Monday, November 17, 2008

‘Diyarbakır Guantanamo gibiydi’

‘D.Bakır Guantanamo gibiydi’ Diyarbakır Cezaevi’nde yaşadığı işkenceyi anlattığı için hakkında dava açılan eski Mardin milletvekili Nurettin Yılmaz, hâkime yazılı savunma gönderdi: Gördüğüm bu onur kırıcı muamele Guantanamo’daki esir Iraklılardan daha az değildir

Milletvekiliyken 12 Eylül askeri darbesinde Diyarbakır Cezaevi’ne götürülen Mardin eski Milletvekili Nurettin Yılmaz, yaşadığı işkenceyi “Yakın Tarihin Tanığıyım” adlı kitabında da anlatınca “halkı kin ve düşmanlığa alenen tahrik”ten davalık oldu. Yarın ikinci kez hâkim karşısına çıkacak olan Yılmaz, yaşadıklarını mahkeme hâkimine yazılı olarak anlattı.

CUMHURBAŞKANI ADAYI OLDU • 1973’de CHP’den Mardin Milletvekili olarak Meclis’e giren Nurettin Yılmaz, daha sonra 1977 yılında bağımsız olarak yeniden milletvekili seçildi. Kahramanmaraş’ta sıkıyönetim ilan edilmesine ret oyu veren tek milletvekili olan Yılmaz, milletvekilliği sürecince bölgede yaşanan olayları Meclis’e taşıdı. 12 Eylül askeri darbesinden önce yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerinde de aday olan Yılmaz, o seçimlerde 80 oy aldı. Ancak bunun hemen ertesinde 12 Eylül darbesinde tutuklanarak, Diyarbakır Özel Tip Askeri Cezaevi’ne götürüldü. Tahliye kararları sonrası üç kez yeniden cezaevine konan Yılmaz, Turgut Özal’ın önerisiyle ANAP’tan parlamentoya girdi.

İŞKENCEYİ KALEME ALDI • 1970’lerden itibaren Güneydoğu’da yaşanan olayları, siyasi gelişmeleri ve bölgede yaşanan insan hakları ihlallerini “Yakın Tarihin Tanığıyım” adıyla kaleme alan Yılmaz, bu kitabında Diyarbakır Askeri Cezaevi’nde yaşadığı olayları ve gördüğü işkenceleri de yazdı. Yılmaz, geçen yıl bu kitabının yayımlanmasından sonra CNN Türk’te Barış Pehlivan’ın yönettiği “Oradaydım” programında da yaşadığı işkenceyi anlattı. Yılmaz, burada cezaevinde kendisine yapılan işkenceyi ve işkence yapılırken söylenen “Burası Diyarbakır Cumhuriyeti’dir, Diyarbakır Devleti’dir” şeklindeki sözleri tekrarladığı için hakkında “halkı kin ve düşmanlığa alenen tahrik etmek”ten dava açıldı.

HÂKİME DE ANLATTI • Yılmaz’ın 21. Asliye Ceza Mahkemesi’ndeki ilk duruşması 18 Temmuz 2008’de yapıldı. Yılmaz, mahkeme hâkimine yazılı savunma vererek yaşadıklarını anlattı. Yılmaz, milletvekiliyken yapılan askeri darbe sırasında Ankara’dan Diyarbakır Cezaevi’ne götürüldüğünü, orada küfürlerle karşılandığını ve coplanmaya başlandığını, buna itiraz ederek, “Bizim Ankara’da milletvekillerinin Mızıka okulunda saçları kesilmiyor ve coplanmıyor” deyince, “Orası Ankara, Burası Diyarbakır Cumhuriyeti, Diyarbakır Devletidir” denerek, coplanmaya devam edildiğini vurguladı. Bu sözleri tekrarladığı için hakkında dava açılan Yılmaz, savunmasında Ordinaryüs Prof. Hüseyin Cahit Yalçın’ın “En kahredici adaletsizlik, devletin taraf olduğu ve devlet adına yapılan adaletsizliktir” sözlerini de anımsatarak, “Beni coplayanlar devleti temsil eden yöneticilerdir, hakaret edenler cezaevinin yöneticileridir” dedi.

GUANTANAMO’YA BENZETTİ • Yılmaz, hâkime gönderdiği savunmasında cezaevinde cumhurbaşkanlığına aday olduğu için ayrıca dayak yediğini belirterek, şöyle devam etti: “Anlattıklarım, yaşadığım onur kırıcı vahşet, denizde damla örneklerdir. Dışkı yedirme, kıçıma cop sokma, lağım suyunu içmeye zorlanmam, günlük olağan uygulamalar haline getirilmişti. Bir suçlu varsa 27 Aralık 1980 saat 17’den itibaren Diyarbakır Askeri cezaevinde bulunan görevlilerdir. Belki hâkimliğinize garip gelecek ama Diyarbakır’daki işkencehanede gördüğüm onur kırıcı muamele Guantanamo’daki esir Iraklılardan daha az değildir.”

Z.B'nin babaannesi Kadriye Bal: Torunumu polis vurdu

polis_kursunu_yarali Diyarbakır'ın Bağlar İlçesi'nde polisin kovaladığı gence ateş ederken, açtığı ateş sonucu yaralandığı iddia edilen Z.B adlı çocuğun babaannesi Kadriye Bal, olayın tanığı olduğunu belirtti. Kadriye Bal, 'Olayın ardından polisler yerdeki boş kovanları topladı. Torunumu yere bırakarak polisin ellerine sarıldım. Ve dedim ki ş..ler siz bizden ne istediniz? Niye bu kadar çocuğun oynadığı yerde silah sıktınız? Bir çocuğa kurşunun isabet edeceğini hiç düşünmediniz mi? Bu çocuk ölürse sorumlusu sizsiniz. Ben bunları söylerken polis ise yerdeki mermi kovanlarını topluyordu. Torunumu polisler vurdu' diye konuştu.
Bağlar İlçesi'nde polisin kovaladığı gence ateş ederken, yaralanan Z.B adlı kız çocuğunun tedavisi DÜ Tıp Fakültesi'nde Çocuk Servisi'nde sürüyor. 4 saat ameliyatta kaldıktan sonra yoğun bakıma alınan Z.B'nin yoğun bakımda çıkmasının ardından savcılık tarafından ifadesinin alınması bekleniliyor. Dün gece ifade almak isteyen savcılığa doktor müdahale ederek, alınacak olan ifadenin sağlıklı olmayacağının söylendiği ve ifadenin ertelenmesinin istediği öğrenildi. Celal Güzelses İlk Öğretim 6'ıncı sınıf öğrencisi olan Z.B'nin 2007-2008 öğretim yılını sınıfı teşekkür belgesi alarak geçerken,
sınıf arkadaşı Rojhat Köylüoğlu, Z.B'nin sınıf içerisinde çok sevilen biri olduğunu ve sınıf öğretmeni tarafından çok sevildiğini söyledi.
'Torunumu polis vurdu'
Olayın tanığı Z.B'nin babaannesi Kadriye Bal, olay esnasında namaz kıldığını o sırada 3 el silah sesini duyduğunu söyledi. Kapının önüne çıktığında torunuyla karşılaştığını belirten Bal şunları anlattı:
'Ben kapının önüne çıktığımda torunumu yerinden sıçrıyordu. Ve o sırada bağırıyordu. Ben başta anlam vermeye çalıştım ve kalça tarafında kanların geldiğini gördüm. Bende bağırarak dışarıya çıktım. Karşımda bir polis elinde silahı ile üzerime doğru gelerek sakin olmamı istedi. Polis olduğunu söyledi. O sırada ise torunum çığlık atıyordu. Torunumu polis vurdu. Torunumu yere bırakarak polisin ellerine sarıldım. Ve dedim ki ş..ler siz bizden ne istediniz? Niye bu kadar çocuğun oynadığı yerde silah sıktınız, Bir çocuğa kurşun isabet edeceğini hiç düşünmediniz mi? Bu çocuk ölürse sorumlusu sizsiniz. Ben bunları söylerken, polis ise yerdeki mermi kovanlarını topluyordu.'
'Polislerden şikayetçiyim'
Mermi kovanlarını toplayan polisin dışında diğer polislerin torununa sorduğu sorularda torununun polislerin kendisini vurduğunu söylediğini belirten Bal, 'O sırada torunum kan kaybederken, polis torunuma sorular soruyor. Tam üç defa polis torunuma 'Seni kim vurdu. Gördün mü' dedi. Torunumda, 'Beni polis vurdu. Top sakalı olan polis vurdu' diye cevap verdi. Daha sonra olay gerinde 50'den fazla polis gelip gitti. Ama kimse benim torunumu hastaneye götürmeyi düşünmüyordu. Olayın üzerinden 15 dakika geçti ve torunumun amcası olay yerine gelerek torunumu hastaneye götürdü. Ben polislerden şikâyetçiyim. Sonuna kadar bu davayı götüreceğim' diye konuştu.
Mehmet Cevizci DİYARBAKIR-DİHA

AKP’nin milliyetçiliği Çiller’den tehlikeli

Mithat Sancar: ‘Asker kendi Kürt politikasını AKP’ye uygulatıyor’

Neşe Düzel/Taraf▼

mithat sancar“AKP askerle anlaştı. Genelkurmay, Kürt politikasını AKP’ye ihale etti. Başbuğ Hükümet’e ‘brifing’ jestleri yaparak, ‘sahada siz olun ama bizim dediğimizi yapın’ dedi.”
►“Tehlikeli hesaplar yapılıyor. AKP Güneydoğu’da seçimi kazanırsa, sanıyorlar mı ki Kürt sorunu bitecek. Tersine Kürtlerin sistemden kopuşu daha da derinleşecek. Çatışma keskinleşecek.”

