Sunday, October 12, 2008

Hak Örgütleri: Kürt Sorunu Sıkıyönetimle Değil, İnsan Haklarıyla Çözülür

ÇHD, İHD, TİHV asker ve polislerin istediği arama, gözaltı yetkilerinin güvenlik güçlerini hukuksal denetimden muaf tutacağını, Kürt sorununun insan haklarına dayalı bir hukuk sistemiyle çözülebileceğini açıkladı.CHD IHD TIHV

 

Çağdaş Hukukçular Derneği (ÇHD), İnsan Hakları Derneği,(İHD) ve Türkiye İnsan HaklarıVakfı (TİHV), asker ve polislerin "güvenlik ve terörle mücadele" gerekçesiyle istediği yeni yetkilerin verilmesine karşı.

Üç örgüt ortak açıklamalarında bu yetkilerin bir "bir insan hakları ve demokrasi sorunu" olduğunu savundukları Kürt sorununu daha da derinleştirmesinden kaygılı.

"Kürt sorununun barışçıl çözümü ancak insan haklarına dayalı bir hukuk sisteminin ve demokrasinin tesis edildiği koşullarda mümkün olacaktır" diyen örgütler, 2006'daki Terörle Mücadele Yasası (TMY) ve geçen yılki Polis Görev ve Salahiyetleri Yasası (PVSK) değişikliklerinin ardından en az 171 şiddet içeren hak ihlali olayının meydana geldiğine dikkat çekti.

 

Örgütler, hükümetin uzlaşması halinde, sıkıyönetime benzettikleri asker ve polis yetkilerinin şöyle olacağını söylüyor:

  •  
    Herkesin evi, işyeri, üstü hakim ve savcı iznine gerek olmadan aranabilecek, buna asker ve polis karar verecek;
  •  
    Kablosuz iletişimi kesen cihazları polis ve asker istediği yerde ve zamanda kullanılabilecek;
  •  
    Jandarma ve polise verilen adli kolluk yetkileri terörle mücadele eden birimlere de verilecek.
  •  
    Gözaltı sırasında avukatla görüşme hakkı kaldırılacak ve gözaltı süresi uzatılacak.
    Jandarma, polisin sorumluluk alanında arama yapabilecek. (TK) BIANET.ORG

'Öcalan'la görüşme' meselesi

ocalan Kürşat Bumin Yenisafak

Aslında birkaç satır aşağıda söylemem gereken şeyi gecikmeden söze başlarken söyleyeyim: PKK meselesi madem ki çeyrek yüzyıldır ülkenin maddi ve manevi enerjisinin büyük bölümünü harcayan birinci sorunudur, o halde bu örgütün mensupları gözünde tartışılmaz bir otoriteye sahip olan Öcalan ile bugüne kadar görüşülmemiş olması aklın-mantığın almayacağı bir husustur.

Dolayısıyla, Hürriyet yönetmeninin bir yazısıyla tekrar gündeme gelen bu “görüşme” meselesini her türlü duygusal etkiden mümkün mertebe uzaklaşarak akılcı bir çerçevede değerlendirmemiz gerekiyor.

Eğer ortada dolaşan bilgilere rağmen devletin söz konusu bilgilere sahip yetkili birimleri ortaya çıkıp “Ne münasebet, devletimiz hiç 'Apo' ile görüşmüş olabilir mi; bugüne kadar kendisiyle PKK'ya ilişkin hiçbir görüşme yapılmadığı gibi bundan sonra da bu yola asla girilmeyecektir” şeklinde bir açıklama yapsa, asıl işte o zaman şaşırmak gerekir.

Söyler misiniz: Görüşmeyip de ne yapacaksınız? MHP'den son tartışma çerçevesinde yapılan açıklamalarda karşılaştığımız gibi “bir terör örgütü mensubunun başıyla böyle rica ve müzakere sürecinin oluşmasını hiçbir zaman kabul etmedik” demenin bu büyük sorunun çözümüne ne gibi bir katkısı olabilir ki... “Adamın yüzünü şeytan görsün” tepkisinin ülkenin geleceğine ilişkin ne gibi bir olumlu etkisi olabilir ki...

