolayı yargılanıyor. Daha önce de Cemil Çiçek’e hakaretten yargılanan yazar, iki kez 15’er ay hapis cezası almıştı. Yazarın davası temyiz aşamasında bulunuyor.
“Astsubayken Er Olmak” kitabının yazarı Kasım Çakan ile Tevn Yayıncılık’ın sahibi Mehdi Tanrıkulu’na da Terörle Mücadele Yasası’nin 7’nci maddesine göre dava açıldı. Çakan ve Tanrıkulu da ‘terör propagandası yapmaktan‘ yargılanıyor. Türkiye, Avrupa Birliği ile üyelik müzakerelerine başlamış bir ülke. Bu nedenle Türkiye’nin insan hakları ihlalleri eskisi gibi Avrupa basınında yer almıyor. Ama Avrupa basını görmezden gelse de ihlaller devam ediyor. Avrupa’nın çok duyarlı olduğu düşünce ve basın özgürlüğü alanında durum –özetle– bu.
Hakkını yememek gerekir Türkiye, 2004 yılı Haziran ayında yeni bir ‘Basın Yasası’ da çıkardı. Yasayı hazırlayan AKP Hükümeti’nin yetkilileri, yasayla Türkiye’de düşünce ve basın suçunun tarihe karışacağını iddia ediyorlardı. Ne var ki dedikleri gibi olmadı. Yukarıdaki tablodan da anlaşılacağı gibi basın özgürlüğünü engelleyen zihniyet bir yana, yasal mevzuat varlığını sürdürmeye devam ediyor. Basın yasasında yapılan değişiklikler de işin özüne ilişkin değildi. Biçimseldi. Yasa değişti, ancak içerik değişmedi. Basın Yasası’nın 3. maddesi aslında Türk devletinin basın özgürlüğünden ne anladığını bütün çıplaklığıyla ortaya koyuyor. Yasada şöyle diyor: Milli güvenlik, kamu düzeni, kamu güvenliği ve toprak bütünlüğünün korunması, devlet sırlarının açıklanmasının veya suç işlenmesinin önlenmesi, yargı gücünün, otorite ve tarafsızlığının sağlanması amacıyla basın özgürlüğü sınırlanabileceği de” yasa ile güvence altına alınmış durumdadır...’’ Bu madde gazeteciler açısından mayınlı tarla gibidir. Zira yazdığınız bir haber veya yorum “milli güvenliği, devletin egemen düzenini, memleketin toprak bütünlüğünü” zora sokabilir. Ya da devlet otoritesini sarsıcı bulunabilir. O zaman basın özgürlüğü kısıtlanır. Aslında bu madde bile tek başına Türkiye’de basının özgür olmadığını gösteriyor. Söz gelimi güvenlik güçlerinin Kürtlere yaptıkları baskı ve işkenceleri anlatan bir haber yazmanız halinde, ‘milli güvenliği ihlal etmekten’ veya ‘kamu düzenini bozmaktan’ hapsi boylayabilirsiniz.
Roj TV korsanca engelleniyor Kürtçe isimlere izin verilmiyor
Bu işin yasal boyutu, bir de ROJ TV gibi Türk devletinin yasal mevzuatına bağlı olmayan, Avrupa’dan (Danimarka) aldığı yasal izinle uydu üzerinden yayın yapan televizyonun karşılaştığı engeller var. Diyarbakır, Batman, Hakkari, Siirt, Hakkari, Van, Dersim ve Mardin gibi Kürt illerinde Roj TV’nin izlenmesi uyduya korsan olarak gönderilen sinyallerle engelleniyor. Sinyallerin yüksek teknoloji kullanılan askeri üslerden gönderildiği biliniyor ancak buna rağmen herhangi bir işlem de yapılmıyor. Uzmanlar sinyal gönderilmesinin yasal olmadığını ileri sürseler de, Türk devleti korsan bir biçimde Kürtlerin özgürce haber alma hakkını engellemeyi sürdüyor.
Türkiye’nin basın özgürlüğü açısından Avrupa Birliği süreciyle geldiği aşama bu, ancak bunun öncesi de var. Türkiye yakın zamana kadar dünyada en çok gazeteci öldürülen ve hapsedilen ülkelerin başında geliyordu. Kürtlerle savaşın şiddetli olarak sürdüğü 1990-95 yılları arasında 50’ye yakın Kürt gazeteci, gazete dağıtımcısı ve yazarı öldürüldü. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi geçmişte öldürülen Kürt gazetecileri, bombalanan ve kapatılan Kürt gazeteleri için Türkiye’yi birçok kez mahkum etti.