►“Türkiye’de hegemonik parti tehlikesi var. AKP Güneydoğu’yu DTP’den alarak Türkiye’nin hegomonik partisi olmayı hesaplıyor. Bu, diğer partilerin şeklen bulunduğu tek partili bir sistemdir fiilen.”

►“Bakan, açıkça ‘tehcir olmalıydı’ diyor. Benim esas kaygım, bu sözlere Başbakan’dan, Hükümet’ten hiç tepki gelmiyor. Bugün AKP’deki milliyetçi damar her zamankinden daha ‘pervasız’.”

►“AKP yıkıcı olabilir! Kürt sorununda kullandığı üslupla, milliyetçi olmayan mütedeyyin muhafazakâr tabanını milliyetçiliğe taşıyor. Bu milliyetçileşme Türkiye için bir felakettir.”


NEDEN? MİTHAT SANCAR ▼

Türkiye iki yıldır büyük bir alt üst oluştan geçiyor. Önce cumhurbaşkanlığı seçimi, ardından genel seçimler ve şimdi de dört ay sonra yapılacak yerel seçimler derken, Türkiye iyice içine kapandı. Avrupa Birliği yolunda ilerlemeyi bırakan AKP Hükümeti, her seçim öncesinde sarıldığı milliyetçilik hamasetini giderek tırmandırdı ve ırkçılığa vardırdı. Türkiye’de bu dönemde sadece terör olayları artmadı. Devletin vatandaşa uyguladığı şiddet de patladı. Peki, ne oldu? Bu ülke daha bir yıl önce sivil ve demokratik bir anayasa yapmayı tartışmışken, şimdi Anayasa Mahkemesi Başkanı’nın bile mevcut anayasayla ilgili konuşmaktan korktuğu bir yer haline nasıl geldi? AKP niye böyle ürkek ve statükocu bir partiye dönüştü? Toplumu özgürleştirmemek ve Kürt sorununu demokratik yoldan çözmemek için gizli pazarlıklar mı yapıldı? AKP’deki bu politika değişikliği nasıl sonuçlar yaratacak? AKP içindeki demokrat damar ne yapacak? Bütün bunları Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde kamu hukuku profesörü Mithat Sancar’la konuştuk. Prof. Sancar özellikle anayasa teorisi, modern Türkiye’nin doğuşu, hukuk devleti ve insan hakları üzerine çalışıyor.


***
NEŞE DÜZEL: Geçen hafta Bilkent Üniversitesi’nde bir sempozyum düzenlendi ve Anayasa’nın değiştirilemez maddeleri tartışıldı. Sizce anayasada değiştirilemez maddeler olur mu?

Prof. MİTHAT SANCAR:
Olur. Pek çok gelişmiş ülkenin anayasasında da değiştirilemez hükümler var. Ama bunlar genellikle demokratik hukuk devletini garanti altına alan maddeler. Mesela Alman Anayasası’nın insan onuruna, insan haklarına atıf yapan birinci maddesi değiştirilemiyor.
►Bizde değiştirilemeyen maddeler neler?

Bizde asıl kıyamet Anayasa’nın değiştirilemeyen ikinci maddesinde kopuyor. Cumhuriyet’in nitelikleriyle ilgili olan bu madde, “Atatürk milliyetçiliğine bağlılığı” anayasa ilkesi haline getiriyor. Kemalizm’i anayasa ilkesi yapıyor.
►Gelişmiş ülkeler anayasalarındaki “değiştirilemez” maddeleri tartışabiliyorlar. Biz, “değiştirilemez” maddeleri Türkiye’de tartışabiliyor muyuz?

Sorun bu zaten. Tartışamıyoruz. Üstelik Anayasa’nın değiştirilmesini istemeyen kesimlerin markajı bir yıldır daha da arttı. Çünkü AKP sivil anayasa hazırlığının arkasında duramadı.
►Bizim anayasamız yeryüzündeki diğer ülkeler arasında hangilerinin anayasalarına benziyor?

Bizim anayasa şu anda çok kötü bir metin değil. Çünkü pek çok maddesi değiştirildi. Sorun şu. Bu anayasanın ruhu değişmedi. Çünkü anayasalar hazırlandıkları dönemin ruhunu taşırlar. Özgürlükçü bir tartışma ortamında yapılacak bir anayasa, bugünkü anayasadan bazı konularda daha geri olsa bile daha özgürlükçü bir potansiyele sahip olur. Çünkü o anayasa yapıldığı dönemin çoğulculuğunu, renkliliğini taşır. Bizim anayasasının içinde ise darbecilerin hayaleti dolaşıyor. Bu darbe ruhu, toplumu daima denetlenmesi gereken tehlikeli bir odak olarak görüyor ve özgürlüklerin derinleştirilmesi girişimlerini geri püskürtüyor.
►Bizim anayasamız dünyada hangi ülkelerin anayasasına benziyor diye sormuştum...

Görüntü olarak, temel kurumlar olarak Batılı anayasalardan çok farklı değil. Seçimler yapılıyor, partiler kuruluyor. Bizim anayasada demokrasinin şeklî kuralları var ama derinleştirilebilir özgürlük düzenlemeleri yok. Çünkü milli güvenlik devleti anlayışı terk edilmiyor. İçeride askerî bürokratik elit, dışarıda ABD, 1982 Anayasası’yla Türkiye’ye “milli güvenlik devleti” modelini dayattılar. Türkiye’nin kendine özgü sınırlı, güdük bir demokrasiyle yönetilebileceğini savundular. Anayasada bir sürü değişiklik oldu ama bu model değişmedi. Türkiye tipi demokrasidir bu.
►Uluslararası siyasette Türkiye tipi demokrasi diye bir tanım mı var?

Var tabii. Dünyada siyaset bilimciler bu tanımı kullanıyorlar. Mesela Türkiye ve Rusya için “demokrasileri aynı aileye mensup olan kendine özgü demokrasiler” deniyor. Şu anda AKP’nin meylettiği de Türkiye tipi demokrasidir. AB içinde Türkiye’yi üyeliğe istemeyen odaklar da Türkiye tipi demokrasiyi yeterli görmeye meyyaldir.
►Kendine özgü bir demokrasi türü olabilir mi?

Olmaz. Kendine özgü demek, evrensel ölçütlerden uzak demektir. Hak ve özgürlükleri derinleştirmeye hiç niyetli olmayan, otoriter yöntemlere çok hevesli bir demokrasidir bu. Tabii bunun adı demokrasi değil, ucubedir. AKP bugün Türkiye tipi demokrasiyle yetinme yolunda ilerliyor. AKP Hükümeti ve devlet elitleriyle AB içindeki bazı güçler arasında Türkiye tipi demokrasinin Türkiye’ye yeterli olduğu konusunda bir ittifak var bugün. Bu yüzden de zaten AB özgürlüklerle ilgili çok bastırmıyor.
►AKP, AB içindeki Türkiye karşıtlarıyla mı ittifak kurdu?

Hükümet AB sürecinden vazgeçmiş değil, AB’yi istiyor görünüyor ama asker ve sivil bürokratik güçlerle de “demokrasiyi çok geliştirmeme” konusunda bir ittifak halinde. Hükümet, AB’ye, “Türkiye’nin şartları, her şeyi sizin istediğiniz normlara göre yapmamıza izin vermiyor. Bizi hoş görün” diyor. Hükümetin devlet elitleriyle bu uzlaşması, Türkiye’yi AB hedefinden uzaklaştırıyor. Bir anlamda AKP Hükümeti, Türkiye’yi üyeliğe istemeyen AB içindeki sağcı, otoriter, faşist güçlerin istediğini de yapmış oluyor.
►AKP, sivil bir anayasa yapacağını söylemişti ama sonra vazgeçti. AKP’yi birileri korkuttu mu sizce?

Sadece korku değil, çeşitli çıkar hesapları, güç dengeleri ve taktiklerle de ilgili bu. AKP’nin “makbul devlet eliti” haline gelme çabasıdır bu. AKP, asker ve sivil bürokrasinin, kendisini kabul etmesi, onu da salona sokması için bir uyumlu olmaya çabalıyor. Gerçi pragmatizm AKP’nin temel özelliğidir ama... Bu pragmatizm oportünizmle birleştiğinde büyük bir felakettir. Çünkü AKP’de sadece pragmatizm değil, oportünizm damarı da var. Bu faydacılık, kısa vadeli taktik hesapçılık ve fırsatçılık özellikle seçim zamanlarında ortaya çıkıyor. AKP prim yapacak otoriter milliyetçi sloganlara sarılıyor. Oysa 12 Eylül’den bu yana Özal’ın ANAP’ı da dahil bütün partiler arasında demokratikleşme potansiyeli en güçlü olan partiydi AKP.
►Artık değil mi?

Hâlâ öyle ama... AKP’nin yıkıcılık potansiyeli de diğer partilerle kıyaslanmayacak ölçüde güçlü. AKP yıkıcı olabilir! AKP yaptığı sivil çıkışlarla, sistemden sıkıntı duyan, askerin dışladığı, sivil bürokrasinin adam yerine koymadığı kesimleri milliyetçilikten ve militer anlayıştan uzaklaştırmıştı. Ama AKP şimdi otoriter güçlerle mutabakata yanaştıkça, bu geniş kitleyi yeniden milliyetçileştirebilir.
AKP bu kitleleri şu anda milliyetçileştiriyor mu?