Bildiğiniz gibi konu yeni değil; “devlet”in Öcalan ile görüştüğüne dair bugüne kadar kim bilir kaç haberle karşılaştık. Kimsenin hakkında “Vay canına, bu da mı” diyeceği bir bilgi değil bu.

Bakın zaten, bir dönem Öcalan'ın avukatlığını da yapan DTP milletvekili Aysel Tuğluk ne diyor: “Öcalan dışarıdayken ya da içerideyken birtakım diyalogların yapıldığını, Necmettin Erbakan gibi isimlerden mektuplar geldiğini biliyoruz. Daha sonra da benzer görüşmeler yapılmıştır.”

Tuğluk'un (devamla) şu sözleri de dikkat çekici: “Öcalan sorunun çözümünde önemli bir aktör. Sevilir ya da sevilmez, nefret edilir ya da edilmez, ama bir realitedir.”

Doğru bir tespit bu. Bakın dönüp dolaşıp “realiteli tanıma” meselesine geldik yine...

“Devlet” (artık içini siz doldurun) çok küçük bir yararı olduğunu bilse bile tabii ki herkesle görüşecektir ve görüşmelidir. Bu görüşmeleri “dost-arkadaş seçimi” gibi değerlendirmeyeceğiz herhalde. Zaten biliyorsunuz, istihbarat servislerinin bir işlevi de budur. Açıkça-açıktan yürütülemeyen görüşmeleri “el altından” sürdürmek.

Bu çerçevede hemen aklıma gelen bir örneği de hatırlatayım: Epeyce yıl önce Paris'te peş peşe patlayan bombalar şehirdeki bütün çöp kutularının bile kaldırılmasına neden olmuştu. Bir müddet sonra bombaların arkası kesiliverdi. Besbelliydi ki ülkenin “istihbaratı” ne yapıp edip bu terör olaylarının önünü kesmişti.

Biz de artık biliyoruz ki bugünkü MİT Müsteşarı'nın da aralarında bulunduğu bir grup görevli Öcalan ile görüşmüştür. Bu görüşmelerin –zamanında- şiddetin ortadan kalkması yolunda toplu iğne başı kadar bile olsa bir katkısı olmuş ise buna ancak sevinmemiz gerekir.

“Öcalan'la görüşme” konusu DTP'nin “kapatma davası” dolayısıyla Anayasa Mahkemesi'ne sunduğu sözlü savunmada da gündeme gelmişti. İsterseniz, bu metinden de birkaç satır aktaralım:

“...Eğer sayın Başsavcı gazete köşeleri ve internet sitelerinden alıntı yapmak yerine İmralı Cezaevi resmi görüşme tutanaklarını Adalet Bakanlığı'ndan isteyip de oradan takip etseydi belki de bu konudaki fikirleri değişmiş olurdu. (...) Devlet Öcalan'ın görüşünü alıyor. Devlet organlarının birçoğunun dahi dikkatle izleyip değerlendirmeye çalıştığı, bizzat devlet yetkililerinin İmralı'ya giderek kendisinin görüşlerini aldığı düşünüldüğünde, partimizin böyle bir suçlamayla karşılaşması haksızlıktır. Öcalan konusunda başımızı kuma gömerek devekuşu siyaseti yapmamız beklenemez.”

Bunlar da çok yerinde sözler doğrusu.

Yeri gelmişken Öcalan'ın bir dönem hararetli tartışmalara neden olan “sivil anayasa taslağı”na ilişkin değerlendirmesini de hatırlatmak isterim. O günlerde gazetelerde yer alan bir haber, Öcalan'ın (kendi ağzından) “taslak”tan beklentisi şöyle aktarmışlardı:

“Bu yeni taslağa ilişkin olarak şunu da söyleyebilirim: 'Türkiye Cumhuriyeti Anayasası bütün kültürlerin demokratik bir şekilde varlığını ve kendini ifade etmesini kabul eder' cümlesi bile yeterlidir. Bu cümleyi anayasaya koysunlar, iki ay içinde PKK silah bırakır.”

