Wednesday, October 22, 2008

Bir Katilin Portresi: Ayhan Çarkın

image003[1] Bianet-Bakırköy Cumhuriyet Başsavcılığı, “Susurluk Davası” hükümlülerinden eski özel timci Ayhan Çarkın’ın, Arena programındaki “terörle mücadele sırasında bin kişi öldürmüş olabilirim” şeklindeki sözleriyle ilgili soruşturma başlattı.

Ayhan Çarkın kimdir?

46 yaşındaki Çarkın, Erzurum'da doğdu. Sonradan "terör" nedeniyle lise eğitimini tamamlayamadığını açıkladı. Özel Harekât kursunda Korkut Eken'den ders aldı. Özel tim polisi olarak Diyarbakır'da göreve başladı. 4 yıl görev yaptığı Güneydoğu'da kent içinde düzenlenen sayısız hücre evi operasyonuna katıldı.

Ecevit Kılıç'ın haberine göre "görev aldığı ev baskınları en fazla beş dakika sürüyor ve evlerden sağ çıkan olmuyordu". 

12 Temmuz 1991'de Nişantaşı'nda bir eve düzenlenen ve 11 kişinin öldürüldüğü operasyona katıldı.

Öldürülen kişilerin yakınlarının başvurusu üzerine AİHM, Türkiye'yi bu operasyonda yargısız infaz yapıldığı gerekçesiyle mahkûm etti.

İkinci operasyon ise 16 Nisan 1992'da Çiftehavuzlar'daki eve yapıldı. Evdeki 3 kişi öldürüldü. Çarkın ve 20 polis yargısız infaz gerekçesiyle yargılandı ancak beraat ettiler.

Abdullah Çatlı'nın ekibindeydi artık. Yanında kendisi gibi Özel Timci olan Ayhan Akça, Oğuz Yorulmaz ve Ercan Ersoy da vardı.

Bolu-Sapanca- Düzce üçgeninde Kürt insanlarının öldürülmesinde görev aldığı konuşuldu. Gazi Mahallesi olaylarında rol aldı.

Ömer Lütfü Topal suikastında yer almakla suçlandı. Beraat etti. Çarkın Susurluk Çetesinin gerçekleştirdiği eylemlerin uygulayıcısı olmakla suçlandı. Dava sonunda 4 yıl ceza aldı. 20 ay cezaevinde yattı.

Yargılanırken Çarkın, “Bu benim savaşım değildi, Türkiye Cumhuriyeti'nin savaşıydı. Susurluk davası nedeniyle 19 yıllık görevimden alındım. Savunmasız bırakıldım” dedi.
Çarkın'ın evinde her operasyondan sonra üstlerinin verdiği 350 takdirname var.

13 Ağustos 1993'de İstanbul Perpa'da bir kafeye düzenlenen baskında Dev-Sol üyesi oldukları gerekçesiyle beş kişi öldürüldü. Çarkın'ın baş aktör olduğu operasyonda, çatışma yaşanmadan bu kişilerin öldürüldüğü ortaya çıktı.

Çarkın ve 8 polis bu operasyon nedeniyle kasten adam öldürmek suçundan hâkim karşısına çıktı. Mahkeme, Çarkın ve 4 polisi önce idama mahkûm etti ardından indirimler yaparak 3 yıl 10 ay ağır hapis cezasına çarptırdı. Ama Yargıtay sanıkların beraat etmelerini istedi. (EZÖ)

Çarkın'ın Öldürdüğü "Bin Kişi"den 17'si de Gazi Mahallesinden

"Çok abi, hangisini söyleyeyim? Terörle mücadele için belki bin kişi öldürmüşümdür.12 tane idamla yargılandım. Hiç bir özlük hakkım yok. İçişlerinden rica ediyorum, ben sizin namusunuzum, bana sahip çıkın."

Star Televizyonunda yayınlanan Arena programında Uğur Dündar'ın "Kaç olayınız vardır?" sorusuna Eski Özel Harekat polisi Ayhan Çarkın'ın cevabı böyle.

Susurluk Davasının sanıklarından Çarkın'ın bahsettiği cinayetlerin 17'si de hayatını Gazi olaylarında kaybetti.

Özel timci Ercan Ersoy, HBB Televizyonunda Çarkın'la birlikte Gazi Mahallesinde olduklarını açıklamıştı. Susurluk davasında yargılanan özel timci Çarkın ve Oğuz Yorulmaz'ın Gazi Mahallesi'nde halkın üzerine ateş açtığını gösteren fotoğraflar vardı.

Gazi Olayları...

Bu cinayetleri "devlet için" işlediğini söyleyen Çarkın "Madem biz yargılandık Veli Küçük de yargılansın, siyasiler de yargılansın" diye ekledi. 

Eski Polis Şefi ve İçişleri Bakanı Mehmet Ağar da Susurluk Komisyonu'na verdiği ifadede, terörle mücadele adına "1000 operasyon yaptık" demişti. 

Yıl 1995. Dönemin Başbakanı Tansu Çiller, İçişleri Bakanı Nahit Menteşe, Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Daire Başkanı Hanefi Avcı, İstanbul Emniyet Müdürü Necdet Menzir, İstanbul Valisi Hayri Kozanoğlu.

Alevilerin yaşadığı İstanbul'un Gaziosmanpaşa ilçesi'ne bağlı Gazi Mahallesi'nde 12 Mart günü akşam saatlerinde üç kahvehane ve bir işyeri aynı anda otomatik silahlarla açılan ateşle tarandı. Halil Kaya hayatını kaybederken, beşi ağır yirmi beş kişi yaralandı. Mahalleli polisin geç müdahale ettiklerini öne sürerek karakola yürüdü. Polis grubun üzerine ateş açtı. Ölen 17 kişiden yedisinin polis mermisiyle hayatını kaybettiği belirlendi.

Gazi Davası

Eyüp Cumhuriyet Başsavcılığı, 20 polis hakkında "müdafaa ve zaruret sınırını aşarak faili belli olmayacak şekilde adam öldürmek" iddiasıyla dava açtı. Beş yıl içinde 31 duruşma yapdı; dava 3 Mart 2000'de karara bağlandı.

Polis memurları Adem Albayrak ve Mehmet Gündoğan hapis cezası aldı.

2002'de Yargıtay kararı onadı; yakınlarını kaybeden 22 kişi Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne başvurdu. Mahkeme Türkiye'yi toplam 510 bin avro tazminat ödemeye mahkûm etti.

Ergenekon iddianamesinde Gazi olayları

Ergenekon iddianamesinin 254. sayfada "9 No'lu gizli tanık (...) Gazi Mahallesindeki Kahvehane taramasının Veli Küçük'le birlikte hareket eden Osman Gürbüz'ün gerçekleştirdiğini, aynı oluşum içinde Sedat Peker'in de olduğunu beyan etmiştir" deniyor.

260. sayfada Sedat Peker'in "Bunlar cahil, Bunlar birkaç kişi o Ayhan Çarkın, Korkut Eken, Semih filan. Böyle sağda solda birkaç kahveye mahveye ateş edip ortalığı karıştırıp. Gazeteci diyordu ki amaç ortalığı karıştırmak. Öyle üç beş tane faili meçhul cinayet yapacağız. Ortalık karışacak. Bir de bunların sonu kötü olacak" dediğine yer veriliyor. (EZÖ/EÜ)

ANADOLU’NUN EVLATLARI

Camp[1]

YÜZ YILIN TANIKLARI

“Bu kitapta, Anadolu’nun farklı dinden, farklı dilden, farklı milletten, farklı kültürlerden insanların başlarına gelenleri ibretle okuyacaksınız. ‘Bu kadar da olur mu? Bir ana, evladına bunu da yapar mı? Bir devlet kendi vatandaşlarına böyle davranır mı?’ diye soracak, anlatılanlara inanamayacaksınız. Halbuki bu kitap, gerçek hayattan birkaç sayfa, okyanustan sadece birkaç damladır.

Bu kitapta, son yüz yılda, istemeden, mecburiyetten, gözleri arkada kalarak Anadolu’dan, Türkiye’den ayrılmış, dünyanın dört bir yanına savrulmuş insanlardan otuz altısının, gerçek hayat hikayelerini okuyacaksız.”

640 sayfa

Fiyatı : 24.80 € + posta ücreti:

Almanya: 1.4€

Avrupa: 4.5€

Amerika & Kanada uçakla: 11.- €

Normal posta: 7.-€

Türkiye: Normal posta: 4.5 €

İsteme adresi:h_ kemal_yalcin@yahoo.de

Kitapta yer alanlar:

Nesrin Görsev – Doğan Görsev

Nusaybinli Sabri Atman

Los Angeles Ararat Huzurevi’nden

Karslı Rosa Razaryan

Balıkesirli Bedros Seropyan

Yozgatlı Mari Atamyan

Sırpazan Karekin Bekçiyan

Kapadokyalı Thomas Cosmades – Amerikalı Lila Cosmades

Yozgatlı Eftik Demirkapı- Hataylı Cevdet Demirkapı

İstanbullu Garo Eroyan

Ohannes Garavaryan – Karmen Garavaryan

Herman Hıntiryan – Arek Hıntiryan

Aydın Karahasan – Nevin Karahasan

Enver Karagöz – Işılay Karagöz

Vartkes Kaprielyan – Zağik Kaprielyan

Yaşar Kaya – Sayımgül Kaya

Hamdi Maskar – Havva Maskar

Midyatlı Albert Sevinç(Hadodo) -Tahranlı Shakeh Sevinç (Zeynalian)

İstanbullu Anjel Başar

Binali Bozkurt – Senem Bozkurt

Sivaslı Nişan Şimanoğlu

İstanbullu Seta Ağacan – Varujan Ağacan

İstanbullu Hrant Torunyan- Araksi Torunyan

Anadolu’nun Evlatları

Sunuş

“Anadolu” adı, Yunancada “güneşin doğduğu ülke” anlamına gelen “Anatolia” kelimesinin Türkçeleşmiş biçimidir. Anadolu, Türkçede ana kavramını, sevgiyi, zenginliği, büyüklüğü çağrıştırır.

“Güneşin doğduğu yer” olan bu topraklar on bin yıldan beri çok çeşitli medeniyetlere, kültürlere beşik; çeşitli halklara, milletlere anayurt, anavatan olmuştur. Anadolu’dan çok çeşitli dinler, inançlar, Tanrılar gelip geçmiştir.

Ahmet Arif, bir şiirinde “Havva Anan dünkü çocuk sayılır / Anadoluyum ben / Tanıyor musun?” dizeleriyle özetler Anadolu tarihinin derinliğini.

Türk boyları MS XI. yüzyılda Anadolu’ya geldiklerinde karşılarında toprağa yerleşmiş; sanatta, kültürde, bilimde, üretimde, ticarette gelişmiş Bizans İmparatorluğu’nu bulmuşlardı. Bu imparatorluğun içinde Ermeniler, Rumlar, Pontoslular, Kürtler, Araplar, Cenevizliler, Süryaniler yaşıyordu. Anadolu bir Hıristiyan ülkesiydi. Toplam nüfusları beş milyon kadar olan bu halklar Anadolu’nun sahipleriydi. XI. yüzyıl boyunca gelen Türk boylarının, aşiretlerin toplam nüfusları ise dört yüz bin kadardı. Türk boyları göçebeydi. Yerleşik halkların kültürlerine, üretim biçimlerine yabancıydı. O zamanlar henüz “Türkiye” diye bir kavram, bir devlet yoktu.

Anadolu’nun Türkleştirilmesi, Müslümanlaştırılması, Sünnileştirilmesi bin yıldan beri devam eden uzun bir süreçle olmuştur. Bu süreç, en hızlı ve en kanlı biçimiyle yirminci yüzyılda gerçekleştirilmiştir.

1914 yılında yapılan Osmanlı nüfus sayımına göre, Türkiye Cumhuriyeti’nin şimdiki sınırları içinde yaşayan toplam nüfus yaklaşık 16.5 milyondu. Bu nüfusun dört milyon kadarı Ermeniler, Rumlar, Süryaniler, Yahudiler, Yezidiler ve diğer Müslüman olmayan insanlardan meydana geliyordu. Toplam nüfusun dörtte biri gayrimüslimdi. 94 yıl sonra, 2008 Türkiye’sinde ise toplam yüz bin kadar Hıristiyan kalmıştır.

Nereye gitti, ne oldu bu insanlara?

Cumhuriyet döneminde, nüfus mübadelesi ve göçlerle Türkiye’ye gelen insanlardan çok daha fazla sayıda Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı, özellikle 6-7 Eylük 1955 hadiseleri sonrasında, Avrupa ülkelerine, Amerika’ya, Kanada’ya, Avustralya’ya ve dünyanın dört bir yanına kimi gönüllü, kimi gönülsüz göç etmiştir.