AKP, üzerine oturduğu milliyetçi olmayan mütedeyyin muhafazakâr kesimleri milliyetçiliğe doğru taşıyor. Kürt sorunuyla ilgili kullandığı üslupla toplumda milliyetçi otoriter damarı güçlendiriyor. Bu, Türkiye için bir felakettir. Mesela Tansu Çiller’in başbakanlığı döneminde orduya sunduğu destek sadece siyasi bir destekti. Çiller’in orduya sunabileceği ilave bir toplumsal destek yoktu. Çünkü ordu ve Çiller aynı tabana oturuyorlardı. AKP ve ordu ise aynı tabana oturmuyor. AKP, orduya yaklaştıkça otoriterliğe ve milliyetçiliğe ilave bir destek getiriyor. İşte bu demokrasi için büyük bir tehlike.
►AKP, Anayasa Mahkemesi’ndeki kapatma davasından sonra daha ürkek bir parti mi oldu?

Kapatma davası AKP’nin Genelkurmay ve sivil bürokrat elitle uzlaşma arayışını, pazarlıklarını, onlara yakınlaşma sürecini hızlandırdı ama... AKP’nin bu çapta milliyetçi bir dil kullanmasının bir nedeni de Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un Kürt sorunuyla ilgili yeni konseptidir. Bazıları, Başbuğ’un sivil iktidara Kürt sorunun çözümünde alan açtığını söylüyorlar.
►Açmadı mı sizce?

Tam tersi. Genelkurmay Başkanı’nın yeni konsepti şu. Başbuğ AKP’ye, “Biz sizin istediğiniz şekli jestleri yapmaya hazırız. Gelir hükümete brifing veririm, siyasi iradeye tabii olduğum görüntüsünü sergilerim ama siz de kırmızıçizgilerde bizimle daha ortak davranacaksınız” diyor. Kısacası AKP’ye “sahada siz olun ama bizim dediklerimizi yapın. Bizim politikalarımızı biz ortaya çıkmadan siz yürütün” diyor. Şu anda görünen o ki, Genelkurmay kendi Kürt politikasını AKP’ye ihale etti.
►AKP Hükümeti Kürt politikası konusunda Genelkurmay’la anlaştı mı?

Şu anda öyle görünüyor. Şöyle anlatayım. Bu ülkede Kürt sorunu en kilit sorundur. Kürt sorununda sertleşen ve sorunu demokratik çözümden uzaklaştıran istisnasız her parti sonunda milliyetçileşir ve otoriterleşir. Demirel’in DYP’si, Karayalçın’ın SHP’si, Yılmaz’ın ANAP’ı, Çiller’in DYP’si ve Erbakan’ın Refah’ı hepsi bu sonu yaşadılar. Kürt sorununda sertleşmek kimseye hayır getirmiyor.
►Başbakan Erdoğan’ın son konuşmaları bir korkudan mı kaynaklanıyor? Yoksa politika değişikliklerinin bilmediğimiz başka bir nedeni mi var?

AKP’nin bütünlüklü bir demokrasi programı ve Kürt politikası hiçbir zaman olmadı ki, politikasını şimdi değiştirmiş olsun. AKP sadece AB projesinin müteahhitliğini düzgün bir şekilde yaptı. Hedefi sınırlıydı, müzakere tarihi almaktı. Sonra nasılsa üyelik süreci uzundu, bunu bazen gevşetebilir, bazen de hızlandırabilirdi. AKP içeride sıkıştığında ve kendini güçsüz hissettiğinde AB projesine yaklaşıyor, kendini güçlü hissettiğinde ise AB’den uzaklaşıyor. Şu anda bence AKP kendini güçlü hissediyor. Görüyorsunuz, Genelkurmay AKP’yi zor durumda bırakacak hiçbir şey yapmıyor.
AKP tekrar AB yolunda ilerleyebilir mi peki?
Kapatma davası, bu siyasi oluşumu terbiye etme manevrasıydı. AKP’nin istenilen noktalarda şimdilik terbiye olduğu görülüyor. Ama bu durum ne kadar devam edecek belli değil. AKP’nin içindeki demokratlar, Türkiye’deki diğer demokrat çevreler ve Obama’nın ABD Başkanı olmasının getireceği yeni dünya konjonktürü, AKP’yi demokrasi yolunda ilerlemeye gene mecbur bırakabilir.
►Peki, bugün AKP’nin yaklaştığını söylediğiniz merkez tam olarak nedir?

Merkez, devletçidir. Devleti kutsar ve sıkıştığı anda milliyetçilik hamasetine başvurur ve “tek devlet, tek millet, tek bayrak, tek vatan” der. Merkez, kitlelerin rahatsızlığını demokratik bir huzursuzluk veya demokrasi talebi olarak değil, bir fesat kaynağı olarak görür. Devletin merkezinde katı, kaba ilkel bir milliyetçi ruh vardır. Başbakan Erdoğan’ın son zamanlarda “ya sev, ya terk et” gibi pek çok örnekle ortaya koyduğu anlayış merkezin anlayışıdır. AKP Yozgat Milletvekili’nin “devletime, milletime karşı geleni vurmaktan hoşlanırım” demesi de bu anlayıştır.
►AKP Kürt meselesini çözmek istiyor mu?

AKP’nin kapsamlı bir Kürt politikası hiç olmadı. Mesajlardan ibaret kaldı. Bugün gelinen noktada görünen şu ki, AKP’nin Kürt sorununun kaynağına inebilecek ne kapasitesi, ne gücü, ne de cesareti var. AKP, Kürtler adına siyaset yapan hareketi yani DTP’yi bitirerek Kürt sorununu çözebileceğini hesaplıyor. Nitekim bugün bütün devletçi çevreler AKP’yi yerel seçimlerde Güneydoğu’da desteklemek gerektiğini söylüyorlar. Bu tehlikeli bir hesaptır. AKP seçimi kazanırsa, sanıyorlar mı ki Kürt sorunu bitecek? Tam tersine Kürtlerin sistemden kopuşu daha da derinleşecek. Çatışma keskinleşecek.
►Niye?

AKP’nin Türkiye’nin tamamında hegemonik parti olmasının önündeki en büyük engel CHP değil, DTP’dir. Hegemonik parti, şekil olarak çok partili bir sistemdir. Aslında bu sistem fiilen tek parti sistemidir. Çünkü diğer partilerin pek bir işlevi artık kalmamıştır. AKP Güneydoğu’yu DTP’den alarak Türkiye’nin hegomonik partisi olmayı hesaplıyor. Hegemonik parti tehlikesi var Türkiye’de.
►AKP neden Kürt meselesinde bu kadar şahinleşti ve askerî operasyonları tek çözüm yolu olarak kabul etti? Bu yolla tek parti olabilir mi?

Birileri, onu, ancak sertlik stratejisiyle DTP’yi bitirebileceğine ve PKK’yı zayıflatabileceğine ikna etti. AKP ne kadar sertleşirse, Güneydoğu’da o kadar güçleneceğini düşünüyor. Seçimler yaklaştıkça da el altından başka mesajlar verecek. “Eğer DTP’yi çok zayıflatırsak ve PKK’yı askerî olarak kontrol altına alırsak, biz sizin haklarınızı büyük çatışmalara gerek kalmadan Genelkurmay’ı da ikna ederek yavaş yavaş tanıyacağız” diyecek. Seçimlerde eski politikasından vazgeçmediği mesajını veren adaylar gösterecek. AKP bu yolla Kürt siyasi hareketini tasfiye etmeyi planlıyor. AKP Güneydoğu’yu kaybederse, Türkiye’nin doğusu ve batısı arasındaki tek bağ ortadan kalkmış olacak diye bir tez var ya...
►Nasıl bir tez bu?

Bu tez çok tehlikeli. Çünkü bu tez kendi kimliğiyle siyasal temsilin önemini yok sayan bir anlayıştır. Oysa kendi kimliğiyle açıkça temsil edilme isteği, etnik sorunların demokratik çözümü için çok önemlidir. DTP veya benzeri bir partinin varlığı Kürtlerin Türkiye’yle bütünlüğünü daha çok sağlar çünkü Kürtlerde temsil edildikleri duygusunu yaratır. DTP tasfiye edilirse, Kürt kimliğini dile getirme ihtimali ve siyasal temsil duygusu çok zayıflar. Kürtlerin sistemden, ülkeden ve devletten kopuşu işte asıl o zaman başlar. DTP’nin kaybetmesi sorunu kolaylaştırmaz, aksine çözümü zorlaştırır.
►AKP’nin kadrolarında yeni bir şoven söylem de ortaya çıkıyor sanki. Milli savunma Bakanı, Rumlar ve Ermeniler gitmeseydi böyle bir ulus-devlet olamazdık dedi. Bakanın bu konuşmasını nasıl yorumluyorsunuz?

Konuşmasını tek kelimeyle ürpererek okudum. Ermenilerin katliamını itiraf eden ve onaylayan bu zihniyet bugünkü sorunların çözümünü de homojenlik üzerine kurmayı ister. Bu zihniyet gayrimüslimlerin, Alevilerin ve Kürtlerin sorununu çözemez. Aksine Kürt sorununda daha fazla şiddet, acı yaşatır.
►Bakan, Ermeni tehcirini mi savunuyor?

Açıkça tehcir çok gerekliydi ve olmalıydı diyor. Benim esas kaygım şu. Vecdi Gönül’ün bu sözlerine Başbakan’dan ve Hükümet’ten bir eleştiri olmadı.
►Böyle konuşma cesaretini nereden buluyor?

Sorun bu zaten. AKP 2005’ten beri gelgitler yaşıyor. Demokratikleşme hedefinden uzaklaşınca AKP içindeki o derin milliyetçi zihniyet ortaya çıkıyor. Bugün AKP’deki milliyetçi damar her zamankinden daha ‘pervasız’. Çünkü bugüne dek AKP’yi tipik bir devletçi sağ parti olmaktan üç unsur alıkoydu. Bunlar, Avrupa Birliği, AKP içindeki demokratlar ve AKP dışındaki demokrat çevreler. Bugün AKP yönetimi bu üç unsuru da dışlıyor.
►Türkiye ırkçılığa mı kayıyor?