Ben bu haberle ilk karşılaştığım gün de aynı şeyleri, yani şunu düşünmüştüm: Bu haber eğer gerçeği yansıtıyorsa “Bu iş bitmiştir” diyebiliriz! PKK'nın “iki ay içinde” silah bırakması anayasaya söz konusu “cümle”nin girmesi şartına bağlanır duruma geldiyse, bu iş sahiden bitmiştir. Ama nedense, yanılmıyorsam Ahmet Türk'ün de desteğini alan bu öneri etrafında hemen hiçbir tartışma gerçekleşmemişti. Oysa bana bıraksalar, bu son derece “masum” cümleyi vakit geçirmeden önce taslağa, sonra hakikisine dahil ederek “Sıra sende” derdim hiç mi hiç tereddüt etmeden.

“Çözüm siyasidir” formülünün giderek içi boş bir tekrara dönüştüğünün siz de farkındasınızdır.

Çözüm tabii ki siyasidir. Ama unutmayalım ki “siyaset” de “söz”süz ve giderek “görüşme”siz olmuyor...

Beşikçi İle Türk Milliyetçiliği Üzerine Bir Sohbet

ismail_besikci_sosyolog Roşan Lezgîn: Sayın İsmail Beşikçi, kendim epey zamandır yazılarınızı izlemeye çalışıyorum, Kürtçeye çeviriyorum. Kimi zaman, sanki, tam olarak bir şeylerin izah edilmediği/edilemediği duygusuna kapılıyorum. Mesela, tekrar ederek Türk milliyetçiliğinin katılığından, değişmezliğinden, yumuşamazlığından söz ediyorsunuz. Örneğin, “Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği Kürtlere Ne Veriyor?” başlıklı yazınızda da, daha önce yayınlamış olduğunuz yazılarınızda da bazı karşılaştırmalar yapıyorsunuz. Örneğin, şöyle diyorsunuz: “Nelson Mandela’yı 27 yıl cezaevinde tutan anlayışın temsilcisi De Klerk Nelson Mandela’nın yardımcılığına geldi. Bu, “dünyanın en ırkçı devleti” denen Güney Afrika’da resmi görüşün çok da katı olmadığını göstermektedir. Nelson Mandela’yı 27  yıl cezaevinde tutan anlayışın Cumhurbaşkanı De Klerk’in, seçimler sonunda, Cumhurbaşkanı seçilen Nelson Mandela’nın yardımcılığını kabul etmiştir. Türkiye’deyse, resmi görüş çok katıdır, hiç değişmemektedir. Katı, değişmeyen resmi ideoloji, hızla değişen bir toplumu yönetmeye çalışmaktadır.” Tabi burada “resmi görüş” denilen şey “Türk milliyetçiliği”dir. Ben böyle anlıyorum.

Bu belirlemeniz, somut, olgulara dayanan bir tespit. Ama benim merak ettiğim şey şu: İşte bu, “katı, değişmez Türk milliyetçiliği”ni yaratan tarihsel arka plan, sosyolojik, psikolojik nedenler nelerdir acaba?

İsmail Beşikçi: 19. yüzyılın ortalarından itibaren Osmanlı aydınları imparatorluğun bekası üzerinde, yani imparatorluğun kalıcılığı, ölmezliği üzerinde düşünmeye başladılar. Osmanlıcılık ilk fikir hareketiydi. “Dil ve din farkı gözetilmeden herkese Osmanlı diyelim” deniyordu. Ama Balkanlarda, Yunanlılar, Bulgarlar, Romenler, Sırplar, Makedonlar, Hırvatlar arasında gelişen milliyetçilik hareketleri Osmanlıcılık düşüncesinin yaşam bulmasını engelliyordu. Balkanlarda gelişen bu milliyetçilik hareketlerinden geriye dönüş olmadığı anlaşılınca İmparatorluktaki Müslüman halkları bir arada tutabilmenin yolları arandı. İslamcılık akımı böyle gelişti. İkinci Abdülhamid döneminde (1876-1908) bu akımın geliştirilmesi için büyük çaba harcandı. Araplarda ve Arnavutlarda gelişen milliyetçilik hareketleri bu düşüncenin de geleceği olmadığını ortaya koydu.