Ayrıca 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 askeri darbelerinden sonra binlerce Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı Batı Avrupa ülkelerine siyasi nedenlerden iltica etmiştir. İlticacı akını tüm engellemelere ve zorluklara rağmen hâlâ devam ediyor.

Kolay mıdır bir insanın doğup büyüdüğü, köksaldığı topraklardan, yerinden yurdundan, varolduğu kültürel ve doğal çevreden kopması, ayrılması?

Bu kitapta, son yüz yılda, istemeden, mecburiyetten, gözleri arkada kalarak Anadolu’dan, Türkiye’den ayrılmış, dünyanın dört bir yanına savrulmuş insanlardan otuz dördünün gerçek hayat hikayelerini okuyacaksız.

Bu insanların tümü, benim çeşitli vesilelerle tanıma olanağı bulduğum insanlardır. Dostlarımdır, kardeşlerimdir, arkadaşlarımdır. Ben de onlardan biriyim. Aramızda kader birliği var.

Bu kitapta yer alan insanlardan her biri, söndürülmüş ocaklarını, yıkılmış hayatlarını, bin bir zorlukla yeniden kurmuş, kendi alanlarında başarılı olmuşlardır. Anadolu’nun refahı ve ilerlemesi için harcayacakları emeklerini, enerjilerini, yeteneklerini göç ettikleri ülkenin kalkınmasına harcamışlardır.

Kitapta yer verdiğim insanlar ve onların dahil olduğu milletler bir zamanlar Anadolu mozaiğinin değerli, ayrılmaz parçalarıydı. Anadolu kültürlerin, dinlerin, dillerin, ırkların özgürce yaşadığı, harmanlandığı, çiçeklendiği dönemlerde Anadoluydu. O zamanlar farklılıklar bir zenginlikti. Yunus Emre, “Adımız miskindir bizim / Düşmanımız kindir bizim / Biz kimseye kin tutmayız / Bütün insanlar birdir bize.” diyordu.

Son yüzyılda Anadolu’nun kültürel zenginlikleri solduruldu. Diller susturuldu. Anadolu mozaiği parçalandı, betonlaştırıldı. Bu kitapta Anadolu’nun farklı dinden, farklı dilden, farklı milletten, farklı kültürlerden evlatlarının başlarına gelenleri ibretle okuyacaksınız. “Bu kadar da olur mu? Bir ana, evladına bunu da yapar mı? Bir devlet kendi vatandaşlarına böyle davranır mı?” diye soracak, anlatılanlara inanamıyacaksınız. Halbuki bu kitap, gerçek hayattan birkaç sayfa, okyanustan sadece birkaç damladır.

Kitapta yer alan Anadolu’nun her evladı, kendi hayatını kendi diliyle anlattı. Ben onların anlatımlarına, düşüncelerine, değerlendirmelerine, yorumlarına müdahale etmedim. Herkesin anlatımlarını kaleme aldıktan sonra, kendilerine okudum. Onaylarını alarak yayınladım. Bu nedenle herkesin düşüncesi kendisini bağlar.

Bu insanlar, vatan hasretiyle, geçmişlerinin acı tatlı hatıralarıyla yaşayan ve gözleri açık giden Anadolu’nun özevlatlarıdır. Her biri, son yüzyılın canlı tanıklarıdır. Onlar Türkiye’den, Anadolu’dan farklı zamanlarda, farklı biçimlerde kopmuşlardır. Bazıları ayrıldığı yerleri bir daha hiç görememiştir. Bu nedenle kullandıkları Türkçe ve anlatım tarzları farklıdır. Cümle yapılarına, kelime bilgilerine bilerek dokunmadım. Bütünlük sağlamak amacıyla benzer soruları sordum. Kimseye soracağım soruları önceden söylemedim. Herkesin içinden geldiği gibi konuşmasına önem verdim.

Anadolu’nun Evlatları, aradan uzun yıllar, çok acılı olaylar yaşamalarına rağmen, “Nerelisiniz?” sorumu, “İstanbulluyum, Kapadokyalıyım, Tokatlıyım, Sivaslıyım, Malatyalıyım, Iğdırlıyım, Midyatlıyım!” diye cevapladılar. Hiçbirinde kin, nefret, intikam görmedim. Onlar Anadolu’yu, doğduğu toprakları hiç unutmamışlardı. Ya Tokatlılar, Kapadokyalılar, Maraşlılar, Yozgatlılar, İstanbullular kardeşlerini ve Anadolu, bağrından kopmuş evlatlarını sevgiyle hatırladı mı, hallerini hatırlarını hiç sordu mu? Kardeşin duymadığını eloğlu duydu yabanellerde!

Nasıl bir yönetim anlayışıdır ki, kendi gibi düşünmeyen, hakkını arayan, özgürlük isteyen vatandaşlarına hiç acımasız davranmış, bazen insanları birbirine düşman etmiş; akıl mantığın yerine şiddet kullanmıştır.

Anadolu’nun Evlatları keşke Anadolu’da kalsalardı! Keşke Anadolu’yu tek renkli beton yapmak için harcanan zaman; savaşlara, yıkımlara, kırımlara harcanan para Anadolu’nun çok kültürlü, çok renkli varlığını zenginleştirmeye harcansaydı! Keşke bu acılar yaşanmasa, bu gözyaşları sel olup akmasaydı!

Bu kitapta yer alan Anadolu’nun Evlatları’nın sevinçleri benim de sevincim, acıları benim de acılarımdır.

Bu kitabı birbirimizi anlamak, dünümüzü hatırlamak, geçmişin acılarından ve mutluluklarından bugünün ve geleceğin adaletli, barışçı, insancıl, özgür toplumunu yeşertebilmek için yayınlıyorum.

Hayatlarını olduğu gibi bana anlatmış, yazmış, açıklamış, zaman ayırmış olan Anadolu’nun Evlatlarına çok teşekkür ederim.

Kitabımı dikkatle okuyarak düzeltmeler yapan değerli kardeşim Brenda Başar, Sultan Yıldız ve Agop Yıldız’a; bana yardımcı olan arkadaşlarıma ve konuşma kasetlerini sabırla yazıya döken sevgili eşim Necla’ya teşekkürü bir borç bilirim.

Bochum, 8 Mayıs 2008 Kemal Yalçın

Geçmişle İlişkimiz

( 84 yaşındaki, Kayseri Talaslı Thomas Cosmades’in, 20 Eylül 2008 günü, Köln’de, Kemal Yalçın’ın “Anadolu’nun Evlatları” adlı kitabının tanıtım toplantısında yaptığı konuşmadır.)

Washington’daki Büyük Arşiv Merkezi’nin giriş kapısı üzerinde önemli bir yüreklendirme göze çarpar: “Geçmişi araştır, önsözdür.”

Herhangi bir kitaba onun önsözünü okumadan başlamak hiç kuşkusuz belirgin bir eksiklik ve ilgisizlik olur.

Kemal Yalçın’ın övülmeye değer son kitabı “Anadolu’nun Evlatları”nın Sunuş’unu dikkatle okumadan diğer bölümlerini okumaya başlamak konuyu kısır bırakır.

Her şeyin bir önsözü vardır: Dünyamızın, ulusların, kültürlerin, toplumların, ailelerin ve kişilerin... Bu önsözler ilgilenene sağlam ve etkin bir yol gösterici olabilir.

Ne yazık ki, ŞİMDİ’de, BUGÜN’de varlığını sürdüren kimi insanlar, olup bitenlerin önsözünü önemsemeden, yaşam gidişlerini düzenlemeye çalışıyorlar. Ünlü devlet adamı Winston Churchill (1874-1965) tanığı olduğu tarih dönemini ve ondaki olguları kapsayan altı ciltlik, hacimli anılar dizisini yazdı. Churchill, kitabının başlangıcında çarpıcı bir gözlemde bulunuyor:

“Geçmişten ders almayan, ondaki acı olayları yinelemeye mahkumdur.”

İçinde yaşadığımız bu dönem medyanın merceği altındadır. Günümüz dünyasında “Invesgative Reporting” “Araştırıcı bildirişim” yöntem’i medya alanını şekillendiriyor.

Güncel haberleri sadece gördükleri ve duydukları çerçevede halka ileten muhabirlere gülenler eksik değil. Nesnel haberciyim derken, herhangi bir konuyu enine boyuna araştırmadan, derinine inmeden, öznel bir dille yazmaya yeltenen kişi, yanlış bilgi vermenin kurbanı olmuştur. Günümüzde bu türden haber yapanlar pek çoktur.

Öte yandan, önemli bir olgunun ayrıntılarına uzanan, geçmişine ilişkin bilgi toplayan, karanlıkta kalmış noktaları aydınlığa çıkaran, gizlilikte saklı gerçekleri bilinçlendiren, didikleyen, deşen yazarlar basın ödülleri topluyor.

Bu dönemde haddim olmayarak her yazara seslenmek isterim:

Herhangi bir konuyu nesnellikten ayrılmadan tanıtmak istiyorsanız, onun taaa derinine inmeye, her ayrıntıyı incelemeye dikkatle önem veriniz. Bunları uygar bir davranışla ve cesaretle yapınız. Ele aldığınız konuları ve sorunları iyice elemeye, eleştirmeye uğraşınız, ter dökmekten kaçınmayınız. Sadece bu yöntemle hem öznellikten sıyrılabilir, hem de apaçık nesnel, okuyana yararlı olabilecek doğru bilgiler verebilirsiniz.

Duygularınızı, heyecanlarınızı, önyargılarınızı bir yana bırakınız. Yalnız bu tutum kişiye basın ödülünü getirebilir.

Kemal Yalçın bu sözlerle anlatılabilecek bir yazardır. Onun kitaplarında, roman biçiminde yazılmasına rağmen, nesnel, uzun araştırmalar sonunda elde edilmiş bilgi pek çoktur. Yazılarını dikkatle okurken her paragraf ve satırda bu inceliğe rastlanır. Sürükleyici, heyecanlandırıcı, kalemi okuyucuyu askıda bırakmıyan, dalıcı ve akıcı yazı biçimiyle etkisi gitgide boyutlanıyor. Bu yüzden Kemal Yalçın, günümüzün hatırı sayılır bir Türk yazarıdır. Topladığı takdir her kitabıyla birlikte çoğalmakta.

Başlangıçta anlattığım özdeyişi (motto) bir kez daha hatırlatmak isterim:

“Geçmişi araştır, önsözdür.” Kemal Yalçın tam bunu yaptı, yapmaya da devam ediyor. O Türk edebiyatında çığır açmış bir yazar oldu.

Kemal Yalçın tam bunu yaptı, yapmaya da devam ediyor. O Türk edebiyatında çığır açmış bir yazar oldu.

Kemal, benim gözümde, bu atılıma hiç çekinmeden, yılmadan, nabza göre şerbet vermeden dalan bir yazardır. Kendisiyle ilk tanıştığımda, “Sen bir çığır açmaktasın!” demiştim. Kemal’in açmış olduğu bu çığır, pek çok kişiyi, hiç bilinmeyen ufuklara taşıdı, başkalarını da aynı çığırın yolcusu haline getirdi. İnanıyorum ki, onun adı, daha geniş çapta duyulacak, uğraşları uzun boyutlara ulaşacak. Bu mutlu olaya katılmaktan ben de özel bir sevinç duyuyorum.

Kemal Yalçın’a bol başarılar diliyorum. Gerek son kitabı “Anadolu’nun Evlatları”, gerekse öbür kitaplarının Türkçe’de ve çevrildiği başka dillerde pek çok kişi için aydınlatıcı ve bilgilendirici olmasını tüm yüreğimle dilerim.

Konuşmamı noktalarken çok önemli bir bilgiyi sizlerle paylaşmak isterim. Dünya çapında nam sahibi olmuş, Anadolu toprakları üzerinde tarihsel-arkeolojik çok derin araştırmalar ve çalışmalar yapmış olan Profesör Arnold J. Toynbee (1889-1975) Anadolu’da doğan sonra da batan 17-18 uygarlıktan söz etmekte. Geniş çapta yayınlanan A Study of World History önde gelen bir tarih yapıtıdır. Yorumlayıcı bir tarih bilgini olan Dr. Toynbee, Anadolu uygarlıklarının niçin ve nasıl battığını aydınlatmaya çalışır. Yeryuvarlağının bu seçkin parçasında beliren en son uygarlık Türkün’küdür. Bu tamamlayıcı uygarlığın gerilere değil, aydınlatıcı-ilerici-katkıcı bir uygarlık atılımına yönelmesini candan dileyelim.