Türkiye, günlük yaşamda ve siyasal kültürde güçlü bir ırkçı damara sahip bir toplum haline geliyor. Gündelik ırkçılık çok arttı Türkiye’de. Yani ırkçılık normalleşti. Irkçılığın normalleşmesinin yaratacağı felaketlerin neler olduğunu anlamak için dünyadaki örneklerinin yaşattığı acılara bakmak yeterli. Bu ırkçılık demokrasinin temellerini yok ediyor ve Türkiye’de toplumun kutuplaşmasını ve giderek birbirini boğazlayacak noktaya sürüklenmesini kolaylaştırıyor. Nitekim son bir yıldır Türkiye’de işkence olayları, gözaltında ve cezaevinde ölümler, sokakta kurşunlanmalar arttı. Bütün bu olaylar birbiriyle bağlantılıdır.
►Türkiye militerleşiyor mu?

Son beş aydaki gidiş sivilleşme değil, militerleşme gidişidir. Yaşadıklarımız militarizme, milliyetçiliğe ve otoriterliğe hızlı bir kayışın işaretleridir. Eğer Başbakan sertlik yanlısı konuşmalarına devam ederse, Türkiye daha derin kutuplaşmalar yaşar, demokrasiden daha da uzaklaşır. Milliyetçilik, otoriterlik, ırkçılık, Türkiye’nin her yanını sarar. Türkiye taşralaşır. Ama Türkiye’de demokrat güçlerin de sayılarıyla orantılı olmayan ölçüde etkili olduklarını da unutmamak gerekir.
►Nasıl etkili olabiliyorlar?

Etkililer çünkü Türkiye’de güçlü bir vicdan var. Ben Türkiye’deki bu vicdana güveniyorum. Unutmayalım ki AKP’nin içinde demokrat insanlar var.

YARGITAY: Mitinge katılan örgüt üyesidir

edibesebatman67 Yargıtay Ceza Genel Kurulu, PKK’nİn çağrılarına göre yapılan mitinglere katılan kişinin “örgüt üyesi” gibi cezalandırılmasına karar verdi. Çocuklar ve kadınlar da bu kapsama girecek..

Yargıtay Ceza Genel Kurulu, PKK’nİn çağrılarına göre yapılan her mitinge katılan kişinin “örgüt üyesi” gibi cezalandırılması gerektiğine karar verdi. Sabah’ın haberine göre Yargıtay’ın çok tartışılacak bu kararına neden olan olay, Amed’de 28 Mart 2006’da meydana geldi. Bilindiği gibi HPG’lilerin cenaze törenlerine devlet güçlerinin saldırısı sonucu oluşan olaylarda 10 kişi yaşamını yitirmişti. 77 kişi gözaltına alınmişti. Bunlardan 26’sı 18 yaşın altındaki çocuklardı. Bu çocuklardan biri de Felat Özer’di. Felat Özer, Diyarbakır 4’üncü Ağır Ceza Mahkemesi’nde yargılandı. Mahkeme, Özdemir’e “yasadışı toplantıya katılmak” tan ceza verdi. Yargıtay 9’uncu Ceza Dairesi, yerel mahkemenin kararını bozdu. Diyarbakır Ağır Ceza kararında direnince dosya Yargıtay Ceza Genel Kurulu’na geldi. Kurul, incelemesinde TCK’deki “örgüte üye olmamakla birlikte örgüt adına suç işleyen kişi ayrıca örgüte üye olmak suçundan cezalandırılır” hükmünü uzun uzun tartıştı.
İşte son olaylarda 13-14 yaşlarındaki çocuklara 23 yıl ceza istenmesinin de dayanağı olan yorum, Genel Kurul’daki bu inceleme sırasında yapıldı. Genel Kurul, Felat Özer kararında, öncelikle PKK’nin kitleleri harekete geçirmek için Roj TV, Fıra Haber Ajansı ile örgütün internet sitelerindeki duyuruları kullandığını savundu. 24 Mart 2006’da düzenlenen operasyon sonucu yaşamını yitiren HPG gerillalarının cenazelerine katılım için de aynı kanallarla çağrılar yapıldığı iddia edilen kararda şöyle denildi: “Örgüt siteler ve Roj TV’nin olay öncesinde yapmış olduğu yayınlarda halkın işe gitmemesini, kepenklerini kapatmasını, çocukların okula gitmemesini sağlamıştır. Bu yayınların sonucu cenaze törenlerine katılan kişiler, belirtilen eylemleri gerçekleştirmiştir.”amed_anadil_yuruyusu1
‘Örgüt adına eylem’
Kurul, Felat Özer’in neden örgüt üyesi gibi cezalandırılması gerektiğini de şöyle anlattı: “Olayda; örgütün çağrısı, örgüte ait yayın organlarının yayınları ve çağrıları ile somutlaşmış olup, bu çağrının belirli bir kişiye yapılmış olmasına gerek bulunmamaktadır. Örgütün bilgisi ve istemi doğrultusunda gerçekleştirilen bu eylemlerin, örgüt adına gerçekleştiği sabittir.” Kararın aynı paragrafında, örgüt adına gerçekleşen bu eylemlere katılan sanığın eyleminin, TCK’nin 314 (örgüte üye olma) ve 220/ (Örgüte üye olmamakla birlikte örgüt üyesi gibi cezalandırılmayı düzenliyor) maddelerine göre cezalandırılması gerektiği kaydedildi.
ANKARA



Tutuklamaya garip gerekçe
Valisi İlhan Atış’ın, çocukları yasadışı gösterilere katılan ailelerin Yeşil Kartlarını kesme ve son olarak hapse atma tehdidiyle tanınan Adana’da, bu kez 17 yaşındaki H.Ö., “PKK üyesi olduğu” iddiasıyla tutuklandı. Okuma yazma bilmediğini belirten H.Ö.’yü tutuklatan ‘kanıtlar’ şöyle: İki kitap, birer broşür ve dergi, sapan, üç fotoğraf...
KCK Önderi Abdullah Öcalan’a cezaevinde fiziki saldırıda bulunulmasının duyulması sonrası Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı Adana’da protesto eylemleri olmuştu. Gülbahçe, Şakirpaşa ve Ova mahalleleri 19-20 ve 21 Ekim’de yasadışı gösterilerin odağı olmuştu. Polis o günlerde 82’si çocuk 157 kişiyi gözaltına almıştı. Tutuklanan 26 kişiden 12’si ise ilkokul çağındaydı.
Polis üç gün boyunca eylemlerde bolca fotoğraf çekti. İddiaya göre bu fotoğraflarda yer aldığı öne sürülen, fakat gözaltına alınmayan dört çocuk tespit edildi: 17 yaşındaki H.B. ve H.Ö., 15 yaşındaki A.Y. ve 14’ündeki B.E. Bu çocuklardan H.Ö. ve A.Y., işçi; H.B. ve B.E. ise öğrenciydi. H.B., liseye devam ediyor, B.E. ise ilkokulda okuyordu.
Polis, 11 Ekim’de operasyon yaptı. Üç çocuk evlerinden, H.B. ise okulundan gözaltına alınıp Terörle Mücadele Şubesi’ne götürüldü. Bu arada evlerinde de arama yapıldı. Polis iki günlük gözaltından sonra, 13 Ekim’de dört çocuğu başsavcılığa çıkardı. Polis fezlekesine göre H.Ö.’nün evinde, biri Abdullah Öcalan’a ait, iki kitap, birer dergi ve doküman ve sapan bulundu. Diğer üç çocuğun evlerindeyse suç unsuru yoktu.
Üç çocuk, “PKK’ya üye olmak” iddiası ve tutuklanmaları istemiyle Adana 6. Ağır Ceza Mahkemesi’ne çıkarıldı. H.Ö., mahkemede, fotoğraflardaki kişinin kendisi olmadığını kaydetti. Kitapların babasına ait olduğunu ve zaten okumaz yazmaz olduğunu söyledi. Kaldı ki, kimlik bilgilerinde, ‘okumaz yazmaz’ yerine ‘cahil’ yazıyordu. Sapanı da ağabeyine ait güvercinlerin damlara konması ve damdan kaldırılması için bulundurduğunu söyledi.
‘Şenlik var zannettik’
Radikal’in haberine göre A.Y., mahallede DTP şenliği var sanarak gruba katıldığını, fotoğrafının bu sırada çekilmiş olabileceğini kaydetti. B.E. ise eyleme katılmadığını belirtti. A.Y. ve B.E. mahkeme tarafından tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılırken, H.Ö. 17. yaşına bastığı gün, “PKK üyesi olduğu” iddiasıyla tutuklanarak, Adana Kürkçüler Cezaevi’ne konuldu. İnsan Hakları Adana Şubesi’nin açıkladığı rapora göre 19-21 Ekim’de gözaltına alınan 157 şüpheliden 82’si çocuk yaştaydı. Tutuklanan 26 kişininse 12’si ilkokul çağındaydı. Ayrıca çoğunluğu çocuk, onlarca kişi de kendilerine işkence yapıldığı iddiasıyla İHD’ye başvurdu.