Devletin Kürtlerle savaşı uzun bir süre ‘rolantide’ kaldıktan sonra yeniden şiddetlenme eğilimi gösteriyor. Yasalar biçimsel olarak değişse de zihniyet değişmediği için savaşın gidişatına paralel olarak –geçmişteki gibi– gazeteci ölümleri ve gazete bombalanmaları da yeniden gündeme gelebilir. Umarım böyle olmaz, ancak gidişat pek de iç açıcı görünmüyor. Frankfurt Kitap Fuarı’nın Konuk Ülke’si Türkiye’nin kültürel karnesi de iyi görünmüyor. Türkiye fuara savaş bir yana, Kürt kimliği ve kültürüyle ilgili tartışmaların yaygınlaşarak devam ettiği ve kitlesel gösterilerin yükseldiği bir dönemde katılıyor.
Hemen her gün birçok Kürt ilinde ‘Anadilde Eğitim’ mitingleri yapılıyor. TZP Kurdi (Tevgara Zıman u Perwerdehiya Kurdi) inisiyatifinin başlattığı kampanya çerçevesinde hemen bütün Kürt illerinde mitingler yapıldı. Egemen basın yer vermese de mitinglere katılım yüksek düzeydeydi. Kürtler çocuklarına anadilde eğitim yapılması hakkını istiyor. Devlet ise reddediyor. Kürtçe’nin okullarda ‘seçmeli ders’olmasına bile izin vermiyor. ‘Paranız varsa dilinizi öğrenin’ diyor. Gerçi Batman örneğinde olduğu gibi parası olanları da engelliyor. Bundan üç yıl önce Batman’da Kürt Dili Öğrenim Kursu için valiliğe müracaat edildi. Öğretmen,öğrenci, bina, araç gereç her şey tamamdı. Sadece izin alınacaktı. Fakat valilik izin vermedi. Dershane kapılarının ‘5 santim dar’ olmasını gerekçe gösterdi.
Türkiye’nin Başbakanı Erdoğan geçen yıl Almanya’da ‘asimilasyon insanlık suçudur’ demişti. Kitleler halinde sokağa dökülen Kürtler Türk devletinin yaklaşık bir asırdır işlemekte olduğu bu suça karşı mücadele ediyor. Ve bir asırdır da bunun bedeleni ödüyor. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, çöken çok uluslu, çok dinli ve kültürlü Osmanlı İmparatorluğu’nun ardından kuruldu. Bünyesinde faklı etnik köken, din, dil, mezhep ve kültürden dinamiklerin olması doğaldı. Doğal olmayan Türk devletinin bunları ‘Türk ve Sunni’ potasında eritmeye; herkesi ‘Türkleştirmeye’ çalışması, bu amaçla çıplak zor da dahil her yol ve yönteme baş vurmasıydı. Doğal olmayan, kendi kuruluş zeminine bile sadık kalmaması; Lozan Antlaşması’na uymamasıydı.
Türk devleti Lozan’da (madde 39) ,’herhangi bir Türk yurttaşının özel ya da ticari ilişkilerinde, basında, ya da her türlü yayında ve gerek toplantılarda herhangi bir dili serbestçe kullanmalarına sınır koymayacağını’ kabul etti. Ancak daha antlaşmanın mürekkebi kurumadan da bu hakkın kullanımı engelledi.
Osmanlı döneminde özgürce kullanılan Kürtçe’yi yasakladı. Kürt kimliğini inkar etti. Kürdistan isminin ağza alınmasına bile izin vermedi. Bu yolda akla hayale gelmeyecek baskılar yaptı. Kürtçe ıslık çalmayı bile suç saydı. 12 Eylül darbesiyle birlikte inkar ve imha politikası da ‘tavan yaptı’. Cunta dil yasağını ‘Anayasal güvence’ altına aldı. Böylece Türkiye, insanlık tarihinde bir dili Anayasa yoluyla yasaklayan tek ülke ünvanını kazandı. Cunta, 2932 sayılı yasayla, ‘Birleşmiş Milletler üyesi devletlerin birinci resmi dilleri dışındaki dilleri’ yasakladı. Bir dili, özellikle de iletişim çağında yasaklamak mümkün değil. Kürtçe de bu yasağı aşmasını bildi. Kürtler birbiri ardına çıkardıkları gazete ve dergiler, kurdukları radyo ve televizyonlar aracalığıyla bu yasağı anlamsız hale getirdiler. Kürtlerin ısrarı devletin inadını kırmışa benziyor. Türk parlamentosu 10 Haziran 2008’de TRT Kanunu’nu değiştirdi. TRT Kanunu’nun 6. maddesindeki değişiklikle TRT’nin Kürtçe yayın yapmasının yolu açıldı. TRT, Mart ayında günlük Kürtçe yayın yapmaya hazırlanıyor.