Köln, 20 Eylül 2008 Kapadokyalı Thomas Cosmades

Cüretkâr bir yazı yazacaktım

ertugrul ozkok Ertuğrul Özkök-Hürriyet

GEÇEN hafta AKP Genel Başkan Yardımcısı Dengir Mir Mehmet Fırat’la üç DTP milletvekilinin yedikleri yemeği çok önemsemiştik.
O nedenle pazar günü bunu manşete çıkarmaya karar verdik.
Çünkü 22 Temmuz seçiminden beri, DTP ile kanalların açık tutulması politikasını savunuyorum.
Biz böyle yaptık ama, AKP kanadından hiç beklemediğimiz bir tepki ile karşılaştık.
Önce, "Restoranda tesadüfen bir araya geldiklerini" söylediler.
Ancak Hürriyet ve Kanal D Haber muhabirleri, restoranın sahibi ile görüştü.
Rezervasyonu DTP’liler yaptırmış ve üç kişi için değil, 4 kişi için yer ayrılmış.
Yani daha o gün bu açıklamanın doğru olmadığı kanıtlandı.
Sonra, "Bu görüşmeden Başbakan’ın da haberdar olduğu" bilgisini yalanladılar.
Keşke böyle bir görüşme onun bilgisi dahilinde yapılsaydı.
* * *
Dediğim gibi, hem hükümetin hem muhalefetin DTP ile görüşme kanallarını açık tutmasında yarar var.
O nedenle bu hafta, biraz riskini de alarak, cüretkár bir yazı yazmaya hazırlanıyordum.
Mesela, "İmralı’da teröristbaşı Abdullah Öcalan’a kötü muamele yapıldığı" yolundaki dedikodulara yer verecek hareketlerden kaçınılması gerektiğini yazacaktım.
Çünkü biz istediğimiz kadar "teröristbaşı" diyelim, bu ülkenin bir bölüm insanı da onu "lider" olarak görmeye devam ediyor.
Ve o kanatta "lidere tapınma" duygusu bizlerden çok daha kuvvetli.
Eğer aramızdaki sorunu gerçekten çözmek istiyorsak, gurur kırıcı davranışlardan da kaçınmamız gerekir.
Kürt sorununun çözümünün en büyük zorluğu, "psikolojik duvarları" yıkamamaktır.
Bu duvarlar yıkılmadıkça, sorun da çözülemez.
O nedenle İmralı’daki televizyon, gazete yasaklarının kaldırılmasının yararlı olacağını, görüşmelere biraz daha esneklik getirilmesini yazacaktım.
İçerdeki insan bir terör örgütünün başı olsa da, Türk devletinin elindeki bir mahkûmdur ve medeni bir ülkeye yakışır muamele görmek hakkı vardır diyecektim.
* * *
Şimdi bunlardan vaz mı geçtim?
Hayır, aynı şeyleri söylüyorum.
Ama son 3 gündür, Öcalan yandaşlarına ve DTP’nin bir bölümüne hákim olan havaya bakınca, yazımın önceliğini değiştirdim.
Anladım ki, Türk Devleti’nden önce DTP’ye dönüp birkaç laf etmem lazım.
Son 3 gündür Türkiye’nin her yerinde yapılan provokatif gösteriler ve DTP’nin, Ahmet Türk gibi en aklı başında insanlarının bile açıklamalar, Başbakan’ın Diyarbakır ziyareti sırasında yapılanlar bende şu izlenimi uyandırıyor:
"Aktütün olayının yarattığı şımarıklık..."
Evet, duygumu da açık açık yazıyorum.
Ve diyorum ki, bu şımarık davranışlar sorunu çözmez, tam aksine, içinden çıkılamaz hale getirir. Bedeli de ağır olur.
Bir karakol baskını, oraya buraya yerleştirilmiş üç beş mayın, çocukları sokağa sürecek kadar küçülmüş birkaç sokak gösterisi, şehirlerde sekiz on araba yakmak, baskıyla, silah zoruyla kepenkleri indirtmek...
Yani bunlarla sonuç alınacağını düşünenler mi var?
Buna inanan varsa, ya saftır, ya da tahmin edemeyeceğimiz kadar kötü provokatör.
Kimse, böyle pespaye yöntemlerle sonuç alabileceğini sanmasın.
Açıkça ifade ediyorum.
Türk’ün gururunu kıracak, öfkesini artıracak kışkırtmalarla sonuç alamazsınız.
Ama şunu da açıkça söylüyorum.
Kürt’ün gururunu kıracak uygulamalarla da bu soruna kalıcı çözüm bulunamaz.
İşte o yüzden Ahmet Türk’ün son iki gündür yaptığı açıklamalar kafamı karıştırdı ve kendi kendime sordum.
Ben bugüne kadar Ahmet Türk’ü hep yapıcı bir insan olarak gördüm.
Acaba ben mi çok saftım, yoksa o mu çok iyi takiye yapıyordu?
Eğer şımarıklık günleri geçtiyse, oturup bunları ciddi ciddi konuşmalıyız.

2 - Osmanlı’dan bugüne Kürtler ve Devlet

21trf14Ataturk_1919_Sivas-1[1]

     2- Erzurum ve Sivas Kongreleri’nde Kürtler temsil edildi mi?