Ceyhan’da 21 tutuklama
Adana’nın Ceyhan İlçesi’nde önceki gün ev baskınlarında gözaltına alınan 32 kişinden 21’i tutuklandı. Hakkari’de de 5 kişi ‘PKK’ye yardım ettikleri’ gerekçesiyle tutuklanarak cezaevine gönderildi.
Adana’nın Ceyhan İlçesi’nde 12 Kasım günü Belediye Evleri, Yersuat, Küçükkırım ve 6 Ocak mahallelerinde e zamanlı yapılan ev baskınlarında gözaltına alınan 32 kişi polis sorgularının ardından önceki gün Ceyhan Cumhuriyet Savcılığı’na çıkarıldı. Savcılıktaki ifade işlemlerinin ardından 2 kişi serbest bırakılırken, 30 kişi tutuklama talebiyle mahkemeye sevk edildi. 9 kişi tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılırken, 21 kişi “örgüt propagandası” ve “görevli memura mukavemet etmek” suçlamasıyla tutuklanarak cezaevine gönderildi. Seyhan’da düzenlenen ev baskınlarında gözaltına alınan 26 kişiden aralarında DTP Seyhan İlçe Başkanı Mehmet Nardan’ın da bulunduğu 13 kişi de Cuma günü tutuklanmıştı.
Bu arada, Hakkari İl Jandarma Komutanlığı ekipleri tarafından 11 ve 12 Kasım’da düzenlenen ev baskınlarında gözaltına alınan E.K., H.T., İ.A., H.D. ve R.T. ifadelerinin ardından Cuma gecesi Van Ağır Ceza Mahkemesi’ne sevk edildi. Sözkonusu 5 kişi “PKK’ye yardım” iddiasıyla tutuklanarak cezaevine gönderildi.
ADANA/HAKKARİ YENİ ÖZGÜR POLİTİKA

Pompalı Recep’in adamları azdı

ogrencikavga Afyon Kocatepe Üniversitesi’ndeki (AKÜ) Kürt öğrencilere baskılar devam ediyor. Sürekli takip altında tutulduklarını, zaman zaman “çay içelim” denilerek kuytu köşelere çekilip sorgulandıklarını belirten öğrenciler, üniversite yönetiminin bilgisi dahilinde bir öğrencinin dersten çıkarılarak önce sorguya çekildiğini ardından ajanlık dayatıldığını söyledi.

AKÜ’de 6 Ocak’ta Nezir Çin ve Hayretullah Alkan isimli iki Kürt öğrenci, ırçılar tarafından kaçırılarak 5 saat işkenceye maruz kalmıştı. Bu olayla gündeme gelen AKÜ’de, Kürt öğrenciler bu kez de polisin ajanlık dayatmasından şikayetçi. Oldukça tedirgin olan ve tehditlerden kaynaklı isimlerinin açıklanmasını istemeyen öğrencilerden M.Y, okulun başladığı günden itibaren sürekli polis takibi altında olduğunu ve en son çarşıdan yürürken kendini sivil polis olarak tanıtan iki kişinin yanına gelerek, “seninle biraz konuşalım bir çay içelim” dediğini söyledi.fasist_erdogan_thumb[3]

‘Burada yaşayamazsın’ tehdidi

Polis olduklarını söyleyen şahısların ailesinin nereli olduğunu daha önce hangi lisede okuduğunu kendisine anlattığını ve bunları duyduktan sonra şaşkınlık yaşadığını ifade eden M.Y, “Benim anlattıkları karşısında şaşırdığımı görünce, ‘Bir ihtiyacın var mı? Bize güvenebilirsin, sana çok yardımcı oluruz. Senin hakkında her şeyi biliyoruz. Gel sen bizimle çalış burada rahat edersin’ dediler ve arkadaşlarım hakkında soru sormaya başladılar” dedi. Sorulan sorulara cevap vermeyince polislerin ses tonunu değiştiğini ve ‘asilik yapma yoksa burada yaşayamazsın’ diye tehdit edildiğini belirten M.Y, okuldaki bir çok öğrencinin de aynı şekilde tehdit ve ajanlık tekliflerine maruz kaldığını söyledi.

‘Ya ajan ol ya da git’

Çay içme bahanesiyle ajanlık teklifine maruz kalan bir diğer öğrenci F.B. de Afyon merkezde bulunan bir kitapçıya gittiği sırada kendini sivil polis olarak tanıtan iki kişi tarafından ismi ve soy ismi çağrıldığını, “Gel seninle biraz konuşalım” denilerek durdurulduğunu söyledi. Polislerin önce ailesini nereli olduğunu kaç kardeşi olduğunu kendisine anlattıktan sonra “Senin amacın nedir neden buradasın” diye sorduğunu belirten F.B., “Bana ‘bak seni biliyoruz. Bazı seçenekler sunacağız. Ya bu şehirden gideceksin ya da okuldaki görüştüğün kişilerden bize haber getireceksin ve okuluna devam edeceksin’ diye tehdit edildim” diye konuştu. Arkadaşları hakkında düzenli bilgi getirmesi halinde yol, yemek, okul, her türlü masraflarımı karşılanacağı yönünde tekliflerde sunulduğunu belirten F.B, “Söz konusu şahıslar eğer tekliflerini kabul etmezsem Afyon’da okumamın çok zor olduğunu ve sonuçlarına da katlamam gerektiğini söyleyip gittiler. Daha sonra görüştüğüm bir çok arkadaşımla da aynı konuşmaları yapmışlar” diye kaydetti.

Okul yönetiminin bilgisi dahilinde 

Derste olduğu sırada okul yönetiminin bilgisi dahilinde polis tarafından idareye çağırılan ve ajanlık teklif edilen A.A. ise yaşadıkların şöyle anlattı: “Sabah derse girdim okul yönetiminde biri ve yanında tanımadığım bir kişi daha gelip dersten beni çıkardılar. İdare odasına gittiğimde beni dersten almaya gelen ve diğer iki kişi de bana sivil polis olduklarını belirterek, konuşmak istediklerini söylediler. Bu sırada okul idaresindekileri de dışarı çıkardılar. Önce diğer arkadaşlarıma da yaptıkları gibi bana da ailem hakkında bilgi verdiler. Okulda neden hep Kürt arkadaşlarımla gezdiğimi sordular ve ardından ‘bu kişiler hakkında bize bilgi getireceksin, biz de sana burs vereceğiz seni okutacağız’ dediler. Ardından ise onlarla görüşmemi kimseye anlattığım taktirde, başıma bir iş geleceği yönünde tehditlerde bulundular.” Öğrenciler, öğrenim haklarının engellenmesine karşı İHD’ye başvuracaklarını belirtti.

Kürt öğrenciye linç girişimi

Öte yandan Sakarya Öğrenci Yurdu’nda oda arkadaşlarıyla Kürt sorununu tartışan Murat Koç isimli Kürt öğrencinin önceki akşam kalabalık bir grubun saldırısına uğradığı bildirildi. Edinilen bilgilere göre Sakarya Üniversitesi (SAÜ) 1. sınıf öğrencisi Murat Koç önceki akşam kaldığı Kredi ve Yurtlar Kurumu’nun (YURT-KUR) Esentepe Kampusu’ndaki Sakarya Öğrenci Yurdu’nda oda arkadaşlarıyla Kürt sorunu üzerine tartıştı. Tartışmadan sonra ‘Kürt sorununu’ savunduğu gerekçesiyle Muş-Vartolu Koç’un odasının 30-40 kişilik ırkçı grup tarafından basıldığı öğrenildi. Koç’u öldüresiye döven grubun, Koç’un baygın düşmesiyle odadan ayrıldığı belirtildi. Yurdun bahçesinde bir süre, “Kahrolsun PKK”, “Burada PKK’li istemiyoruz” sloganlarını atan grup daha sonra yurttan ayrıldı.

Yurt idaresi: Şikayetçi olma

Yurt idaresinin, hastaneye kaldırmak yerine kanlar içinde kalan Koç’a “Hiç bir şeyden şikayetçi olma” baskısında bulunduğu ileri sürüldü. Jandarma ekiplerinin gelmesiyle Koç’un sağlık ocağına götürülerek tedavi altına alındığı bildirildi. Çocuğunun linç haberini alan Koç’un İstanbul’da kalan ailesinin, Sakarya’ya gelerek çocuklarını İstanbul’a götürdüğü öğrenildi.

DİHA/AFYON-SAKARYA

Evi ve arabası yakıldı

İzmir’in Ödemiş İlçesi’nde Bekir Poyraz adlı Kürt, ev ve arabası “Pis Kürtler, buradan defolun” denilerek ateşe verildi. Çocuklarını yanmaktan son anda kurtaran Poyraz, haber verilmesine rağmen polisin olay yerine gelmediğini söyledi. Ödemiş’te 20 yıldır yaşayan Mardinli Bekir Poyraz’ın evi ve arabası 3 komşusu tarafından “Pis Kürtler, buradan defolun” denilerek ateşe verildi. Üç Eylül Mahallesi’nde 14 Kasım gece 03:00 sıralarında meydana gelen olayda şans eseri aileden yaralanan olmazken; yangın itfaiye ekipleri tarafından söndürüldü. Haber verilmesine rağmen polislerin olay yerine gitmediği kaydedildi. Ev ve araçta büyük çapta maddi hasar meydana geldiği bildirildi. Olay yerinden kaçan saldırganlardan birinin aynı mahallede oturan Göksal Uyan olduğu öğrenildi.

Sabah da baltalı saldırı

Poyraz, sabah saatlerinde ise kendisine ait kahvehanede, akşam evini ve arabasını yakıp kaçan Uyan’ın baltalı saldırısına uğradı. Çevredekilerin müdahalesiyle saldırgan etkisiz hale getirildi. Olay yerine gelen polis, saldırıyı gerçekleştiren Göksal Uyan’ı gözaltına aldı.