Renklerle mi rezilliklerle mi?
Kürtçe yayın ve eğitim yasağı devam ededursun Kürtçe konuştuğu ve yazdığı için birçok belediye başkanı hakkında açılan davalar da sürüyor. Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Baydemir, geçen ay bu gerekçeyle yeniden hakim karşısına çıktı. Baydemir’den ‘Kürtçe davetiye yazmanın’ hesabı soruldu. Diyarbakır’ın Sur Belediye Başkanı Abdullah Demirbaş ise görevden alındı. ‘Çok dilli belediyecilik’ kararı alan ve yazışmalarında Kürtçe ve Süryanice’yi de kullanmaya başlayan Demirbaş’la birlikte belediye meclisinin bütün üyeleri de görevlerinden alındı. Danıştay 8. Dairesi, İçişleri Bakanlığı’nın talebi üzerine görevden alma kararını aldı. (Haziran, 2007).
Diyarbakır Kayapınar Belediyesi’nin beş parka vermek istediği isimler de yasaklandı. Belediye Meclisi parklara Gülistan (Gül Bahçesi), Nefel (Yonca), Daraşîn (Yeşil Ağaç), Berfîn (Kardelen) ve Beybûn (Papatya) isimlerini vermişti. Ancak devlet hemen itiraz etti. Bu isimlerinin yasak olduğunu söyledi. ‘Parka gül bahçesi’ ismini verenleri mahkemeye sevk etti. Elbette birkez daha tarihe geçti!
Bir cafeye verilen Şevin ismi de yasaklandı. Almaya’da doğan ve adı Welat olan 7 yaşındaki bir çoçuğun Türkiye’ye girmesine de izin verilmedi. 7 yaşındaki Welat ‘istenmeyen kişi’ ilan edildi. İstanbul havaalanında annesinden kucağının zorla alındı ve gerisin geri Almanya’ya gönderildi. Çocuğun geri gönderilme gerekçesi W harfiydi. Türkiye’nin İçişleri Bakanlığı 2005 yılında 81 ilin valisine gönderdiği genelgeyle X, W, Q harfleri için de ‘yasak’ demişti. Bu harfler Türk alfebesine uymuyormuş!
Yine bugün Türkiye’nin birçok cezaevinde mahkumlar ziyaretçileriyle Kürtçe konuşamıyor. İçerideki yakınlarıyla kazaran Kürtçe konuşan ziyaretçilere görevliler hemen müdahale ediyor.
Siirtli Halime Güçlü ile Batmanlı İzzettin Rüzgar Edirne E Tipi Cezaevinde yatan çocuklarıyla Kürtçe görüşmelerinin engellendiği gerekçesiyle İHD Batman ve Siirt şubelerine başvurarak hukuki yardım talebinde bulundular. Ancak herhangi bir sonuç alamadılar.
Buca 1 No’lu F Tipi Cezaevi’nde kalan Mehmet Tari, haftalık 10 dakika telefonla görüşme hakkını kullanarak ailesiyle konuştu. Ancak görüşmesi yarıda kesildi. Cezaevi idaresine itiraz eden ve bir sonuç alamayan Tari, daha sonra İzmir 1 No’lu F Tipi Yüksek Güvenlikli Kapalı Ceza ve İnfaz Kurumu Cumhuriyet Savcılığı’na itiraz başvurusu yaptı. Savcı Yusuf Kaplan imzasıyla 22 Ocak 2007 tarihinde Tari’ye gönderilen yanıtta, görüşmenin Kürtçe yapıldığı için Ceza İnfaz Kurumları Yönetmeliği’nin 88. maddesi uyarınca engellendiği, engellemenin usul ve esaslara uygun olduğu belirtildi.
Ayrıca Adalet Bakanlığı’nın -2005- genelgesiyle cezaevlerine ‘Türkçe dışında’ farklı dillerde dergi ve gazeteler alınmıyor. Bununla sadece ‘Kürtçe’ kast ediliyor. Yoksa İngilizce, Almanca, Fransızca vs dergi ve gazetelere bir şey diyen yok.
Örnekleri uzatmaya gerek yok. Gerçekler orta yerde duruyor. Yukarıdaki tablo bu yıl Frankfurt Kitap Fuarı’nın ‘Konuk Ülke’si Türkiye’ye ait. Türkiye’nin fuar sloganı, ‘’Bütün Renkleriyle Türkiye. Bu tabloya bakınca insanın ‘Bütün Rezillikleriye Türkiye’ diyesi geliyor...
Tutuklu gazeteci- yazarların listesi:
1- İbrahim Çiçek,
Atılım Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni ve Gazeteci-Yazar, Tekirdağ 2 Nolu F Tipi Cezaevi