Ayşe Hür-Taraf

Mustafa Kemal Vahdettin görevlendirmesiyle, 3. Ordu Müfettişi ve ‘Fahrî yaver-i hazret-i şehriyari’ unvanı ile 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıktıktan kısa süre sonra Doğu ve Güneydoğu Anadolu’daki bazı Kürt aşiret reislerine telgraflar çekmişti. Telgraflarda kendisinin Sultan tarafından atandığını yakın bir zamanda Kürdistan’ı ziyaret etmek istediğini söylüyor, aynı zamanda ülkenin işgalci güçlerden kurtuluşu için onlardan destek istiyordu. Osmanlı Meclis-i Mebusanı ve Diyarbakır’daki Kürt Kulübü’nün üyesi Kamil Bey’e ve Diyarbakır’lı Cemil Paşazade’ye çektiği telgraflarda, İngiltere’nin bağımsız Kürdistan’ı Ermeni çıkarlarına kurban etmeye çalıştığını, halbuki Kürtlerin ve Türklerin kardeş olduğunu söyledikten sonra ‘Bizim varlığımızın Kürt’lerin,Türk’lerin ve bütün Müslümanların yardımına ihtiyacı var. Genel olarak hepimiz bağımsızlığımızı korumalıyız ve ülkemizin bölünmesine izin vermemeliyiz. Ben Kürt’lere, Osmanlı Devletinin parçalanmaması şartı ile, onların gelişmesine ve ilerlemesine vesile olacak bütün hukuk ve imtiyazın verilmesinden yanındayım” diyordu. (Ghalib Sabah, “The Kurds between Sevres and Laussanne: to what extend does the Treaty of Sevres justify the Kurds’ nationalism aspiration?”, Londra Üniversitesi Tarih Bölümü’nde kabul edilmiş master tezinden, s.26)
KÜRT LAWRENCE FAKTÖRÜ • Mustafa Kemal’i bu vaatleri yapmaya götüren en önemli faktör İngiltere’nin 1919’un yazında, Kürt’lerin ‘devlet kurma kapasitesi’ni anlamak için daha sonra ‘Kürt Lawrence’ olarak tanınan istihbarat binbaşısı E.W.C. Noel’i, Kürdistan’a göndermesiydi. Bağımsız Kürdistan devletinin ateşli taraftarı olan Noel, Celadet Bedirhan ve Kamran Bedirhan başta olmak üzere Bedirhanilerle ilişki kurmuştu. Bu haber Mustafa Kemal’e ulaştığında Noel ve arkadaşlarının tutuklanması için emir çıkardı. Bu işte bazı Kürt aşiret reisleri Mustafa Kemal’e rehberlik ve yardım ettiği gibi Mustafa Kemal’e destek mesajları gönderdiler. Halbuki Noel’in Nisan 1919’da Musul’dan çıkarak bir çok merkeze uğradıktan sonra Haziran ayında Diyarbakır’da sona eren gezisi Kürtlerden ziyade Yunanlıların Ege’ye yaptığı çıkartmadan sonra hemen hepsi eski İttihatçı olan Kürt Kulübü üyelerinin hakim olduğu bölgede, bir katliama uğramaktan korkan gayrimüslimlerin durumunu tespit etmeye yönelikti. Noel gezi sırasında bazı önemli Kürt aşiretlerinin ‘ulusal’ bir yapıyı taşıyacak güçte ve gelişmişlikte olmadığını da tespit etmişti. Nitekim bir süre sonra başka gerekçeler de araya girince İngilizler ‘bağımsız bir Kürdistan’ projesinden vazgeçtiler. Bunun üzerine Mustafa Kemal Kürtleri, Vilayat-ı Şarkiye Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin (VŞMHC) Erzurum’da yapılacak genel kongresine davet etmeye karar verdi. (Andrew Mango, “Ataturk and Kurds”, Vol. 35, No.4, 1999, s. 1-10)
WILSON PRENSİPLERİ • VŞMHC, 1918’de İttihatçılar tarafından İstanbul’da kurulmuştu. Amacı, Doğu Anadolu bölgesinde bir Pontus devleti ya da Ermenistan kurulmasını önlemekti. Erzurum’a giderken hem Türk tarafının hem de Kürt tarafının temel beklentisi, Mondros Mütarekesi ile her köşesi yabancı işgaline uğramış Anadolu’da, ABD Başkanı Wilson’un ‘14 İlkesi’ uyarınca bir çıkış yolu bulmaktı. Çünkü Wilson ilkelerinin temelini savaş sonrasında kurulacak dünya düzeninin ‘milliyet esasına göre’ olması oluşturuyordu. 14 İlke’nin 12. maddesi ise “Osmanlı İmparatorluğu’nun Türk olan kısımlarının Osmanlı egemenliği sağlanacak fakat Türk olmayan diğer halklara otonom idareler verilecek, Çanakkale Boğazı’nın milletlerarası garanti altında her milletin gemilerine daimi suretle açık olacak” diyordu. Wilson’un Ermeni mandası konusunda isteksiz olması da eklenince Kürtler ve Türkler, ABD’ye iyice sempati duymaya başlamışlardı.
İTTİHATÇILARIN HAKİMİYETİ • 23 Temmuz 1919’da başlayan kongreye, Türklerin ağırlıklı olduğu Erzurum Vilayeti’nden 24 (bazı kaynaklara göre 26) kişi, Sivas Vilayeti’nden 12 (bazı kaynaklara göre 10) kişi, Trabzon Vilayeti’nden 18 (bazı kaynaklara göre 16) kişi katılırken, Kürtlerin ağırlıklı olduğu Bitlis Vilayeti'nden dört kişi, Van Vilayeti’nden iki kişi katılmıştı. Bunlardan 33’ü (bazı kaynaklara göre 53’ü) İttihatçı, ikisi Hürriyet ve İtilafçı idi. Delegelerin 22’si Kürt asıllıydı ama Kürtleri temsil etmiyorlardı. Aksine, İttihatçıların Türkçülük ideolojisini benimsemiş kimselerdi. (Derviş Kılınçkaya, “Milli Mücadele’de Kongreler ve İttihatçılık Sorunu”, http://www.ait.hacettepe.edu.tr/akademik/arsiv/kongr.htm.)
Öte yandan, kongreye Alevi (Kızılbaş) Kürtlerin yurdu olan Dersim Vilayeti’nden kimse seçilmemiş ve katılmamıştı. Yine ağırlıklı olarak Kürtlerin yaşadığı Elaziz’den katılacak dört kişiyle, Mardin’den katılacak üç kişiyi Elaziz Valisi Ali Galip engellemişti. Diyarbakır’dan seçilen üyeleri ise (kaç kişi bilinmiyor) Diyarbakır Valisi engellemişti. Kürt milliyetçiliğinin önderlerinden olan Cibranlı Miralay Halit Bey kongreye davet edildiği halde mazeret gösterip katılmamıştı. (Bunun nedeni 1925’te anlaşılacaktı.) Seyit Abdülkadir’in başını çektiği Kürt Teali Cemiyeti ise, Erzurum Kongresi’nce gönderilen heyeti sessizce dinleyip, başlarının çaresine bakmalarını söylemişti. Bağımsız Kürdistan peşindeki Bedirhaniler ise yurt dışına çıkmışlardı.
Böylece Kürt milliyetçiliğinin temsilcileri olmadan toplanan Erzurum Kongresi’nin 7 Ağustos 1335/1919 tarihli Beyannamenin 1. maddesinde Erzurum, Sivas, Diyarbakır, Mamuretülaziz, Van, Bitlis Vilayeti dahilindeki toprakların ve üzerlerinde yaşayanların ayrılamayacağı ifade edilerek, Türk milliyetçilerinin Misak-ı Milli söylemi kağıda geçiriliyordu. Beyannamenin 8. maddesinde ise Wilson’un ‘milletlerin kendi kaderini tayin hakkı’ prensibinin geçerliliği vurgulanıyor, konunun toplanacak ‘milli meclis’te ele alınacağı vaat edilerek, deyin yerindeyse, Kürtlere ‘havuç’ uzatılıyordu. (Kongre hakkında ayrıntılı bilgi için: Cevat Dursunoğlu, Milli Mücadelede Erzurum,Ankara 1946; Süleyman Necati’nin Hatıra Defteri, Yay. Haz. Ali Birinci, İstanbul 1999)
SİVAS KONGRESİ’NDE NE OLDU? • Peki, Mustafa Kemal'in ‘asıl’ kongre kabul ettiği Sivas Kongresi'nde Kürtler temsil edildi mi? Maalesef hayır. Sivas’a gitmek üzere Erzurum’da seçilen 8 kişilik ‘Heyet-i Temsiliye’ şu üyelerden oluşmuştu: Mustafa Kemal (Eski Üçüncü Ordu Müfettişi); Rauf Bey (Eski Bahriye nazırı), Hoca Raif Efendi (Eski Erzurum Milletvekili), İzzet Bey (Eski Trabzon Milletvekili) , Servet Bey (Eski Trabzon Milletvekili), Şeyh Fevzi Efendi (Erzincan’da Nakşî Şeyhi), Sadullah Efendi (Eski Bitlis milletvekili), Hacı Musa Bey (Mutki Aşiret Reisi.)
Bu sekiz kişiden son beşi, Erzurum Kongresi’ne delege olarak bile katılmamışlardı. Trabzonlu delegeler o günlerde Milli Mücadele’ye katılmak yerine özerk bir Trabzon oluşumu peşinde koşan Trabzonluları ikna etmek için seçilmişti, Kürt delegeler ise Türk-Kürt ittifakı görünümünü pekiştirmek için listeye yazılmışlardı. Mustafa Kemal’in Erzurum’a özel olarak davet ettiği Mutkili Hacı Musa Bey, bölgesinde zorbalığıyla tanınan bir aşiret reisiydi, korkusundan bölgesinden çıkamadığı için Sivas’a da gidememişti.
Sonuçta, 4 Eylül 1919’da açılan Sivas Kongresi’nde Mustafa Kemal ve arkadaşlarıyla beraber sadece 38 kişi hazır bulundu. Kongre’ye Osmanlı dönemi yöneticilerinden İttihatçı Mazhar Müfit’in (Kansu) dışında herhangi bir Kürt asıllı katılmadı. Diyarbakır temsilcisi olarak giden İhsan Hamid, Sivas’a yetiştiğinde kongre sona ermişti. Ancak, kongreye katılmayan İhsan Hamid, Sadullah Efendi ve Hacı Musa Mutki adlı üç Kürt reisi, 12 üyeden oluşan başkanlık konseyine seçilerek Türk-Kürt ittifakı zahiren de olsa kuruldu. Kongreye damgasını İttihatçılık ve manda meseleleri vurduğu için, Wilson Prensipleri uyarınca ‘kendi kaderini tayin hakkı’ gibi konular ele alınmadı. Kongrenin sonuç bildirisinde sadece "Milli iradeyi temsil etmek üzere Millet Meclisi'nin derhal toplanması mecburidir" gibi muğlak bir ifadeyle yetinildi ve Ankara’ya doğru yola çıkıldı. (Uluğ İğdemir,  "Sivas Kongresi Tutanakları, 1999.)
BÜYÜK DEVLETLER KÜRTLERE İHANET Mİ ETTİ? • 1916 tarihli meşhur Sykes-Picot Andlaşması çerçevesinde Irak, İngiltere nüfuz bölgesi olarak tanımlanmıştı. İngiliz Hükümeti ele geçirilen topraklarda oluşturulacak yönetim modellerine karar vermek üzere Lord Curzon başkanlığında bir komisyonu görevlendirmişti. Ama İngiltere Kürtler için belli bir politika geliştirmemiş gibi görünüyordu.
İngilizler uzun süre ‘Kürdistanlı Lawrence’ Binbaşı W. C. Noel aracılığıyla politika geliştirmeye çalıştılar. Binbaşı Noel’in önerisi, Kuzey Kürdistan denilen Güneydoğu Anadolu bölgesinde İngiltere’nin gözetiminde özerk bir idare kurmaktı. Halbuki Britanya’nın Irak Valisi Sir Arnold Wilson ‘Kürdistan terimi genel anlamda coğrafi bir ehemmiyeti olmayan, müphem (belirsiz) bir terimdir… Bugün Suriye, Türk ve Irak sınırlarının kesiştiği bölgelerdeki büyük dağlar arasında uzanan vadilerde yaşayan Kürtlerin ait oldukları aşiret dışında pek fazla birlik ya da bağlılık duygusu yoktur...’ diyordu.
Kemalist güçlerle İngiltere arasındaki çekişmelerin Musul’da yarattığı boşluktan yararlanmak isteyen Şeyh Mahmud Berzenci adlı Kürt beyi, 22 Mayıs 1919’da Süleymaniye’deki İngiliz birliklerini esir alıp bağımsız Kürdistan hükümetini ilan edince İngilizlerin tepkisi sert oldu. Haziran ayına gelindiğinde Berzenci Hindistan’a sürgüne gönderilmişti bile. Çünkü A. Wilson’un selefi Sir Percy Cox, Kerkük ve Musul petrollerinin önemini fark etmişti ve bölgede bağımsız bir Kürdistan’ın kurulmasının bu zenginlikten vazgeçilmesi anlamına geldiği konusunda merkezi ikna etmişti. Nitekim 1919 sonlarında, Suriye’den Paris Barış Konferansı’na gitmeye çalışan Kürt delegeler, İngiliz ve Fransız yetkililer tarafından çeşitli yöntemler kullanılarak (havalar bozuk, gemi bozuldu, tamire alındı vs.) oyalandılar, engellendiler.
Ağustos 1921’de, Irak manda yönetimi kuruldu. Faysal, Bağdat’ta krallık tacını giyerken, Milletler Cemiyeti (MC), Kürtlere özerklik verilmesini tavsiye etmişti. Ancak Britanya, Kürtlerin taleplerine ve MC’nin önerilerine hiç olumlu karşılık vermedi. Ancak Araplarla Kürtler arasındaki çatışmaların sertleşmesi üzerine Ekim 1922’de Berzenci’yi Hindistan’dan getirip bazı yetkilerle ‘Özerk Kürdistan’ın başına koydular. 1923’te İngiltere ile Irak arasında anlaşma yapılarak özerk Kürdistan yine Irak’a bağlandı. İngiltere 1924 ve 1927’de tekrar başkaldıran Berzenci’ye son darbeyi 1930’da vurdu ve 1941’e kadar Irak’ın güneyine sürgüne gönderdi. Berzenci 1956’da sürgünde öldü. (Paul C. Helmreich, Sevr Entrikaları, Sabah Kitapları, 1996, ilgili sayfalar.)
SOVYET RUSYA’NIN TAVRI • 26 Nisan 1920’de BMM adına Lenin’e bir mektup yazan Mustafa Kemal ‘Batılı emperyalistlere karşı Sovyet Rusya’dan destek talebinde bulunmuştu. Sovyet Rusya Dışişleri Komiseri Çiçerin’in 3 Haziran tarihli cevabında ‘Türk Ermenistan’ı, Kürdistan, Lazistan, Batum ili, Doğu Trakya ve ahalisi karışık Türk ve Arap olan bütün yerlerin, ‘kendi kaderlerini belirlemesi’ gerektiği belirtiliyordu. Rusya’nın yardımına muhtaç olan Mustafa Kemal 20 Haziran 1920’de Lenin’e gönderdiği ikinci mektubunda ‘bu prensipler bizim de samimi ve ciddi prensiplerimizdir. Garp devletleriyle olan mücadelemizin esas amacı da budur. Koşulları oluştuğunda ve fırsat bulunduğunda bu kurallar uygulanacaktır’ demişti. Ancak iki hafta sonra meclisin gizli oturumunda asıl niyetini gösterdi “…Arabistan ve Suriye’nin –hududu milli haricinde müstakil bir devlet olmasını… Erivan Cumhuriyetini tesis ve teşkil eden Ermenierin müstakil olmalarını ve bapta arzları her ne ise zaten kabul etmişizdir. Fakat Kürdistan, Lazistan vesaire hakkında değil.” (TBMM Gizli Celse Zabıtları, c. I, TBMM Basımevi, 1980, s. 73.) Yani Mustafa Kemal o sırada Fransızların otorite alanına giren Suriye’nin ya da Sovyet Rusya’nın kontrolündeki Ermenistan’ın ‘müstakil’ olmasına evet diyor ama kendi otorite alanındaki Kürtlerinkine hayır diyordu. Bu tavır elbette meclisteki Kürt asıllı milletvekilleri tarafından eleştirilmedi.
Ama Kürtler için asıl şansızlık, Mustafa Kemal’in ordularının I. İnönü Savaşı ile Yunan ordularını püskürtmeye başlamasıydı. 16 Mart 1921’de imzalanan Moskova Anlaşması ile Kürtlerin kaderi iyice netleşmişti. Şeyh Mahmut Berzenci’nin ‘Kürt halkının kendi kaderini Sovyet halkının kaderiyle birleştirmeye hazır olduğunu’ bildirerek yardım talebinde bulunduğu iki mektubuna Sovyet Rusya yanıt bile vermedi.1923 yılında, Ermenistan’la Yukarı Karabağ arasında kalan Laçin, Qelbejer, Kubatlı, Zengilan gibi yörelerde kurulan ‘Kızıl Kürdistan’ adlı özerk bölge ise ancak 1928’e kadar varlığını sürdürebildi.
SEVR’DE KÜRT-ERMENİ İTTİFAKI NASIL BOZULDU? • Birinci Dünya Savaşı’nın hesabını görmek üzere Ocak 1919’dan Ocak 1920’ye kadar süren Paris Barış Konferansı’nda neler oluyordu? İngiliz ve Fransızların kendi kontrolleri altındaki bölgelerden gidecek Kürt delegelerine çıkardıkları engeller yüzünden Kürtleri konferansta Kürtçe bilmediği bile söylenen Osmanlı Devleti’nin Stockholm Büyükelçisi Şerif Paşa temsil etmişti. Kürt halkı ile organik bir bağı olmayan Şerif Paşa, meslekten gelen becerisi ve hırsı ile muhayyel bir Kürdistan’ın pazarlığını yapmaya başlamıştı. Ne var ki Şerif Paşa’nın Sevr’de Ermeni heyetinin Başkanı Bogos Nubar Paşa’yla imzaladığı muhtıra, Kürt ülkesinin sınırlarını Van Gölü’nün güneyinden geçirdiği ve fazlaca topraksal tavizler içerdiği için Bedirhanlar tarafından; Ermeni ‘gavuruyla uzlaştığı’ için de Şemdinanlar tarafından reddedilmişti. (Bedirhanlarla Babanların temsil ettiği devrimci gelenek ile Şemdinanlar ve Seyit Abdülkadir’in temsil ettiği muhafazakar gelenek ileriki yıllarda da sürekli çatışacaklardı.)
Sevr’de Kürtler ve Ermenilerin ortak bir devlet kurma yolunda adımlar attığını öğrenen Mustafa Kemal, derhal Doğu’daki bazı Kürt aşiretlerini örgütledi ve Sevr’e protesto telgrafları göndertmeye başladı. 22 Şubat 1920’de Erzincan havalisindeki Baban, Basuranlı, Bodmanlı, Bal, Medarlı, Göçerli, Abbas, Rol, Şadi ve Şişanlı aşiretlerinin reislerinden Fransız Yüksek Komiserliği’ne çekilen “barış konferansına bildiririz ki Kürtler, soy ve din olarak Türklerle aynı ülke içerisinde birleştikleri yasal kardeşlerdir. Osmanlı hükümeti’nden başka hiç kimsenin Kürtler adına konuşma hakkı yoktur (…) Ermenilerle iş birliği yapma çabaları sonuçsuz kalacaktır (…) Barış Konferansının dikkatine sunuyoruz ki bizi Osmanlı imparatorluğundan ayırmak için varlığımızdan hiçbir şey bırakmaksızın yok etmeleri gerektiğini kendilerine bildiririz…” deniyordu. Benzer telgraflar 19 Şubat 1920’de Van’dan, 23 Şubat’ta Tercan ve Hasankale’den de gönderildi.
Telgraflarda kullanılan dil, bu aşiretlerin Mustafa Kemal’in hedefleri konusunda en ufak bir bilgisi olmadığını gösteriyordu. O’nu Padişahın temsilcisi sanıyorlardı ve Ermeni tehlikesi ile korkutuldukları anlaşılıyordu. Osmanlıların masada yalnız bırakılmaması yolunda bir telgrafı da Seyit Abdülkadir çekti Ama sonuçta telgraflarla yapılan baskı en sonunda etkisini gösterdi ve Şerif Paşa, 5 Mayıs 1920’de Paris Barış Konferansı masasından çekildiğini açıklamak zorunda kaldı. (Bu süreç hakkında ayrıntılı bilgi için: Hasan Yıldız, Fransız Belgeleriyle Lozan-Musul Üçgeninde Kürdistan, Koral Yayınları.)
Paris’te Kürt ve Ermeni ittifakını bozmayı başaran Mustafa Kemal’in 23 Nisan 1920’de Büyük Millet Meclisi’nin açılış konuşmasındaki şu sözleri, Ermeni tehlikesi henüz bertaraf edilmediği için Türk-Kürt ittifakının hala önemli olduğunun kanıtıydı:“ Efendiler bu hudut sırf askeri mülahazalarla çizilmiş bir hudut değildir, hududu millidir… Bu hudut dahilinde Türk vardır, Çerkes vardır ve anasırı saire-i İslamiye vardır…” ve “Efendiler… burada maksut olan ve Meclisi alinizi teşkil eden zevat yalnız Türk değildir, yalnız Çerkes değildir, yalnız Kürt değildir, yalnız Laz değildir. Fakat hepsinden mürekkep anasır-ı islamiyedir, samimi bir mecmuadır…” (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, C. I. 1997, s. 30 ve 74-75)
KOÇGİRİ AYAKLANMASI • Resmî tarihe göre, 1919 ile 1921 sonu arasında, Ankara Hükümeti'ne karşı 23 isyan gerçekleştirildi. Bu isyanlardan sadece dördü Kürtlerin oturduğu bölgelerdeydi ve sadece üçüne Kürt aşiretleri katılmıştı. Diğerleri Saltanata ve Halifeye bağlı Türkler ve Çerkezler tarafından çıkarılmıştı. Kürt isyanlarından en önemlisi Dersim’de (bugünkü Tunceli havalisi) meydana gelen Koçgiri Kürt Ayaklanması oldu.
Dersim’deki Alevi Kürt aşiretleri bölgenin ulaşılmazlığı ile Osmanlı Devleti’ne vergi ve asker vermeyen özerk beyliklerdi. Hafik (Koçhisar), Zara, İmranlı, Refahiye, Kemah, Divriği, Kangal, Kurucay ve Ovacık coğrafyasındaki 135 köy, Koçgiri konfederasyonunun kontrolündeydi. 1916’da Ruslar yaklaştığında Sivas merkezli bir Kürdistan için görüşmelere başlamışlar, fakat Ruslar bölgede bağımsız bir Ermenistan kurulmasını tercih ettiği için anlaşma sağlanamamıştı. Bu aşiretler daha sonra Kürt Teali Cemiyeti ile işbirliği yaptılar ve Ankara’daki yeni meclise temsilci göndermediler. Şubat 1920’de, özerklik taleplerini yaşama geçirmek üzere harekete geçtiler.
MECLİSE GİREN AĞALAR • Hareketin liderliğini II. Abdülhamid tarafından paşalık rütbesi verilen İboların reisi Mustafa Paşa’nın oğulları Alişan ve Haydar beyler ile bu beylerin maslahatgüzarı olan Alişer (Alişir) yapıyordu. Hareketin fikri önderi ise Veteriner Hekim Nuri Dersimi’ydi. Ankara önce bölgeye bir Nasihat Heyeti gönderdi ve Diyap Ağa, Meço Ağa, Ahmet Ramiz, Mustafa Bey, Hasan Hayri gibi Koçgiri liderleri Dersim mebusu olarak meclise katılmaya ikna etti. Aynı günlerde 72 Kürt mebusu üzerlerinde yerel giysileri ile Meclis’e getirilirler ve İtilaf Devletlerine Ankara hükümeti ile beraber olduklarını bildiren bir telgraf çektiler.
Koçgiri liderlerinden Nuri Dersimi, ‘Dersim’de özerklik kazanmak üzere oldukları bir dönemde, bu soysuzların indirdiği darbeyi hükümsüz bırakmak için Dersimliler adına mufassal bir rapor tanzim ederek, Kürdistan Teali Cemiyeti vasıtası ile İtilaf devletleri mümasillerine gönderdik. Bu raporda Ankara hükümetinin tazyiki ile çektirilen ve mahiyeti yukarıda yazılı telgrafta bahis konusu olan iddiayı red ve tekzip etmekle beraber, bağımsız bir Kürdistan yaratılmasını istedik’ diye yakınacaktı. (Nuri Dersimi, Kürdistan Tarihinde Dersim, Zel Yayıncılık, 1994. s.125.)