20 yıllık komşuları yaktı

Bekir Poyraz, 20 yıldır Ödemiş’te oturduğunu ve komşuları tarafından küfürlerle evinin ateşe verilmesine anlam veremediğini söyledi. Poyraz, 10 çocuğunu ateşin içinden zorla dışarıya çıkardığını ve canına kast eden kişiler hakkında davacı olacağını belirttti. Bekir Poyraz, olay yerine gelmeyen Ödemiş Emniyeti ile ilgili de suç duyurusunda bulunacağını söyledi. Poyraz, şunları kaydetti: “Gecenin yarısı yıllarca komşuluk yaptığım insanlar gelip evimi ve arabamı ateşe verdi. Ben yıllardır burada kahve işletiyorum. Bu saldırganlar benim kahveme gelip çay içmiş insanlar. Birileri son dönemlerde Kürtlere yönelik bir saldırı tezgahlıyor. Bu insanlar da bu şekilde kullanılıyor.” DİHA/İZMİR

YENİ ÖZGÜR POLİTİKA

Eşi Ahmet Kaya'yı anlattı

ahmet gulten kaya 12 Şubat 1999’da Magazin Gazetecileri Derneği’nin ödül gecesinde bütün salon birden ayaklanmıştı. Çatallar ve bıçaklarla beraber küfürler de aynı yere yönelmişti. Bir tarafta garsonların kurduğu barikatı aşmak isteyen ve hep bir ağızdan 10. yıl marşını okuyan onlarca kişi, bir tarafta ise olanlara oturduğu masadan bakan bir ‘vatan haini...’ Ahmet Kaya “Önümüzdeki kasette Kürt asıllı olduğum için Kürtçe bir şarkı yapıyorum...” sözleri yüzünden o gece linç edilmek istenmişti. Daha sonrasında hakkında çıkan, doğrulanmayan iddialar yüzünden ülkesini terk etmek zorunda kalmıştı. Ama gittiği Paris’te fazla dayanamadı ve 16 Kasım 2000’de hayatını kaybetti. Ahmet Kaya’ya o gece küfür edenler unuttular belki o geceyi ama biri unutmadı. Gülten Kaya... Her geçen gün Ahmet Kaya’yı daha da özlediğini, boşluğun her geçen gün daha da arttığını belirten Gülten Kaya, kızgınlığının da asla geçmediğini söyledi. Kaya, NTVMSNBC’ye Ahmet Kaya’yı, o geceyi, Ahmet Kaya’sız 8 yılın nasıl geçtiğini, Türkiye’de Kürt olarak yaşamayı ve huzurla arkasına yaslanacağı günü anlattı.
ARAMIZDAYMIŞ GİBİ ÜRETKEN GEÇTİ
Ahmet Kaya’sız sekiz yıl geçti. Bu sekiz yılda neler yaptınız? Neler yapıyorsunuz?

Sekiz yıla çok yukarıdan bir yerden, kendimin de üzerinde bir yerden baktığım zaman çok üretken geçtiğini söyleyebilirim. Adeta o aramızdaymış gibi üretken geçti. O bakımdan süreç hiç kesintiye uğramadığı için huzur hissediyorum.

ZAMAN ONU DAHA DA ÖZLETİYOR
Ama kişisel düzeyde bakıldığında, ‘zaman iyileştiricidir’ sözlerinin de bir şey ifade etmediğini görüyorum. Aksine zaman boşluğu çok büyütüyor, çok özletiyor ve daha da çözümsüzleştiriyor. Belki sıcağı sıcağına bunu çok iyi algılayamıyorsunuz ama araya giren zaman size şunu düşündürtüyor: ‘Yok ve bir daha asla olmayacak...’ Bu çok daha net ve kesin bir gerçek olarak çıkıyor karşımıza. Yani zaman asla iyileştirici değil. Ama iyileşmenin yollarını arıyor insan, nasıl dengeleyebilirim diye düşünüyor. Ben şu formülü buldum Empati yapmak... İçi boşaltılmış bir kavramdır ama doğru kullanıldığında çok değerlidir. Yıllarca Ahmet’in mutfağında çalışmış, hayatı paylaşmış, yol arkadaşı olmuş birisi olarak neler yapılmasını istediğini çok kurguluyorum. Empati orada çok işe yarıyor. Dolayısıyla kendimi iyileştirmenin yolunu biraz üretmek olarak buldum. O bana çok iyi geliyor.
KIZIM ‘BENİ FARK ET’ DEMEYE BAŞLADI
Günümün çoğu bu ofiste geçiyor. Yani hep fikir bulmak, yeni proje yapmak, bu süreci kesintiye uğratmamak, şarkıları hep hayatın ortasında tutmak... Bu öyle bir noktaya gelmiş ki kızım bir gün, “Beni de fark et, benimle de biraz zaman geçir... Babam olsa sana çok kızardı” demeye başladı. Ben bir fark ettim ki ona bile zaman ayıramıyorum. Böyle geçirmişim sekiz yılı ama bundan sonrasında nasıl olur, nasıl yürür bilemiyorum şimdi.
HAYAT BAZEN TARAF OLMAYI EMREDER
Geriye dönüp baktığınız zaman neler hissediyorsunuz? Bir röportajınızda “Artık bende savunma değil, saldırgan refleks gelişti. Mahvolan hayatımın hesabını sormak istiyorum. Çünkü ben eşimi kaybettim. Kızımın bir daha babası olmayacak. Bu mu medyanın sorumluluğu?” demiştiniz. Kızgınlığınız devam ediyor mu?
Dozunu hiç kıramadım. Ahmet’ten öğrendiğim, bağışlayıcı olma tavrını emrediyor ama kendimi bundan soyutladığımda bu kadar hoşgörülü ve bağışlayıcı olamıyorum. Kendimle kaldığım zaman da törpüleyemiyorum. Törpülemek de istemiyorum. Törpülediğim zaman kendi içimde büyüteceğim, başka türlü bir infilak yaşayacağım. Kendimle yüz yüze geldiğimde asla kimseyi bağışlamadığımı görüyorum. Bu kadar masum bir süreci, masum bir talebi bu noktalara getiren hiçkimseyi, küçücük paylara sahip olanları dahi bağışlamıyorum.
Zaten tarafsızlık çok daha kötüdür. Ben bu gri tavrı hiç sevmem. Tavrını net ortaya koyanlar benim tam karşımda dursalar da onu kendi içinde daha tutarlı bulurum. O tarafsızlık, nesnel durmak objektif kalmak değil, onunla karıştırmayalım. Yani hayat bazı olayları gözümüze sokar ve orada gerçekten taraf olmayı hayat emreder.
HAKSIZLIĞIN PARÇASI OLANLAR...
Kızgınlığınız var medyaya ama bir yandan da Ahmet Kaya’ya yapılanları unutturmak istemiyorsunuz. Bu sebeple medyaya kapınızı tam anlamıyla kapatmıyorsunuz.
Bu kapıyı açık tutmak benim için çok önemli. “Ahmet Kaya’yı Türkiye’ye getirecek misiniz?” sorusuna da buradan yola çıkarak cevap veririm. Getirmeyerek bu kapıyı açık tutuyorum zaten. Yeter ki bu haksızlığın parçası olanlar gelip benimle bunu gerçekten konuşma cüreti de bulabilseler. Böyle bir şey hiç olmadı. Özeleştirel bir olgunluk medyada, hayatın diğer alanlarında hiç olmadığı için zaten onlar o açık kapıdan içeri girmeye çok cüret edemiyorlar. Yoksa kapı her zaman açık ve açık tutmaya da devam edeceğim. Zaman zaman gizli dövüşmeye çalışanlar oluyor. “Ben o sürecin parçası değilim”, “O gece oradaydım ama şu amaçla yaptım”, “Doğru algılanmıyorum, Ahmet Kaya çok iyi insandı, bu beni üzüyor” gibi ifadeler çok tutarsız geliyor bana. Bunları sahici bulmadığım ve bu konuşmaları doğrudan benimle yapmadıkları için tutarsız geliyor. Mesela son bir yıl içerisinde bu olayla adı en çok geçen insanlardan bir olan Reha Muhtar, bunu yapmaya çalıştı. Onun gazetede bir köşesi var. Kamusal alanda herkese ulaşarak kendini aklama çabasına girebiliyor ki bana göre aklayamaz. Ben bunun tarafıyım ve ona cevap yazdığım zaman bana tekrar cevap veriyor ama bunu orada yayınlamıyor. Kamuoyu benim yanıtımı hiç bilemeden onu ikinci kez okumuş oluyor örneğin. Yani eşit şartlarda dövüşmemiş oluyoruz. Bu kaçak dövüş. Ben o gecenin, o gecedeki atmosferin, her şeyin tanığıyım. Gördüğünüz zaman bunu değiştiremezsiniz, bunu görmüşsünüzdür artık. O bakımdan benim asli derdim Ahmet Kaya’yı doğru algılatmak. Yoksa birazcık onların baktığı pencerden baksam ‘iyi çocuktu’ gibi algılanacak.
ASLA İYİ ÇOCUK OLMADI
Medyanın Ahmet Kaya’yı ve o geceyi görmezden geldiğini mi düşünüyorsunuz?

Bu durum Ahmet Kaya yaşarken de böyleydi. Onu her zaman görmezden geldiler. Çünkü Ahmet Kaya ‘iyi bir çocuk’ değildi. Her zaman muhalifti. O yüzden her zaman görmezden gelindi. Onların ‘iyi çocuk’tan ne anladığı önemli. Bu ülkede 30 yıldır akan kanı, sosyal hayattaki çarpıklıkları, ayrımcılıkları görmeyerek varolmaksa ‘iyi çocuk’ olmak, Ahmet Kaya asla ‘iyi çocuk’ değildi. Mesela burada çok hoş, çok renkli bir çiçek var. Ahmet Kaya bu değil. O, kumlu ve sert topraklarda bir kaktüstü. Bu renkli çiçekler solup gider ama kaktüs her zaman kalır. Ahmet Kaya’nın dikenleri vardı ve o dikenleri devamlı birilerine batırıyordu. Ahmet Kaya hiçbir zaman pembe renkli bir çiçek değildi. Bu kadar sert bir hayatın içinde onun hissettikleri hiçbir zaman çiçek, böcek, kelebek olmadı. Keşke öyle olabilseydi ama bir sanatçının bunu seçme şansı yok. Sizi kuşatan, beyninizi kalbinizi saran ne varsa onu yansıtırsınız. Ne yazık ki son 30 yılda da hep sert şeyler yaşandı bu ülkede. O yüzden ne yazık ki kelebek şarkısı yapamadı hiç. Çok uzun yıllar bir insanla birlikte olduğunuz zaman onun genlerini bile öğreniyorsunuz. Ahmet Kaya kendi tavrı olan bir insandı. Tersine, hep tersineydi.
KÖTÜ BEDELLER ÖDENDİKTEN SONRA...
Ahmet Kaya hayatını kaybettikten sonra yazılanlar hakkında neler düşünüyorsunuz?