2- Sedat şenoğlu, Atılım Gazetesi Genel Yayın Koordinatörü ve Gazeteci- yazar, Edirne 1 Nolu F Tipi Cezaevi

3- Füsun Erdoğan, Özgür Radyo Genel Yayın Koordinatörü, Gebze Özel Tip Cezaevi, Gebze/KOCAELİ

4- Hasan Coşar, Atılım Gazetesi Yazarı, Sincan F Tipi Cezaevi, ANKARA 5- Ziya Ulusoy, Atılım Gazetesi yazarı, Tekirdağ 1 Nolu F Tipi Cezaevi

6- Bayram Namaz, Atılım Gazetesi yazarı, Edirne 1 Nolu F Tipi Cezaevi

7- Hatice Duman, Atılım Gazetesi Sahibi ve Müdürü, Gebze Özel Tip Cezaevi, Gebze/KOCAELİ

8- Behdin Tunç, DİHA şırnak muhabiri, Diyarbakır D Tipi Cezaevi.

9- Faysal Tunç, DİHA şırnak muhabiri, Diyarbakır D Tipi Cezaevi

10- Haydar Haykır, DİHA şırnak muhabiri, Batman M Tipi Cezaevi

11- Ali Buluş, DİHA Mersin muhabiri, Mersin E Tipi Cezaevi.

12- Mehmet Karaaslan, Gündem Gazetesi, Mersin Temsilciliği çalışanı, Mersin E Tipi Cezaevi.

13- Mahmut Tutal, Gündem Gazetesi Urfa çalışanı, Urfa E Tipi Cezaevi.

14- Erol Zavar, Odak Dergisi Sahibi ve Müdürü, şair, Sincan F Tipi Cezaevi, ANKARA 15- Mustafa Gök, Ekmek ve Adalet Dergisi Ankara Temsilcisi, Sincan F Tipi Cezaevi, ANKARA.

16- Barış Açıkel, İşçi Köylü Gazetesi Sahibi ve Yazıişleri Müdürü, Kandıra 1 Nolu F Tipi Cezaevi, KOCAELİ.

17- Hüseyin Habip Taşkın, Güney Dergisi, Sosyalist Mezopotamya dergisi ve Çoban Ateşi gazetesi yazarı, Manisa Cezaevi.

18- Mehmet Bakır, Güney Dergisi Eski Genel Yayın Yönetmeni, Bolu F Tipi Cezaevi. 19- Erdal Güler, Devrimci Demokrasi Gazetesi Eski Yazıişleri Müdürü, Amasya E Tipi Cezaevi, İstanbul.

20- Murat Coşkun, Acının Dili Kadın kitabının yazarı, Adana Cezaevi
GÜNAY ASLAN YENİ ÖZGÜR POLİTİKA