Ama, ne İngilizler ne de Fransızlar, yek vücut davranmaktan aciz Kürtler uğruna giderek konumu güçleşen Kemalist hareketi karşısına alacak kadar maceracı değildi.
72 Kürt beyinin ihanetini sindiremeyen Alişir ve adamlarını Ankara’nın gönderdiği birliklere saldırmaya başlayınca, asileri tepelemek için, önce Sivas, Erzincan ve Elazığ’da sıkıyönetim ilan edilir, ardından 14 Mart 1921’de “Zo [Ermeniler] diyenleri temizledik. Lo [Kürtler] diyenlerin köklerini de ben temizleyeceğim" diyen Sakallı Nurettin Paşa komutasındaki Merkez Ordusu bölgeye gönderilir. Nurettin Paşa’nın komutasında Mustafa Kemal’in Muhafız Alayı Komutanı Giresunlu Topal Osman'ın 47. Müfrezesi de vardır. 17 Haziran 1921’de Alişan ve Haydar Beyler sarıldı. 300 civarında isyancı ölüm dahil çeşitli cezalara çarptırıldılarsa da kaçmayı başaran Nuri Dersimi ve Alişer dışında kalanlar Ankara tarafından affedilecektir, ancak isyan o kadar sert yöntemlerle bastırılmıştır ki, Meclis’te Sakallı Nurettin Paşa’nın aleyhine büyük bir tartışma başlar. Nurettin Paşa’yı cezalandırılmaktan kurtaran ise Mustafa Kemal olacaktır. (Ayrıntılı bilgi için: Koçgiri halk hareketi: 1919-1921, Komal,1992.)

Yalanlar ve Gerçekler

nizamettin tas5 Nizamettin Taş /PWDnerin -1- Kurdistan-Post.org

Son aylarda hemen her gün emekli generaller televizyonlara çıkıp geçmişe ilişkin asılsız ve yalana dayalı değerlendirmeler yapmaktadır. Şoven bir zihniyetle yapılan bu tek yanlı konuşmaların sadece gerilla savaşının tarihini ve şehitlerin kanı temelinde yaratılan değerleri çarpıtmakla kalmadığı, aynı zamanda halkımızın moralini bozmaya yönelik olduğu anlaşılmaktadır. 

Başta Osman Pamukoğlu olmak üzere emekli birçok generalin yazdıkları kitap ve televizyonlarda yaptıkları asılsız konuşmalara karşılık vermeyi öteden beri düşünüyordum. Hatta kitap yazmamı öneren bazı arkadaşlar bile oldu. Aslında kitap yazmayı bende düşünüyorum. Fakat PKK’nın yazacağım kitabın dağıtımına engel çıkartacağını bildiğim için bundan vazgeçmek zorunda kaldım.

 

        Türk generallerine cevap vermenin en etkili yolu televizyona çıkmaktır. PKK’nın elinde ROJTV gibi son derece etkili bir silah bulunmasına rağmen, emekli askerlere nasıl cevap verdiklerini bilmiyorum. En azından bu konulara ilişkin program yaptıklarını duymadım.

         Zağros eyaletinde bunca şehit verildi, hiç olmazsa bu şehitlerin anısına duydukları saygının bir gereği olarak çıkıp gerçeği dile getiren iki laf etmek gerekmiyor muydu?

         PKK yönetimi; Türk generallerinin Zağros eyaletine ilişkin olarak yaptıkları asılsız değerlendirmelere neden cevap vermiyor, daha doğrusu veremiyor?

         Çünkü, PKK içerisinde şu anda Zağros eyaletinde görev yapan, neredeyse hiçbir yönetici ve komutan bulunmamaktadır. 

         Kendi komuta yapısını tüketen bir hareketin, Kürdistan’ın savaş tarihine ve en kutsal değerleri olan şehitlerine saldıran, hakaret eden ve gerçekleri çarpıtarak yalan atan Türk generallerine cevap verememesinin gerçek nedeni budur.

                                                                        -------

         Zağros eyaleti; gerilla savaşında en parlak dönemini 1990- 98 yılları arasında yaşadı. Bu süre içerisinde onlarca karakol ve çete odağı kaldırılmış, yüzlerce baskın yapılmış ve Türk ordusunun yaptığı tüm operasyonlar boşa çıkartılarak sınırın her iki yakasında daha geniş bir coğrafyaya hükmedilmişti. 1994 yılından itibaren diğer tüm alanlar ağır darbeler alarak önemli oranda bir daralmayı yaşarken Zağros eyaleti sadece gücünü korumakla yetinmemiş, aynı zamanda savaşın ana merkezi durumuna gelerek Türk ordusunun imha operasyonlarını tamamen boşa çıkarmıştı.

         Şemdinli baskınından sonra, uzun yıllar,  bırakalım Zağros eyaletinde üslenmek, gerilla birimlerinin içeriye sızması bile büyük kayıplara neden olmaktaydı. Parti tarihinin en nitelikli kadro ve komutanları bu dönemde şehit düştü. Tam altı yıl boyunca, kelimenin gerçek anlamında, Şemdinli savaşçı yutma makinesine dönüşmüştü.

         Şemdinli’nin makus tarihini tersine çeviren Nasır- Faruk Bozkurt arkadaştı. Alan ve Rubarok baskınlarından sonra onun döneminde Bezele, Bırcela, Kınyaniş, Eriş ve Çukurca’ya bağlı daha bir çok karakol ve tepe vurulmuş, bu arada yüzlerce asker öldürülmüş, onlarca silah düşmanın üzerinden kaldırılmıştı. Türk ordusu tarafından düzenlenen onlarca operasyon ve gerillanın gerçekleştirdiği yüzlerce eylemde, emekli generallerin iddia ettiği gibi hiçbir zaman toplu kayıp yaşanmamıştı.

         Zağros eyaletinde verilen en ağır kayıp Rubarok taburuna yapılan baskında verilmişti. Burada, çoğu geri çekilmede, toplam 44 gerilla şehit düşmüş, buna karşılık Derecik taburu önemli ölçüde çökertilmiş ve yüzden fazla asker öldürülmüştü. Nasır’ın henüz Zağros’a gelmediği bir dönemde gerçekleştirilen bu eylemden sonra kesinlikle bir daha toplu kayıp verilmemişti.

         Yanlış hatırlamıyorsam, Nasır arkadaşın döneminde, gerilla güçleri tarafından yerle bir edilen Bezele taburu baskınında on bir gerilla şehit düşmüştü. Yine bu dönemde Çarçela’da operasyonun ortasına düşen altı veya yedi kişiden oluşan bir kurye grubu şehit düşmüştü. Osman Pamukoğlu televizyonlarda yaptığı konuşmalarda Çarçela’daki operasyonda üç yüz elli teröristin öldürüldüğünü iddia etmektedir. Yine gazetecilerin ölen teröristlerin cenazelerini çekmek istediğini ve kendisinin ‘ ben askerlerime leş taşıtmam’ dediğini söylemektedir. Pamukoğlu’nun bu tarzda edepsizce konuşması, yalan atmasından kaynaklanmaktadır. Çünkü bu operasyonda kurye grubunun dışında benim hatırladığım kadarıyla hiç kayıp verilmemişti.

         Pamukoğlu’nun övündüğü bir başka harekat, 93 kışında, Oramar’a yapılan operasyondu. Operasyondan hemen sonra, 1994 baharında, Zağros eyaletine sorumlu olarak gittiğim için harekatın sonuçlarını gayet iyi hatırlamaktayım. Bu operasyon Türk ordusu açısından kesinlikle küçük bir Sarıkamış seferiydi. Ünlü komutanlara öykünen Pamukoğlu’nun kışın ortasında, fırtınalı bir havada operasyon yaparak Oramar’da üslenen Zağros eyalet karargahını tümden imha etmek istemekteydi. Çanak biçiminde olan Oramar mıntıkasının dört bir tarafını dağlar çevirmektedir. Kışın dağlara kar yağdığında, Oramar çıkışı mümkün olmayan mahkum bir araziye dönüşmektedir. Operasyon yapıldığında Oramar’ın tek çıkış kapısı olan Avaşin vadisini Şuke- Büre çeteleri tutmuş bulunmaktaydı. Türk ordusu, Oramar’da üslenmiş bulunan Zağros eyalet güçlerini bu mahkum arazide günlerce sürecek bir çatışmaya çekerek tümden imha etmeyi hedeflemekteydi. Gerçektende operasyonun başladığı birinci gün sabahtan akşama kadar tüm güçler çatışmaya girmiş, ancak iki gerilla kaybına karşı onlarca asker vurularak Türk ordusuna ağır bir darbe vurulmuştu. Akşama doğru şiddetli kar fırtınası başlamış ve bir daha hiçbir çatışma yaşanmadan Türk ordusu ancak dört gün sonra güçlerini çekebilmişti. Kar fırtınasında Osman Pamukoğlu’nu almaya gelen helikopter yere inmeden geri dönmek zorunda kalmış ve Hakkari’ye varmadan Cilo dağının alt eteklerine çarparak imha olmuştu. Basın biriminin daha sonra fotoğrafını çektiği helikopterin kalıntıları bahara kadar arazide kalmıştı. Bu arada fırtınadan dolayı geri çekilemeyen askerlerin üzerine birkaç noktada çığ düşmüş ve karın altında kalan cenazelerin taşınması ancak mart ayında gerçekleşebilmişti. Aslında korucuların verdiği bilgilere göre Pamukoğlu’nun kendiside çığ tehlikesi geçirmiş ve o akşam donmaktan çetelerin desteği sayesinde kurtulmuştu. 