Ne yazık ki çok değerli gelmiyor bana. Bununla ilgili sadece bireyler, gazeteciler değil bizim dolaysız ittifakımız olması gereken bir takım sivil toplum kuruluşları, partiler de özeleştirisini vermiş değiller kurum olarak. Ama ne yazık ki kötü bedeller ödendikten sonra bizlerin aklı başına geliyor ve ondan sonra topluca tavır almanın önemini kavrıyorlar. Bu o zaman yapılabilseydi, “Bir dakika, bu adam ne dedi?” denilseydi, en azından bu soru sorulabilseydi belki de bu akıbet yaşanmayacaktı. Ahmet Kaya belki şu anda bu ülkenin ‘haylaz çocuğu’ olarak kendi şarkılarını söyleyecekti.
BAŞBAKAN POMPALI TÜFEK İLİŞKİSİ
Ahmet Kaya tişörtü giyen birine linç girişimi oldu yakın zamanda. Siz böyle haberleri duyduğunuzda neler hissediyorsunuz?

Aslında bunun açıklaması çok güncel Başbakan ile pompalı tüfek ilişkisi... Bir ülkenin başbakanı, pompalı tüfeği meşru gördüğü sürece, tişörtten dolayı da şarkıdan dolayı da insanlar birbirini boğazlamaya devam edecek. Bunun sorumlusu pompalı tüfeği de meşru görenlerdir. Sokaktaki ruh halinden kopuk değil ki bunlar. Hakikaten içim parçalanıyor. Hepsinin yaralarını sarmak istiyorum ama... Her birini kendi evladıma yapılmış gibi görüyorum, bu kadar sarsıyor beni ama aynı zamanda beni çok da aşıyor. Yurdun herhangi bir yerinde yaşanan bir olaya müdahale edebilme gibi bir durumum olmadığı için sadece acı duyuyorum.
O gece Ahmet Kaya’nın söylemek istediği sadece Kürtçe bir şarkı söylemek miydi? Yoksa bir şarkı söylemekten daha fazlası mı?
Tabii ki daha fazlası. O bir tavırdı. Bunun bir duruş olduğunu daha iyi gösteremezdi. Seçimler yaklaşıyordu. Ve baraj sistemi Kürt halkının önünde duruyordu. Oradaki amaçlardan bir tanesi yok sayılan bir dilde şarkı söyleyerek o dile selam göndermekse, diğer bir amaç da “Bu halk var ve seçimlere katılmak onların da hakkı. Ben tavrımı onlardan yana koyuyorum” demekti. Sanatçı bunu nasıl sembolize edebilir o dilde şarkı söyleyerek... Kaldı ki Ahmet Kaya Kürtçe bilmeyen bir insandı. Bir Kürt olduğu halde... Bu da o dili yok sayan sistemin ayıbı.
LOLİPOP ŞEKERİ GİBİ BİR ŞEY
Kürtçe şarkı söylemek’ konusunda bir şeylerin değiştiğini düşünüyor musunuz?

Hiçbir şey değişmedi, kimse kendini kandırmasın. Orada devasa bir mantık ve kararlılık var. Hiçbir şey değişmedi ve o mantık kendini koruduğu sürece değişmez de. Çünkü lolipop şekeri gibi bir şey o. Kimisi o şekeri alıp avunabilir, tatmin olabilir o onların sorunu ama ben asla o lolipopla tatmin olmam. TRT’nin bütün kanallarını 24 saat Kürtçe dilde yayına ayırsalar bile bu benim için yeterli değil. “Evet bir gelişme oldu” diyemem. Bu çünkü öyle bir sorun değil. Bununla çözülecek bir sorun değil. Bunu devlet kanalı üzerinden yaptığınız zaman kendi içinde iflas ediyor. Bırakın bütün kanallar yayın akışına koysunlar özgürce. Ne kadar yer vermek istiyorlarsa o kadar yer versinler. Dünyanın neresinde bu böyle? Cumhurbaşkanı Sarkozy’i milliyetçi buluyorlar ama o milliyetçi adam bile kendi anayasasına Fransa’da konuşulan 60 dili koydurdu. “Hepimiz kardeşiz” diyorlar. Kardeş kardeşi döver mi? Bu da eşimin lafıdır. Ben niye hiç onların kardeşiymişim gibi hissedemiyorum, bu bana niye hiç hissettirilmiyor?
DEĞİŞİME İNANMAKTAN BESLENİYORUM
Gelecekle ilgili umudunuz var mı?

Bir sosyalist olarak da bir insan olarak da diyalektiğin yasalarının işleyeceğine inanan birisiyim. Ve oradan besleniyorum. Değişime inanmaktan besleniyorum. Dolayısıyla o inancımı koruyorum, değişime inanıyorum. Bu değişim nasıl olur, o başka bir tartışma konusu. Ama bu değişimin mutlaka gerçekleşeceğine inanıyorum. Toplumların hayatındaki dönüşümler ne yazık ki birkaç yılı kapsamıyor. Hele bizimki gibi ülkelerde değişimin önünde duran dinamikler bu kadar katıyken, bu süre daha da uzuyor ama mutlaka olacak. Biz bunu yaşayamayabiliriz, o kısmıyla ilgilenmiyorum. Ama mutlaka olacak. Bırakın Ahmet Kaya olayını, o gazetenin köşesinde hala ‘Türkiye Türklerindir’ yazıyor. O zaman bu ülke bana niye Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı kimliği veriyor? Ben Kürdüm. Ülke aynı zamanda benim mi, değil mi, bileyim. Benim değilse o kimliği niye veriyorlar? Asıl tutarsızlık orada. 50 yıl sonra bir doktora öğrencisi, sosyoloji tezi yazmak istediğinde bu kaynaklara bakacak. Belki bu röportaja da bakacak. O kendi sentezine kendisi ulaşacak. O Ahmet Kaya’nın açıklamasını kendisi görecek. O gazetenin dayanaksız savlarını görecek ve “Vay be!” diyecek. Bunun yapı taşlarını oluşturuyoruz biz aslında. Şu anda bile... Bunu önemsiyorum. Yoksa Ahmet Kaya’yı aklamak falan değil. Neye karşı kime karşı aklayacağım Ahmet Kaya’yı... Suçlu değil ki... Bence gazete kendini aklamalı. 1992 yılında bu konserin olduğunu söylüyorlar. 1999 yılına kadar saklıyor. Hatta 1994’te Ahmet Kaya’ya bir de ödül veriyor, taçlandırıyor, bu belgeye rağmen, onun ‘vatan haini ve bölücü’ olduğunu bilmesine rağmen ödül de veriyor. Sonra çıkıp “Bir de böyle resim vardı” diyor... Nedir bu ya?
GERÇEK DEMOKRASİLERDE BEDEL ÖDENMEZ
“Bazı şeylere sahip olmak ağır bedellerden geçiyor” demiştiniz. O bedellere rağmen bir ilerleme var mı?

Hâlâ bir ilerleme olduğunu düşünmüyorum. Hâlâ Hrant’ın katilleri Rakael’in gözünün içine baka baka dalga geçebiliyorlar. Ahmet Kaya’nın linçinin tarafları göğüslerini gere gere dolaşıyorlar. Hiç sorgulamıyorlar bile. O yüzden bana gelişmeden bahsetmeyin. Gerçek demokrasilerde bedel ödenmez ki.
AHMET’İ SEVENLERDEN ÖZÜR DİLEMELİLER
O gece Ahmet Kaya’ya küfür edenler sizinle hiç irtibat kurmak istediler mi?

O linçe ortak olanların sadece benden özür dilemesinin bir önemi yok ki. Ben sadece Ahmet Kaya’yı sevenlerden biriyim. Benim eş olma özelliğimi atalım bir tarafa. Serdar Ortaç’ın benden özür dilemesi benim için hiçbir şey ifade etmez. Hele onun bunu gizli kapaklı yapmasının hiç mi hiç anlamı yok. Korkakça, ürkekçe... Serdar Ortaç eğer samimiyse özründe, çıkacak herkesin gözünün önünde, Ahmet’i seven herkese karşı yapacak. Bu ülkede Ahmet Kaya’yı seven milyonlarca insan var. Onlardan dilesin özrünü. Bu hesaplaşmayı kamusal alanda yapsın. O zaman saygı duyarım.
O GÜZEL ÜÇGEN: MORRISON, GÜNEY VE KAYA
Bir gün Ahmet Kaya’yı nasıl bir başlıkla görmek istersiniz?