9 ayda 17 kapatma
Alternatif gazetesi de 20 Eylül'de sayısında Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan'ın avukatları aracılığıyla yaptığı açıklama ile KCK Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan'ın ANF'de yer alan röportajlarına yer verdiği gerekçesiyle 1 ay süreyle kapatıldı. 19 Mayıs 2008 tarihinde yayın hayatına başlayan gazete 26 Mayıs tarihinde de bir ay süreyle kapatılmıştı.
4 Ağustos 2006 ile 3 Ekim 2008 tarihleri arasında, günlük yayın yapan Gerçek, Özgür Ülke, Gelecek, Ülkede Özgür Gündem, Gündem, Yaşamda Gündem, Güncel, Azadiya Welat, Gerçek Demokrasi, Alternatif gazeteleri ile haftalık yayın yapan YedinciGün, Haftaya Bakış, Yaşamda Demokrasi, Toplumsal Demokrasi, Öteki Bakış ve Yeni Bakış gazeteleri 37 kez kapatıldı. 22 Eylül’de kapatılan aylık dergi Kızıllaşan Özgür Halk ile birlikte 2008 yılı başından bu yana Kürt medyasına karşı en az 17 kapatma cezası verildi.

Gerçek, 3 Ekim 2008’de 1 ay süreyle kapatıldı
Özgür Ülke, 1 Ekim 2008’de 1 ay süreyle kapatıldı
Ülkede Özgür
Gündem, 4 Ağustos 2006'da 15 gün süreyle kapatıldı
Ülkede Özgür
Gündem, 16 Kasım 2006'da 15 gün süreyle kapatıldı
Gündem, 6 Mart 2007'de 1 ay süreyle kapatıldı
Gündem, 9 Nisan 2007'de 15 gün süreyle kapatıldı
Gündem, 12 Temmuz 2007'de 15 gün süreyle kapatıldı
Gündem, 8 Eylül 2007'de 1 ay süreyle kapatıldı
Gündem, 9 Ekim 2007'de 1 ay süreyle kapatıldı
Gündem, 14 Kasım 2007'de 1 ay süreyle kapatıldı
Yaşamda
Gündem, 10 Mart 2007'de yayın durdurma cezası aldı
Güncel, 30 Mart 2007'de yayın durdurma cezası aldı
Güncel, 17 Temmuz 2007'de 12 gün süreyle kapatıldı
Güncel, 17 Ekim 2007'de 1 ay süreyle kapatıldı
Gerçek Demokrasi, 16 Ekim 2007'de 1 ay süreyle kapatıldı
Gerçek Demokrasi, 21 Kasım 2007'de 1 ay süreyle kapatıldı
Alternatif, 25 Mayıs 2008'de 1 ay süreyle kapatıldı
Alternatif, 20 Eylül 2008'de 1 ay süreyle kapatıldı
Gelecek, 30 Haziran 2008'de 1 ay süreyle kapatıldı
Gelecek, 27 Eylül 2008'de 1 ay süreyle kapatıldı
YedinciGün, 12 Kasım 2007'de 15 gün süreyle kapatıldı
YedinciGün, 27 Kasım 2007'de 1 ay süreyle kapatıldı
YedinciGün, 12 Ocak 2008'de 1 ay süreyle kapatıldı
YedinciGün, 3 Mart 2008'de 1 ay süreyle kapatıldı
YedinciGün, 7 Nisan 2008'de 1 ay süreyle kapatıldı
YedinciGün, 13 Mayıs 2008'de 1 ay süreyle kapatıldı
Haftaya Bakış, 8 Aralık 2007'de 1 ay süreyle kapatıldı
Haftaya Bakış, 2 Şubat 2008'de 1 ay süreyle kapatıldı
Haftaya Bakış, 18 Mart 2008'de 1 ay süreyle kapatıldı
Yaşamda Demokrasi, 16 Aralık 2007'de 1 ay süreyle kapatıldı
Yaşamda Demokrasi, 17 Şubat 2008'de 1 ay süreyle kapatıldı
Yaşamda Demokrasi, 4 Nisan 2008'de 1 ay süreyle kapatıldı
Toplumsal Demokrasi, 5 Ocak 2008'de 1 ay süreyle kapatıldı
Toplumsal Demokrasi, 25 Şubat 2008'de 1 ay süreyle kapatıldı
Öteki Bakış, 4 Nisan 2008'de 1 ay süreyle kapatıldı
Yeni Bakış, 8 Mayıs 2008'de 1 ay süreyle kapatıldı
Azadiya Welat, 23 Mart 2007'de 20 gün süreyle kapatıldı

Ilgili Haberler

Tezkereye tepki

tezkerecizreTezkereye Cizre tepkisi

 

DTP Cizre İlçe Örgütü, tezkerenin Meclis’ten geçmesini kitlesel olarak protesto etti. Menderes İlköğretim Okulu’nun önünde yaptığı basın açıklamasına yüzlerce kişi katıldı.