         Oremar operasyonunda ikisi çığ altında kalmak üzere toplam dört arkadaş şehit düşerken Türk ordusunun çatışmada, çığ altında ve donarak abartısız onlarca askeri can vermiş ve geri çekilmede tüm ağır silahlarını bırakmak zorunda kalmışlardı. Gerilla güçleri durumdan geç haberdar olduğu için bu silahları alamamıştı, yoksa elli’den fazla toplarını almak mümkündü. Ağır silahlarını mart ayında, çetelerin yardımıyla geri çekmelerine rağmen, arazide dağınık halde bulunan birçok silah ve yüklü miktarda cephaneyi arkadaşlar daha sonra toplamıştı.

         Osman Pamukoğlu’nun kitabını okuma imkanım olmadı. Okuyanların anlatımına dayanarak yazıyorum. Şayet 1993 yılı açısından kayıp verdiğimizi söylüyorsa kesinlikle doğru konuşmuyor. Çünkü, 93 yılı, gerilla savaşının ülke genelinde en görkemli çıkışını yaptığı bir döneme denk gelmektedir ve hatırladığım kadarıyla bırakalım Zağros eyaletini hiçbir alanda bu süreçte toplu kayıplar yaşanmamıştı.

18 Ekim 2008 Botan Rojhılat. N.TAŞ

botan@pwdnerin.com

Türk ve Ayna'ya jet inceleme

ahmetturkdtpmilletvekilleri Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı, DTP Eşbaşkanı Ahmet Türk ve Emine Ayna hakkında dünkü açıklamaları ile ilgili inceleme başlattı.
Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı, dün Büyükşehir Belediyesi Konukevi önünde bir grup DTP'li milletvekili ve belediye başkanıyla yaptığı basın açıklamasındaki sözleri ile ilgili DTP Eşbaşkanı Ahmet Türk hakkında inceleme başlatılmasını kararlaştırdı. Başsavcılık ayrıca önceki gün Batman DTP İl Başkanlığının açılışı töreninde yaptığı konuşma nedeniyle de DTP Eşbaşkanı Emine Ayna hakkında da inceleme başlattı. Başsavcılık, Diyarbakır ve Batman emniyet müdürlüklerinden, Türk ve Ayna'nın konuşmalarının yer aldığı görüntü çözümlerini istedi. Türk ve Ayna'nın konuşma metinlerini inceleyecek olan savcılık, suç unsuru belirlediği takdirde, Türk ve Ayna'nın dokunulmazlıklarının kaldırılması için fezleke hazırlayacak. DİYARBAKIR - DİHA
Türk: İmralı'ya D T P 'nin de içinde olduğu bir heyet gitsin


Türkiye'de basın özgürlüğü var!
alternatif_gazeteleri Yıllardır Kürt sorununda çözümsüzlükten başka hiçbir sonuç doğurmayan şiddet, baskı ve inkar bir önceki hükümetlerin olduğu gibi AKP'nin de Kürt politikasının özünü oluşturuyor. İnsan hakları ve ifade özgürlüğünde geçmiş yılları dahi aratacak uygulamalara imza atan AKP hükümeti, her ne kadar her fırsatta 'Benim 75 Kürt milletvekilim var, Kürtleri ben temsil ediyorum', 'Türkiye'de ifade özgürlüğü önündeki engeller kaldırıldı' dese de Kürt basın-yayın kurumlarına yönelik iki yıllık hak ihlal bilançosu bu anlatımları yalanlayacak yeterlilikte.
Kürt medyasına uygulanan baskı ve sansürde sınır tanınmıyor. Erdoğan ve AKP hükümeti her ne kadar Türkiye'de basının hür olduğunu söylese de Kürt medyası Türkiye Cumhuriyeti Anayasa Mahkemesi'nin kararlarını yazdığı için, Bölge'de yaşanan çatışmalarda asker kayıplarını verdiği için ya da AKP ile TSK'nin bölgedeki uygulamalarını teşhir ettiği için kapatma baskısı altında. 4 Ağustos 2006'dan 20 Ekim 2008'e kadarki dönemde 17 gazetenin yayını toplam 41 kez durduruldu. Bu tablo aslında Türkiye'de ifade özgürlüğünün karşı karşıya kaldığı tehditin boyutlarını göstermeye yetiyor. Tabii her ne kadar bunun ifade özgürlüğü ve demokrasiye büyük darbe olduğu çeşitli kurum ve kuruluşlarca dile getirilse de bu konuda devlet yetkililerinin açık açığa tehdit eden ve çeşitli güçlere hedef gösteren açıklamaları sürüyor. Nitekim Ramazan Bayramı öncesi Ankara'da bir araya gelen devletin üst AKP ve ordunun üst düzey yetkilileri yaptıkları toplantıda Kürt medyasına yönelik sansür ve baskının devam etmesi kararı aldı. Ve bu karar doğrultusunda en son olarak bir aylık kapatmanın ardından dün tekrar yayın hayatına başlayan Alternatif Gazetesi'ne 'Örgüt propagandası yaptığı' iddiasıyla 3'üncü kez bir aylık kapatma cezası geldi.
Siz hangi okulu okudunuz hakim bey!

Kapatılan gazetelerin gerekçeleri ise hiçbir hukuk sisteminin kabul etmeyeceği gerekçeler. Anayasa Mahkemesi'nin kararlarını açıkladıkları, Bölge'de yaşanan çatışmayı yazdığı için kapatılan gazeteler şunlar: Gündem, Güncel, Yaşamda Gündem, Gerçek Demokrasi, Ülkede Özgür Gündem , Azadiya Welat YedinciGün Gazetesi 7, Haftaya Bakış , Yaşamda Demokrasi, Toplumsal Demokrasi , Öteki Bakış Gazetesi, Yeni Bakış Gazetesi, Alternatif, Gelecek , Özgür Ülke, Gerçek Gazetesi, Ülkeye Bakış Gazetesi de eklendi. Birçoğunun daha ilk sayısında kapatıldığı gazetelerin ise bazı sayılrı iki kez kapatıldı. Yani Türkiye'de basın özgürlüğü var! İSTANBUL


diha_logo_300x200 DİHA'dan gözaltı ve tutuklamalara tepki
Dicle Haber Ajansı (DİHA) yaptığı yazılı açıklamada, muhabirlerine yönelik gözaltı ve tutuklamalara son verilmesini isteyerek, çalışmalarının engellendiği ifade edildi.
DİHA açıklamasında, son iki yılda, yaklaşık 40 gazetenin kapatıldığı, onlarca gazetecinin gözaltına alınıp tutuklandığı bir dönemde, ajanslarına yönelik baskıların devam ettiği vurgulandı. Açıklamada bütün toplumsal olaylar döneminde ajans çalışanların, muhabirlerin polisin saldırısında hedef haline geldiği ifade edildi.
Açıklamada 2008 Newroz kutlamaları sırasında yaşanan olayların faturasının DİHA'ya çıkartıldığı gelişmeleri takip eden 4 muhabirlerinin tutuklandığı ve birçok muhabirin de gözaltına alınarak çalışmaları engellendiği belirtildi.
DİHA'nın açıklamasında son birkaç gündür PKK Lideri Abdullah Öcalan'ın fiziki saldırıya maruz kaldığı haberlerinden sonra bölgede yaşanan olayları takip eden muhabir ve çalışanlarının hedef alındığı kaydedildi.
DİHA'nın açıklaması şöyle: 'Muhabirimiz Ercan Öksüz Erciş mitinginde polis tarafından darp edilmiş, çalışması engellenmiştir. Mardin'de muhabirimiz Haşim Abak, Nusaybin'de Celal Kalpak'ın çekim yapmaları izin verilmemiş, Diyarbakır'daki gösterileri takip eden muhabirlerimize her türlü küfür, hakaret ve fiili saldırı yapılmıştır. İdil'de muhabirimiz Vedat Yıldız feci şekilde tartaklanarak, ciddi bir şekilde yaralanırken, Şırnak muhabirimiz Mesut Ertak tutuklanmıştır, Adana'daki olayları takip eden muhabirimiz Murat Kolca ise hedef gözetilerek üzerine gaz bombası atılmış, İstanbul'da meslektaşları ile korsan gösterileri takip eden muhabirlerimiz Sertaç Kayar ve Yunus Tosun gözaltına alınmış, kameralarına, fotoğraf makinelerine ve haber materyalarına el konulmuştur.
Oysa daha önce ajansımıza yönelik baskılar meclis gündemine getirilmiş ve İçişleri Bakanı Beşir Atalay ise konuya ilişkin 12 Eylül tarihinde verdiği cevapta, DİHA'nın çalışmalarına yönelik herhangi bir engelleme ve baskı olmadığını ileri sürmüştü. Hatta Bakan Atalay verdiği cevap yazısında, basın çalışmalarının sorunsuz ve özgür bir şekilde çalışmalarını yürütülmesi için gereken tedbirlerin alındığını ileri sürmüştü. Şimdi son birkaç gündür yukarıda belirttiğimiz gelişmeleri gördüğümüzde, İçişleri Bakanlığının 'Özgür ve sorunsuz bir çalışma için tedbir aldık' sözünün ne anlama geldiğini daha iyi anlıyoruz. Çünkü biliyoruz ki, sürekli işkence iddialarının yalanlandığı bir ülkede insanlar işkenceden dolayı yaşamını yitirmeye devam ediyor. Bu yüzden ajansımıza yönelik baskıların inkar edilmesi ile bu baskıların artarak devam etmesini çelişki gibi görünse de, hükümetin basına bakışı açısından anlamlı bir görüntü çiziyor. Çalışanlarımıza yönelik saldırıları kınıyor ve bir an önce sona erdirilmesini istiyoruz.
'Gerçeklerden asla taviz vermeme' sloganı ile yola çıktığımız günden beri, yaşanan saldırılara rağmen halka ve topluma karşı olan sorumluluğumuzu yerine getirdik.Bundan sonra da yerine getirmeye devam edeceğiz. Bütün bu olup bitenlere rağmen belirtmek isteriz ki, haberleri takip ederken durduğumuz yeri, yazdığımız haberin rengini, çektiğimiz görüntü ve fotoğrafların nasıl yayınlanacağını kamu otoritesi değil, basın meslek ilkelerini esas alarak biz karar veririz. Ancak biz bu konuda sorumluluğumuzu yerine getirirken, basın örgütlerinin de, 'öteki'leştirdikleri ajansımıza ve muhalif basına karşı yapılan saldırılara sesiz kalmalarını yadırgıyoruz. Bu konuda demokratik kamuoyunu ve basın kuruluşlarını duyarlı olmaya yaşananlara sessiz kalmamaya çağırıyoruz.' İSTANBUL

AP millettekilerinin İmralı'ya gitmek istedikleri açıklandı

avrupa_konseyi2 Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan'a yönelik fiziksel saldırıyı ve ölüm tehdidini kamuoyuna duyurmak amacıyla bugün Strasbourg'ta bir basın konferansı düzenlendi. Birçok gazetecinin izlediği basın konferansına katılan Avrupa Parlementosu milletvekilleri İmralı adasına giderek Öcalan'ı ziyaret etmek istediklerini belirtti.
Fransa'nın Strasbourg kentinde Avrupa Konseyi (AK) önünde Kürt Halk Önderi Önderi
Abdullah Öcalan'a yönelik fiziksel saldırıyı ve ölüm tehdidini kamuoyuna duyurmak amacıyla basın toplantısı düzenlendi. Yüzlerce kişinin izlediği basın toplantısında birçok gazeteci de yer aldı.