Bu konuya Ahmet Kaya açısından değil, Ahmet Kaya açısından bakmak isterim... Onun bir tanımlaması vardı “Ben gerçekten tam bağımsız demokratik bir ülkenin dürüst bir yurttaşı olarak yaşamak istiyorum, bunu özlüyorum” derdi. Bu tanımlama kelimesi kelimesine ona ait. Onun özlediği ülke böyle bir ülkeydi. Eğer bir gün bu ülke öyle bir ülke olursa ben Ahmet Kaya adına da, kendi adıma da “Şimdi kendimi iyi hissediyorum” diyebilirim. “Ahmet Kaya şahsında ne olur?” derseniz de bu tanımlamadan soyutlayamam onu. Çünkü, her şey bu tanımın içinde. Tam bağımsız ve demokratik bir ülkede herkes kendi dilinden şarkılar söylüyor olacak. Herkes kendi kültürünü, kendi siyasi tercihlerini yaşayacak olacak. Gerçekten şiddet çözümün dili olmayacak o zaman. “Ahmet Kaya getirilsin, Türkiye’de olsun” en son ilgilendiğim şey. Çünkü kendini dünya vatandaşı olarak da hisseden bir insan için bunun çok önemi olduğunu sanmıyorum. Yani toprak, topraktır sonuçta. Hele şu anda hiç böyle bir düşüncem yok. Bir kere o sayfayı açık tutmak adına öyle bir düşüncem yok. Ahmet, Père-Lachaise’de olmayı hak etmiş bir insan bence. Jim Morisson’un da komşusu olması Ahmet adına bana iyi geliyor. Roll dergisi bir yazı yazmıştı “O güzel üçgen” diye... Jim Morrison, Yılmaz Güney ve Ahmet Kaya... O komşuluk bana daha güzel geliyor. Bunlar muhalif insanlar, Paris komünarlarının olduğu bir yerde olmanın onların ruhuna iyi geleceğini düşünüyorum.
HİÇBİR ZAMAN BAŞBAŞA KALAMIYORUZ
Son olarak 16 Kasım’dan bahsedebilir misiniz?

Her sene 16 Kasım’da Paris’te oluyoruz. Dünyanın her yerinden insanlar geliyor. Père-Lachaise’de üç kişinin başı çok kalabalık oluyor. Jim Morrison, Yılmaz Güney ve Ahmet... Görevliler en çok bu üç kişinin yattığı yeri tarif ediyor. Bu çok değerli geliyor bana. Hem 16 Kasım’da hem de diğer zamanlarda onların yalnız kalmaması beni çok sevindiriyor. Hiçbir zaman başbaşa kalamıyorum Ahmet’le, hep birileriyle paylaşıyorum. Onun için Père-Lachaise kapanmadan hemen önceki saati ya da sabahın erken saatlerini tercih ediyorum ki yalnız kalabileyim onunla. 16 Kasım’da her yerden geliyorlar sağ olsunlar. Paris’teki dostlarımız geliyor. Paris Kürt Enstitüsü anma toplantısı organize ediyor. Paris’te Kürtlerin açtığı Ahmet Kaya Kürt Kültür Merkezi var. Onlar anma toplantısı yapıyor. Oradaki sivil toplum kuruluşları geliyor. Fransızlar geliyorlar, çok şiirsel buluyorlar o evini. Kalabalık oluyoruz ama sonrasında ben gidip onun çok sevdiği Barış Kahvesi’nde çok sevdiği şarabı içmeyi tercih ediyorum, o da bana iyi geliyor.
BİR KADIN SESİNDEN AHMET KAYA ŞARKILARI
Yeni albümler, yeni projeler var mı?

Ahmet’in bu ölüm yıldönümü için hazırladığımız albüm yeni çıktı. Ahmet Kaya şarkılarını Simge söylüyor. Simge, Ahmet’in yeğeni ve kamuoyu onu Popstar yarışmasından tanıyor. Çok iyi bir kadın vokal ve güçlü bir sesi var. Sesine, yorumuna güvendiğim, bizim şarkıların altından kalkabileceğini düşündüğüm için onu seçtim. Bir kadın sesinden Ahmet Kaya şarkıları projesi her zaman aklımızda olan bir şeydi. Ahmet yaşarken de böyle bir proje vardı aklımızda. Ahmet, çok hızlı üreten birisi olduğu için unuttuk bu projeyi. Bunu tekrar kendi gündemime aldığımda “O kadın sesi kim olabilir?” diye düşündüm. Çünkü bu şarkılar söylemesi çok zor şarkılar. O bakımdan bu şarkıların altından kalkabilecek, hem bu şarkılara inanabilecek hem Ahmet Kaya’yı algılamış olacak hem de güçlü bir yorumcu olacak. Bütün bunları düşündüğümde Simge’de karar kıldım. Ona bu teklifi yaptığımızda hem şaşırdığını hem de çok sevindiğini söyledi. Şarkıları çok iyi yorumladı. Albümün prodüktörlüğünü ben yaptım. Simge’yi çok özgür bırakmadığımızı söyleyebilirim. Çünkü Ahmet’in çok gelenekselci dinleyicisi var o konuda. Onların kulağı Ahmet Kaya’ya çok alıştığı için, dayısına paralel bir yol izledik ki “Şarkılar niye böyle oldu?” dedirtmeyelim.
ŞİMDİ BUNA GÜLÜYORDUR
‘Dinle Sevgili Ülkem’ gibi başka saygı albümleri olacak mı?

Böyle bir talep var ama bu bir saygı albümü zaten ne kadar yaparsanız eksik kalabilir. Çok sık yapılacak şeyler değil. Diyelim ki bir daha yapacak olsam Mor ve Ötesi söylesin isterim. Ama yakın zamanda düşünmüyorum. 10 yıl sonra süreci tekrar hatırlatmak adına tekrar yapılabilir belki. Ama bunu ticari bir yerden söylemiyorum. Bu şarkılara inandığım için söylüyorum. Çünkü bugün 10 yaşında olanlar 10 yıl sonra 20 yaşında olacaklar. Bu şarkılarla tanışmalarını istiyorum. Bunun da yolu artık başka mikrofonumuz olmadığı için taşıyıcı mikrofonlardan geçer. Ama bu sadece bir ihtimal. Ben o enerjiyi bulabilir miyim bilmiyorum. Yoruldum açıkçası. Bu sekiz yıl yorucu geçti. Ahmet de bana kızıyordur şimdi “Bir sakin ol, bir dur” diyordur. Dünyadan ayrılan çok az insanın, yokluğunda bu kadar kısa sürede, bu kadar şey üretilmiştir diye düşünüyorum. Belki de yoktur. Ölen yıldızların ardından yıllar sonra ortaya çıkan küçük bir kayıt bile müthiş heyecana sebep oluyor. Ama biz öyle yapmadık. Elimizde ne var ne yok hemen paylaştık sevenleriyle o bakımdan bir örneği yoktur. Her şeyi de sunamıyorsunuz. Empati duygum orada da devreye giriyor. Neyi yapmak ona iyi gelirdi diye düşünüyorum. “Şimdi buna gülüyordur”, “Şimdi huzur duyuyordur” diye düşünüyorum. Mesela bazı kayıtlar var ama tamamlanmamış şeyler. Onun da henüz tamamlanmamış gördüğü bir şeyi paylaşmak ne kadar doğru olur bilmiyorum. Çok üreten biri olduğu için yapıp unuttuğu şeyler vardı. Dolayısıyla belki şöyle değerlendirilir: Tamamlanır ama bir başkası okur. Yeniden bestelenebilir, yarım kalan bestenin üzerine gidilebilir. Ona ruh katacak doğru bir mikrofon bulabilir miyiz bilmiyorum açıkçası. Bu sadece bir ihtimal. (NTVMSNBC)

BAŞKAN BARZANİ: “HERHANGİ BİR ANAYASA DEĞİŞİKLİĞİNE RAZI OLMAYIZ”

serok barzani 17-Nov-08 [11:9]

PNA-Federal Bölgesi (FKB) Başkanı Mesut Barzani, Kürt ve Irak halkının demokratik haklarına zarar verecek herhangi bir Anayasa değişikliğine razı olmayacaklarını söyledi.

Başkan Barzani, Merkezi Yönetimin yetkilerinin genişletilmesi ve Bölge Yönetimin yetkilerinin azaltılmasının yeniden diktatörlüğün oluşmasının anlamına geldiğini söyledi.

El-Hurre Televizyonuna konuşan Başkan Barzani, Kürt ve Şii İttifakı arasında gerçek sorunlar olduğunu belirterek, “Bu yüzden benim son Bağdat ziyaretimde iki taraf arasında 5 ayrı komisyonun oluşturlması kararı alındı” dedi.

Irak Başbakanı Nuri El-Maliki’nin Anayasa değişikliğine ilişkin açıklamaları konusunda Başkan Barzani, Kürt ve Irak halkının demokratik haklarına zarar verecek herhangi bir Anayasa değişikliğine razı olmayacaklarını söyledi.

Başkan Barzani, “Bu yerinde bir açıklama değildi ve bizi çok kaygılandırıyor. Bu yetkilerin tek bir kişide toplanması için açık bir çağrıdır” dedi.

Başkan Barzani, şuanda yaşananların da bir kişinin tek taraflı olarak karar çıkartması anlamına geldiğini, hiçbir kurum ve tarafı dinlemediğinin göstergesi olduğunu söyledi.

“Destek Meclislerinin” oluşturma planı konusunda da Başkan Barzani, bu meclislerin tek tarafın çıkarına ve seçimler amaçlı olduğunu, bunun Kerkük ve Musul’da da sorun yaratmak için olduğunu söyleyerek, “Bu da Kabul edilemez” dedi.

Kürt aşiretlerin sözkonusu “destek meclisleri”nde yer alması konusunda da Başkan Barzani, Kürt aşiretlerin bu meclislerdeki varlığı daha önce kiralanan ve adlandırdığımız “Cash”ların geri getirilmesi olacağını söyledi.

Bu “Cash”ların canlandırılması da vatan hainliği olduğunu söyleyen Başkan Barzani, sözkonusu destek meclislerine katılanların “Cash” suçlamasıyla mahkemeye verileceğini ve bu meclislere katılan Arapları da düşman güçleri olarak göreceklerini kaydetti.

Başkan Barzani ayrıca, Irak’ta neden ve ne zamana kadar ulusal ve mezhebi kavga devam edecek? sorusunu da sordu.