Açıklama sırasında sık sık “Savaşa hayır” ,”Tezkereye hayır”, “Madem çıktı tezkere Bilal gitsin askere” sloganları atılarak, “Ankara’dan geçti Botan’dan geçemez” ve “Ölüm tezkeresine geçit yok” yazılı pankartlar açıldı. Açıklamada, “Bizde golf oynamak isteriz”, “We want to peace”, “Golf iyidir, savaş kötü”, “Madem çıktı tezkere Tayyip gitsin askere”, “Cudi’ye golf sahası kurulsun”, “Ji mirinera na”, “No War”, “Ölüm tezkeresine hayır”, “Her savaş barışla biter”, “Kan dökme barış yap” ve “Ölümün diğer adı tezkeredir” yazılı dövizler taşındı. Açıklama sırasında çok sayıda robocop giyimli polis hazır bulunurken, onlarca polis kamerası da çekim yaptı.
Kandan nemalanan tacirler
DTP Cizre İlçe Başkanı Yakup Budak, sınır ötesi operasyonların 25 yıldır sayısız kez yapıldığını hatırlatarak, “Yaşadığımız coğrafyadaki insanlar için sonucu kan, gözyaşı ve acı olan ölüm tezkerelerinden biri daha kandan nemalanan tacirler tarafından kabul edilmiştir. Terör zirvesi adı altında bölgeyi yeniden OHAL’e çevirmeye yönelik girişimler Kürt basınını cezalandırmalar, parti kapatmalar, parti yöneticilerimizin hakkında çıkarılan ölüm listelerine göz yumulması ve anadil yasaklanarak Kürt sorununa çözüm getiremezsiniz” dedi. DTP Şırnak İl Başkanı Halil İrmez de şöyle konuştu: “Biz Türkiye’de yaşayan halklara seslenmek istiyoruz. Artık bu politikalara kanmayın ve sesinizi yükseltin.Tezkerenin çözüm olmadığı daha önce yapılan 25 sınır ötesi operasyonun sonuçlarından görülecektir. Yapılması düşünülen 26’ıncı operasyonun da sonucu fiyasko olacaktır. Savaş istemiyoruz. Ancak demokratik ve kültürel haklarımızı sonuna kadar savunacağız.” Açıklamanın ardından kitle olaysız dağıldı. DİHA/ŞIRNAK



Tunceli Dernekleri Federasyonu (TUDEF) TUDEF: Tezkere geri çekilsin
Tunceli Dernekleri Federasyonu
(TUDEF) üyeleri, sınır ötesi savaşı protesto etmek amacı ile Galatasaray Lisesi önünde basın açıklaması yaptı. “Tezkere geri çekilsin”, “Operasyonlar durdurulsun” dövizleri açan federasyon üyeleri adına açıklamayı TUDEF Genel Başkan Yardımcısı Cemal Yücel yaptı. Türkiye’yi yönetenlerin çaresizlik içindeki halka daha fazla sömürü, kan ve gözyaşı dayatmakta tereddüt etmediğini belirten Yücel, işsizlik, yoksulluk ve sömürünün bir kadermiş gibi halka sunulduğunu söyledi. Tezkerenin Kürt halkına yönelik imha ve inkâr politikalarına hizmet ettiğini belirten Yücel, şunları dile getirdi: “Bu savaş teskeresi, Kürt halkının ve azınlıkların kendi anadillerinde eğitim ve yayın hakkını, tarihini, kültürünü demokratik taleplerini ve özgür iradesini yok saymaktadır. Faşist, ırkçı ve şoven politikalarla, demokratik mücadeleyi boğmak, susturmak, devletin genel politikalarının iflas ettiğini göstermektedir.” YENİ ÖZGÜR POLİTİKA

Ankara’nın cevabı yok

kurtceanadilegitim TZPKurdî’nin başlatmış olduğu ‘Êdi Bes e anadilde eğitim istiyorum’ kampanyası çerçevesinde, Urfa’nın Viranşehir, Suruç ve Hilvan ilçelerinde Kürtçe ders verilerek, anadilde eğitim talebi tekrarlandı.