İlk kez böyle bir saldırı gerçekleşiyor
Öcalan'ın Avrupa'da bulunan avukatı Mahmut Şakar yaptığı konuşmada, Öcalan'ın 10 yıldır İmralı adasında tutulduğunu ve ilk kez böyle bir saldırının gerçekleştirildiğini söyledi. İmralı adasında olup bitenden devletin mutlaka haberi olduğuna dikkat çeken Şakar, 'Sayın Öcalan'a yönelik en son gerçekleştirilen saldırı ve ölüm tehdidinden de devletin mutlaka haberi vardır. Sayın Öcalan'ın yaşamı sürekli tehdit altında. Bu olayda gösteriyor ki Öcalan'a bir rehin gibi yaklaşıyorlar' dedi. Avukat Şakar, Öcalan'a karşı gelişecek her durumdan devletin sorumlu olduğunu vurguladı.
Bu saldırı Türkiye'yi daha çok gerer
Saldırının sadece insan hakları boyutuyla değil siyasi boyutuyla da ele alınması gerektiğini belirten Şakar, şunları söyledi: 'Öcalan'a yapılan saldırı Kürt halkına yapılan bir saldırıdır. Böyle bir saldırı Türkiye'yi daha çok gerer. Türkiye'nin bunu görmesi gerekir'
Basın açıklamasını Avrupa Konseyi, Avrupa Parlamentosu ve İşkenceyi Önleme Komitesi (CPT)'nin olduğu yerde yaptıklarına dikkat çeken Şakar, 'Bu olayı duyar duymaz CPT'ye bildirdik ve durumu yerinde incelemesini istedik. Ayrıca yakın zamanda İmralı adasına yaptığı ziyaretin sonuçlarını da kamuoyuna açıklamasını talep ettik' diye belirtti.
Şakar'ın konuşması sık sık 'Bijî Serok Apo', 'Öcalan! Öcalan!' sloganlarıyla kesildi. Birçok kez AB kurumlarıyla Öcalan'ın koşullarına ilişkin görüşmeler gerçekleştirdiklerini belirten Şakar, buna rağmen Öcalan'ın koşullarında hiçbir değişiklik olmadığını kaydetti. Öcalan'ın avukatları olarak her türlü girişimi sürdüreceklerini ifade eden Şakar, saldırıya ve ölüm tehdidine karşı tutumlarını da sürdüreceklerini vurguladı.
Uca: Sol grup üyelleri İmralı adasına gitmek istiyor
AP Sol Parti Milletvekili Feleknas Uca da, Avrupa Kürt sorununa çözüm bulmadıkça Avrupa Parlamentosu'nda seslerini yükseltmeye devam edeceklerini belirtti. Uca, AP Sol Grup üyesi milletvekillerinin İmralı Adası'na giderek Öcalan'ı ziyaret etmek istediklerini de kaydetti.
Daha sonra konuşan KNK Yürütme Konseyi Üyesi Nizamettin Toğuç da Öcalan'a şimdiye kadar manevi işkence yapıldığını ancak son olayla bunun fiziksel işkenceye de dönüştürüldüğünü dile getirdi. Tüm dünyanın Öcalan'ın Kürt halkının önderi olduğunu bildiğini kaydeden Toğuç, Kürt halkının hassasiyetlerinin gözönünde bulundurulması gerektiğini vurguladı. Toğuç Öcalan'a uzanan ellerin Kürt halkı tarafından kırılacağını tepkisinde bulundu.
'Mandella ne ise Öcalan da bizim için odur'
Toplantıda KON-KURD adına konuşan Nizamettin Toğuç ise, 'Türklerin ve Avrupalıların anlaması gereken şey; Georges, Washington, Nesol Mandella, Mahatma Gandi, Charl De Gaul, Arafat kendi halkları için ne ifade ediyorsa Sayın Önder Abdullah Öcalan'da bizim için aynıdır dolayısıyla kendisine yapılan saldırılarda bize yapılmış sayarız' dedi.
Basın konferansında ayrıca AP Kürt Dostu Grubu Başkanı ve Dışilişkiler Komisyonu Başkanı İtalyan Agneletto Vittorro, Sol Grup Milletvekili Danimarkalı Bo Sondegard da birer konuşma yaptı. STRASBOURG - ANFfrans parlement 

Fransa Parlamentosu önünde Öcalan protestosu

İmralı cezaevinde tutuklu bulunan Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan'a yönelik işkenceye karşı Kürtler protesto gösterilerini Avrupa'da da sürdürüyor. Paris'te Fransa Parlamentosu önünde protesto gösterisi yapan Kürtler, Fransa Kürt Dernekleri Federasyonu FEYKA ve Kürdistan İnformasyon Bürosu yetkilileri parlamentodaki gruplara Öcalan'a yönelik saldırı ve Kürt sorunu ile ilgili bir dosya sundular.
Paris'te yaşayan Kürtler Fransa Parlamentosu önünde bugün saat 14:00'de toplanarak Türk devletinin Öcalan'a yönelik işkence ve baskılarını protesto etti. Fransız hükümetine Türk devleti ile işbirliği yapmaya son verme çağrısı yapan Kürtler, Türk devletinin Öcalan'a yönelik işkencelerini protesto eden döviz ve pankartlar ile Öcalan posterleri açtılar.
Sık sık 'Kahrolsun faşist Türk devleti', 'Kürdistan Türkiye'ye mezar olacak' 'Biji Serok Apo' sloganları atan göstericiler Türk devletinin Öcalan ve Kürtlere uyguladığı baskı ve işkenceyi anlatan bildiriler dağıtıp konuşmalar yaptılar.
Fransa Parlamentosu önündeki protesto gösterileri sürerken FEYKA ve Kürdistan İnformasyon Bürosu yetkililerinden heyetler parlamentodaki Sosyalist Parti, Komünist Parti ve Yeşiller Partisi'nin grup yetkililerine Öcalan'a yönelik işkence ve baskılar ile Kürt sorununa yönelik bilgi içeren birer dosya sundular.
FEYKA Başkanı Mehmet Ülker'i kabul eden Sosyalist Parti milletvekili ve Grup Başkan Yardımcısı Georges Peau-Langeuin konuyla ilgili Paris'teki Türkiye büyük elçisine bir mektup yazarak konu hakkında bilgi isteyeceğini ve Fransa'daki Kürtlerin liderlerine yönelik baskılardan dolayı yaşadıkları rahatsızlıkları dile getireceğini bildirdi.
Kürdistan İnformasyon Bürosu yetkililerinin görüştüğü Komünist Parti Milletvekili Michel Vaxes de konuyu Fransız Komünist Partisi grubunda gündeme getirerek bütün grubun hassasiyetini geliştirmeye çalışacağını söyledi. Milletvekili Vaxes, ayrıca göstericilerin yanına kadar gelerek göstericilere desteğini iletti.
Bu arada bir başka FEYKA heyeti de Yeşiller Partisi grup sorumlularından Milletvekili Noel Mamere'in bürosunda yeşiller grubu yetkilileri ile görüşerek konuyla ilgili bir dosya sundular.
Parlamento önündeki gösteri saat 15:30'da sona erdi.
Öte yandan yandan Paris'te yaşayan Kürt kadınları da AB dönem Başkanı ve Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy ile Fransa Dışişleri Bakanı Bernard Koucher'e fax çekerek Türk Devleti'nin Öcalan'a yönelik işkence ve baskıları konusunda AB kurumlarının üzerlerine düşen sorumlulukları yerine getirmeleri ve Türkiye'ye yaptırım çağrısında bulundular. Yüzlerce kişiye imzalatılan Kürt kadınlarının gönderdiği mektuplarda AB dönem Başkanı'ndan; CTP'nin harekete geçirilerek, Türkiye'ye bir heyet gönderilmesi ve Öcalan'ın haklarının garanti altına alınması için gerekli önlemlerin alınması talep edildi. Kürt kadınlarının imza toplayarak fax çekme eylemleri hala Ahmet Kaya Kürt Kültür Merkezi'nde devam ediyor.
MURAT AKTAŞ -ANF

Lice katliamı yaraları sarılmadı

licekatliam54 Amed’ın Lice İlçesi’nin 1993 yılında askerler tarafından yakılmasının üzerinden 15 yıl geçti. İlçenin ateşe verilmesinden sonra 600 ailenin evsiz bırakıldığı ve resmi rakamlara göre 16 kişinin öldüğü olayların ardından yaralar halen sarılmadı.

 

İlgili Başlıklar

»Lice’de binlerce fidan dikildi

Binlerce insanın yerinden edildiği OHAL döneminde Lice, 22 Ekim 1993’de yakılıp, bombalandı. Resmi rakamlara göre 16 kişinin öldürülmesi ve onlarca kişinin de yaralanmasına neden olan olayın üzerinden 15 yıl geçmesine rağmen halen herhangi bir iyileştirme söz konusu değil. Aradan geçen yıllara rağmen halen yaşananların izini taşındığı Lice’de vatandaşlar, askerler tarafından ilçenin dört bir yanında bulunan evlerin ateşe verildiğini, can havliyle sokağa çıkan vatandaşların helikopterlerle tarandığını ifade etti. O günleri yaşayan vatandaşlar, yüzlerce kişinin işkence tezgahlarından geçtiği kara gün olarak anıyor. “Terör ve Terörle Mücadeleden Doğan Zararların Karşılanması Hakkındaki Yasa” çerçevesinde kendilerine verilen tazminatı kabul etmeyeceklerini, verilecek tazminat ile sorunun ortadan kalkmayacağını belirten Lice Belediye Başkanı Şehmuz Bayhan, devletin Lice halkından özür dilemesini istedi.
‘Dedemi diri diri yaktılar’
Lice katliamında askerlerin dedesini tartaklayarak barakaya koyduktan sonra barakayı ateşe verdiklerini iddia eden Bayram Kozat, ilçenin dört bir tarafını saran askerlerin halk üzerine rasgele ateş ettiğini belirtti. Olayın birebir tanığı olan Kozat, “Askerler herkesin bildiği gibi Lice’nin tamamını ateşe verdi. O zaman emrin nereden geldiği belliydi ve yakma olayı olduğu zaman ben işyerindeydim. Dükkanlardan o zaman kimse çıkamıyordu. Hem karadan, hem havadan bize saldırıyorlardı. Ateş açıyorlardı. Bir anda fırsattan istifade hemen yanımızdaki otele sığındım. Oraya geçmemle beraber otele doğru ateş açmaya başladılar. O olaylarda askerler dedemi barakaya atarak ateşe verdi” diye konuştu.
‘Herkes işkenceden geçirildi’
22 Ekim’den 23 Ekim sabahına kadar silahlı saldırının ardından şehrin askerlerce ateşe verildiğini belirten Kozat, savaştaki ordunun bir kenti işgal edercesine askerlerin, yaşlı, çocuk demeden herkesi ayakları altında ezdiklerini anlattı. Yaşanan günlerini insanın içini acıttığını söyleyen Kozat, “sabahla beraber bu kez de askerler mahallelere girdiler. Genç, yaşlı kimi gördülerse hemen alıp karga tulumba panzerlere bindirdiler. Gözaltına alınanlar Tugayda işkenden geçirildiler. Orada yere yatırdılar botlar ve dipçiklerle vurmaya başladılar. ‘Biz terörist tuttuk’ diyorlardı. Birçok insanı işkenceden geçirdiler. Kimilerini bıraktılar, kimilerini ise Amed’e gönderdiler. Yaşanan olayların ardından barakaları ve evleri ateşe vermeye başladılar. Çarşıya gittik, hepsi yanmış bir durumdaydı. İnsanların yapacak hiçbir şeyleri yoktu. O zaman onlar için genç, yaşlı hiç fark etmiyordu, hepsini tutup götürüyorlardı” dedi.
‘Kürt halkına yönelik katliam provasıydı’
Dedesinin ölümü ve evlerinin yakılmasıyla beraber Amed’a göç etmek zorunda kaldıklarını söyleyen Kozat, Lice’ye tekrar döndükten sonra ilçenin ikinci kez ateşe verildiğini belirtti. Terör ve terörle mücadeleden doğan zararların karşılanması hakkındaki yasa çerçevesinde verilen tazminatı kabul etmeyeceklerini ifade eden Kozat, olaydan sorumlu olanlar hakkında dava açtıklarını, ancak gülünç bir rakama karar verildiğini kaydederek, “Davayı şu an Yargıtay’a taşıdık. Eğer aynı karar verilirse davayı AİHM’e taşıyacağız. Çünkü dedemi sağ bir şekilde ateşe atanlar ve binlerce kişiyi evsiz ve yurtsuz bırakanlar, Kürtlere büyük bir zulüm ettiği için bu beş on kuruşla kapatılamaz. Bizim sadece maddi zararımız olmadı, Lice halkının şahsında Kürtlerin imhasına yönelik bir katliamdı yapılan. Biz 22 Ekim’i unutmayacağız. Alevler arasında çığlıklar atarak katledilen 80 yaşındaki dedemin küle dönüşen kemikleri ile yanık evlerin köşe başlarında günlerce aç kalan çocuklarımızın yaşadığı insanlık dışı manzarayı hiç unutmayacağız” diye konuştu.
‘Ahırlarda bile barındırmadılar’
Olaya tanıklık eden Hacı Saçal, askerlerin bir anda çarşı merkezine girdiği sırada vatandaşların işyerlerini terk ederek mahalleye kaçtığını söyledi. Silah sesleriyle birlikte çığlık seslerinin yükseldiğini ifade eden Saçal, “Askerler insanlara ateş etmeye başladı. İnsanlar da kaçmaya başladılar. Biz de ahırlara sığındık. Akşama kadar her yeri taradılar ve bir baktık ki, ahırları da yakıyorlar. Bunun üzerine ahırlardan çıktık. Sabaha kadar saklanmak zorunda kaldık. Dışarıya çıktık ama nereye gideceğimizi bilemiyorduk. Çünkü her yere askeri karakollar ve askeri noktalar kurulmuştu. Dağlık kesime sığınmaya çalışanlar da silahlarla vuruluyordu. Onlarca kişi vurularak öldü, kimisi de yaralandı” diye konuştu. OHAL döneminde askerin kenti açık bir cezaevine dönüştürdüğüne dikkat çeken Saçal, baskılara rağmen halkın taviz vermediğini belirterek, şunları söyledi: “Her şeyi bir belgeyle almak zorunda kalıyorduk. Burada yapılan işkenceler hiçbir yerde yapılmamıştır. İnsanlar bu kadar bedel ödemesine rağmen halen ayakta ve yılmıyor. Erdoğan, bu insanların öldürmeyle bitmeyeceğini görsün. Birçok kez evimiz yakıldı. Biz de her yakıldığında hemen yeni bir baraka yapıyorduk.”
‘Katliama 7 günlük bebekte tanıklık etti’
Olayda yakınları kaybeden 60 yaşındaki Zeynep Arda, askerlerin köylerini yaktıktan sonra Lice’ye yerleştiklerini, devletin burada da 3 kez evlerini ateşe verdiğini dile getirdi. “1992’de yaşadığımız Dibek Köyü’nü ateşe verdikten sonra Lice’ye yerleştik” diyen Arda, yaşadıklarını şöyle anlattı: “Bir yıl aradan sonra Lice katliamında bu kez hem evimiz ateşe verildi hem de akrabalarımız katledildi. Temmuz 1994’te askerler, Lice’yi tekrar ateşe verdi. 3 yıl içinde 3 kez evsiz bırakıldık. Gözlerimizin önünde hayvanları ahırda yaktılar. Yeni doğan torumun üzerine örtecek bir şey dahi kalmadı. 10-15 gün dışarıda aç kaldık. Hayvanlarımızın hepsi yandı, her şeyimizi gözümüzün önünde yaktılar. Biz de öylece seyrediyorduk. Şimdi, bize kabus gibi günler yaşatanlar, karşılığında 10 bin YTL para vereceklerini söylüyor. Ancak biz onu da istemiyoruz. Paraları kendilerine kalsın.”
‘Lice trajik bir geçmişe sahip’
Lice’nin trajik bir geçmişe sahip olduğunu söyleyen Belediye Başkanı Şehmuz Bayhan, vatandaşların maddiyattan çok psikolojik darbe yediklerinin altını çizdi. 1975’te yaşanan depremin yaralarının sarılmasını bekleyen Licelilerin bu kez ilçenin yakılmasıyla karşılaştıklarını dile getiren Bayhan, “600’e yakın ev ve işyerinin yakıldığı söyleniyor. Resmi rakamlara göre 16 kişi yaşamını yitirdi, ama bu rakam daha fazla. Olaylar maddi sorunlardan çok psikolojik olarak etkiledi. O zaman 1 yaşında olan çocuklar şu an 15 yaşında. Çocukların nasıl bir psikolojiyle büyüdüğü çok önemli. Sonuçları ne oldu dersek, maddi kayıplar had safhada. Tabii devlet bunu bir şekilde ödemeye çalışıyor ama yeterli değil. O insanların nasıl bir ruh haliyle büyüdükleri önemli. Bunların giderilmesi lazım” dedi.
‘Devlet halkdan özür dilemeli’
Yeni neslin uyuşturucu furyası yaşadığını ve sorunlar yumağı haline geldiğine vurgu yapan Bayhan, Kürtlere uygulanan sistematik bir uygulama olduğunu ifade etti. Bayhan, şunları söyledi: “Çünkü devlet, yeter ki bunlar Kürtlük bilincinden uzak dursunlar, ne yapıyorlarsa yapsınlar diyordu. Bu konuda devlet yetkililerinin ve askerin Lice halkından özür dilemesi gerekir. Bunu yapmazsa en sonunda devlet kaybedecek. Bu gün OHAL, halen işliyor. Düşünün aksamları dışarı bile çıkamıyorsunuz. Baskı ve şiddet sonuç getirmeyecektir. Bu sorunu demokratik bir şekilde çözmeleri gerekmektedir.”
FERHAT ARSLAN/ DİHA/AMED YENİ ÖZGÜR POLİTİKA

Ortaklarda Kürtlere saldırı

ortaklarsaldiri_linc_girisimi Aydın'ın Ortaklar Beldesi'nde Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan'a yönelik saldırıyı protesto eden kitleye müdahalenin ardından gece DTP Ortaklar Belde binası ve Kürtlere ait işyerlerine ülkücülerin saldırdığı bildirildi.
Ortaklar'ın Yeşiltepe Mahallesi'nde dün gece Kürt Halk Önderi Öcalan'a yönelik fiziki saldırıyı protesto etmek için bir araya gelen yüzlerce kişi çarşı merkezine yürüyüş yapmak istedi. Yürüyüş yapan kitleye Ülkü Ocakları'ndan topladığı 200 kişi ile birlikte 'Ortaklar Kürtlere mezar olacak' sloganlarıyla müdahale eden polis ve ülkücülerin saldırısıyla çıkan çatışma geç saatlere kadar sürdü. Çatışmaların durmasının ardından belde merkezine yönelen ülkücüler, DTP Ortaklar belde binası ve Kürtlere ait işyerlerine saldırdı. Görgü tanıkları polisin saldıran ülkücülere müdahale etmediğini iddia ederken, saldırıya uğrayan işyerlerinde ise büyük çapta maddi hasar meydana geldi. Beldede gerginlik sürüyor.
AYDIN (DİHA)

Polis kurşunu ile sırtından vurulan evli ve bir çocuk babası Ahmet Özkan'ın babasida 12 yil once iskence sonucu yasamini yitirmis

ahmetozkancenaze2Polis sırtından vurmuş 

Özkan'ın cenaze törenine de müdahale ettiler
Doğubayazıt'da polis kurşunu ile yaşamını yitiren Ahmet Özkan'ın cenazesi Doğubayazıt'ta 30 bin kişi tarafından 'İntikam' sloganlarıyla toprağa verildi. Polislerin, cenaze töreni sırasında kitleye gaz bombasıyla müdahale etmesinin ardından, kitle ile polis arasında çıkan çatışma sürüyor.
Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan'a yönelik fiziki saldırıyı protesto etmek amacıyla önceki gün Doğubayazıt'ta (Bazîd) düzenlenen basın açıklaması sırasında çıkan olaylarda polisin açtığı ateş sonrası sırtına aldığı kurşunla yaşamını yitiren Ahmet Özkan'ın cenazesi Trabzon Adli Tıp Kurumu'nda yapılan otopsi işlemlerinin ardından bu sabah Doğubayazıt'a getirildi. Özkan'ın cenazesi, ilk olarak Ehmedê Xanî Mahallesi'nde bulunan evinin önüne getirildi. Burada dini vecibeler yerine getirildikten sonra Özkan'ın cenazesi, cenaze aracıyla DTP Doğubayazıt İlçe binası önüne getirildi. Özkan'ın cenazesinin bulunduğu tabut sarı, kırmızı ve yeşil renklere sarıldı. İlçe binası önüne, aralarında DTP Van Milletvekili Fatma Kurtulan, DTP Genel Merkez yöneticileri, DTP Ağrı İl Başkanı Murat Öztürk, Doğubayazıt Belediye Başkanı Mukkades Kubilay, DTP Iğdır, Ağrı İl ve ilçe yöneticilerinin de aralarında bulunduğu yaklaşık 30 bin kişi bir araya geldi. Burada demokrasi mücadelesinde yaşamını yitirenlerin anısına yapılan bir dakikalık saygı duruşunun ardından, Özkan'ın cenazesi omuzlara alınarak Merkez Mezarlığı'na doğru yürüyüşe geçildi.ahmetozkancenaze3
Polislerden tahrik
Yürüyüşte, 'Biji PKK biji Kürdistan', 'Öcalan', 'AKP'nin Kürt vekilleri Kürt halkının katilleridir' pankartları taşınarak, Öcalan posterleri ile Özkan'ın fotoğrafları taşındı. Demokratik Konfederalizm bayraklarının da açıldığı yürüyüşte, sık sık 'İntikam', 'Katil Erdoğan', 'Öcalan'sız dünyayı başınıza yıkarız', 'Dağlara çıkacağız hesap soracağız', 'Katil Kerdoğan', 'PKK halktır halk burada' sloganları atıldı. Yürüyüş sırasında esnaflar da toplu kepenk kapattı. Yürüyüş sırasında polis ve özel harekat timlerinin, çevreye sık sık gaz bombası atarak kitleyi tahrik etmesi gerginliğe neden oldu.
'Kürt halkına yönelik saldırının hesabı verilsin'
Yürüyüşün sona erdiği mezarlıkta düzenlenen cenaze töreninde konuşma yapan DTP Van Milletvekili Fatma Kurtulan, Kürt halkına yönelik saldırıların hesabının verilmesini istedi. Bölgede yıllardır çok sayıda cinayetin yaşandığını ancak kimsenin bu cinayetlerin hebasını sormadığını söyleyen Kurtulan, 'Son zamanlarda Kürt halkı üzerindeki baskılar arttı. Baskıların geliştiği bir dönemde son olarak İmralı Cezaevi'nde Sayın Öcalan'a saldırı yapıldı. Saldırıyla birlikte bütün bölge halkı ayağa kalkmasına rağmen, kimse sesini çıkarmıyor. Yaşanan sessizlikten dolayı burada Ahmet arkadaşımız yaşamını yitirdi. Ancak Kürt halkı her zaman olduğu gibi bu günde cenazesine ve değerlerine sahip çıktı. Bundan sonrada çıkacaktır' diye konuştu.ahmetozkancenaze
'Kürt halkından sessiz kalınması istenmesin'
'Bu bizim ne ilk ne de son şehidimiz olacaktır' diyen Kurtulan, 'İmralı'da baskılar devam ettikçe, halkımız da tepkisini dile getirecektir. Ancak bu baskılara karşı yılmayacağız. Barışı her zaman haykıracağız. Ahmet sadece Doğubayazıt'ın şehidi değil, barış ve kardeşlik isteyen bütün Kürt halkının şehididir' dedi. Yıllardır Kürt halkı üzerinde yaşanan faili meçhullerin iki gün önce Ergenekon davasında görüldüğü gibi hesabının sorulmadığını dile getiren Kurtulan, şunları kaydetti: 'AKP sadece kendine yarayan bölümleri ortaya çıkararak halka sundu. Bölgedeki faili meçhullerin hesabını sormamakta direniyor. Sorun Kürt sorunu olduğu zaman hepsi bir oluyorlar. Bunlara karşı kimse Kürt halkından sessiz kalmasını beklemesin. Kürt halkı demokratik mücadelesini geçmişte olduğu gibi bu günde onurlu bir şekilde sürdürecektir.'ahmetozkancenaze4
Törene gaz bombalı müdahale
DTP Ağrı İl Başkanı Murat Öztürk, halkın gösterdiği sahiplemeden dolayı teşekkür ederek, kimsenin yapılan tahriklere gelmemesini istedi. Öztürk'ün konuşma yaptığı sırada slogan atan kitleye, polis gaz bombası atarak müdahale etti. Müdahale üzerine cenaze töreni yarıda kesildi. Müdahale sonrası Doğubayazıt sokakları savaş alanına döndü. İlçede bir çok noktada kitle ile polisler arasında çıkan çatışmalar devam ediyor.
AĞRI (DİHA)
DÜZELTME
Ağrı'nın Doğubayazıt ilçesinde önceki gün polis tarafından katledilen Ahmet Özkan'ın soyismi bugüne kadar Özhan diye girildi. Yaptığımız teknik hatadan dolayı tüm okurlarımızdan özür dileriz.
Doğubayazıt'ta olaylar sürüyor