Bir aya yakındır süren kampanyaya karşı devlet erkanının sessizliği sürüyor. Viranşehir’de Kürtçenin eğitim dili olması ve anayasal güvence altına alınmasını isteyen yüzlerce kişi, Cumhuriyet Mahallesi Dumlupınar İlköğretim Okulu önünde bir araya geldi. Çocuklar, “Bê ziman jiyan nabe”, “Ziman çand û dîroka meye sedema hebûna meye”, “ X,W,Q Edî Bes e”, “Qedeka zimane me Kurdi re Êdî Bes e” yazılı dövizler taşıdı. TZPKurdî aktivisti Ayşe Sürücü, devlet seslendiği kısa açıklamasının ardından öğrencilere Kürtçe ders verdi.
Suruç’ta da Dikili Mahallesi Namık Sokak’ta bir araya gelen ve aralarında yüzlerce kişi anadilde eğitim istedi. Etkinliğe üniformaları ile katılan öğrencilerin ‘Ji TRT’ra serbeste ji kurdan re qedexe ye’, ‘Zimane min hebunamine’ yazılı dövizler taşıdı. Öğrencilere Kürtçe ders veren TZPKurdî aktivisti Şahin Şahin, “Her halk kendi diliyle vardır. Biz de yaşamsal hakkımız olan anadilimize eğitim istiyoruz” diye konuştu. Hilvan’da ise kampanya kapsamında DTP İlçe binası önünde bir araya gelindi. Burada da temsili Kürtçe ders verildi. TZPKurdî aktivisti Musa Sütpak tarafından verilen Kürtçe dersin ardından kısa bir konuşma yapan Hilvan İlçe Başkanı Mehmet Eroğlu,”Her ne kadar verilen ders sembolik olsa da tüm dünya duysun ki, anadilde eğitim hakkımızı dahi kullanamıyoruz” dedi. DİHA/URFA YENİ ÖZGÜR POLİTİKA


 ‘W’yi ayırdılar ‘VV’ yaptılar’

'Ciwan' ismi oldu 'Civvan'
Kürtçe isimlere, 'W', 'Q', 'X', 'Î' gibi harfler nedeniyle nüfus müdürlükleri izin vermiyor. Yeni doğan çocuklarına Ciwan Cemil ismini vermek isteyen Kılıç ailesi, nüfus müdürlüğünde 'W' engeliyle karşılaşınca 'W' yerine çift 'V' kullandı ve çocuklarının ismi Civvan Cemil olarak yazıldı.

www.gundemonline.org Türkiye'de Kürt dili üzerindeki yasak ve baskılara her yeni gün bir yenisi ekleniyor. Mersin'e 20 yıl önce ekonomik sıkıntılarından dolayı göç eden Kılıç ailesi 23 Ağustos'ta doğan çocuklarına 'Ciwan' ismini koymak istedi. Ancak isimde geçen 'W' harfi Mersin Nüfus Müdürlüğü'ne takıldı. Bebeğin babası Abdulkadir Kılıç, bebeklerine 'Ciwan Cemil ismini koyma kararı aldıklarını belirterek, 'Mersin Nüfus Müdürlüğü'ne gittim ve çocuğuma 'Ciwan Cemil' ismini takmak istediğini söyledim. Ancak müdürlükte bana 'Bilgisayar W harfini kabul etmiyor, kaydetmiyor' denildi' diye konuştu.
Kürtçe serbest diyenlere: 'Ciwan' ismi 'Civvan' olduciwancivvan
Cemil yaşanan bu olay üzerine çocuğunun ismini 'Ciwan Cemil' yerine 'Civvan Cemil' yazdırdığını belirtti. İlk iki çocuğuna da kimlik çıkarırken isimlerden dolayı sorun yaşadığına dikkat çeken baba Kılıç, 'Kız çocuğuma 'Zîlan' ismini vermek istedik. Ancak nüfus müdürlüğünde kızımın adı 'Zilan' oldu. İkinci çocuğumun adını 'Zinar' koymak istedik. O da nüfus müdürlüğünde 'Zınar' oldu. Bir de müdürlüklerde eskisi gibi 'Kürtçe isim yasak' demiyorlar bunun ince yöntemlerini bulmuşlar. Bunlardan bir tanesi de 'Bilgisayar harfleri kabul etmiyor, harfleri yazmıyor' şeklinde. Ama asıl neden Kürtçe'ye olan tahammülsüzlüktür' diye konuştu.MURAT KOLCA - MERSİN/DİHA