Yeni Osmanlılar, daha sonra da Jön Türklerle birlikte Türkçülük akımı da gelişmeye başlamıştı. 1910’larda, Balkan yenilgisiyle birlikte bu akım güç kazanmaya başladı. İttihat ve Terakki, İmparatorluğun bekasını, yani kalıcılığını ve ölmezliğini teminat altına almak için Türk unsura dayalı yeni bir organizasyondan söz ediyordu. Osmanlı İmparatorluğu’nu Türk unsuru etrafında yeniden organize etmeye, Türk unsurun egemen olduğu yeni bir devlet kurmaya çalışıyordu. Yeni tasarımın yaşama geçmesinde, Ermeniler, Rumlar, Kürtler ve Aleviler ciddi engeller, pürüzler olarak görülüyordu. Rumların sürgün edilmesi, Ermeni nüfusunun çürütülmesi düşünülmeye, bu doğrultuda planlar hazırlanmaya başlandı. Ekonominin millileştirilmesi için de bu yapıldı. Kürtlerin Türklüğe asimilasyonu, Alevilerin Müslümanlığa asimilasyonu, yine, bu çerçevede gündeme geldi.

Yunanlılar (Rumlar), Bulgarlar, Romenler, Sırplar, Hırvatlar Makedonlar, 19. yüzyılda İmparatorluktan ayrılıp kendi bağımsız devletlerini kurma sürecindeydiler.

Birinci Dünya Savaşı’yla birlikte, Arnavutlar ve Araplar da İmparatorluktan ayrılıp kendi bağımsız devletlerini kurma sürecine girdiler. 1917 Sovyet Devrimi sırasında Ermeniler de Doğu Ermenistan’da bağımsız Ermenistan’ı kurdular. Osmanlı Devleti sınırları içinde Türkler, Kürtler kaldı. Süryaniler yine bu sınırlar içinde kaldılar. Birinci Dünya Savaşı sürecinde, İngiltere, Fransa ve Rusya arasında, Mayıs 1916’da Sykes-Picot antlaşması imzalandı. Bu antlaşmayla Kürtlerin yaşadığı topraklar bölünüyor, parçalanıyor, paylaşılıyordu. Bu gizli antlaşmaya, Nisan 1917’de, Saint-Jean de Maurienne Antlaşmasıyla İtalya da katıldı. 1923’deki Lozan Antlaşmasıyla, Osmanlı Devleti sınırları içindeki Kürdistan üç parçaya bölündü.

Birinci Dünya Savaşı sonunda, savaştan yenik çıkan imparatorlukların sömürgeleri, savaştan zaferle çıkan İngiltere, Fransa ve İtalya arasında paylaştırıldı. Milletler Cemiyeti yönetiminde kurulan bu yeni sömürgelere manda devletler deniyordu. Bu çerçevede, Osmanlı İmparatorluğu sınırları içindeki Arap topraklarında ve Kürt coğrafyasında manda devletler kuruldu. Bunlara A Tipi mandalar deniyordu. İngiltere’ye bağlı Irak, Ürdün ve Filistin, Fransa’ya bağlı Suriye ve Lübnan mandaları kuruldu. B Tipi mandalar, Afrika’daki Alman sömürgelerinin paylaşılmasıyla oluşturuldu. Pasifik’deki Alman sömürgelerinin paylaşılmasıyla ise C Tipi mandalar oluşturuldu.

Görüldüğü gibi Kürtler ülke olarak ve halk olarak bölündü, parçalandı ve paylaşıldı. Misak-ı milli aslında, Türklerin ve Kürtlerin birlikte yaşadıkları topraklar olarak anılıyor. Cumhuriyetten sonra ise Kürtler inkar ediliyor ve asimilasyon politikaları kararlı bir şekilde uygulanıyor. İttihat ve Terakki döneminde başlayan asimilasyon uygulamaları Cumhuriyet döneminde sistematik olarak sürdürülüyor. Kürtleri Türkleştirmek, Türk milliyetçiliğinin çok önemli bir amacı oluyor.

Osmanlı döneminde “tamamiyet-i vatan” deniyordu. İngiltere’ye bağlı olarak Irak mandasının (sömürgesinin), Fransa’ya bağlı olarak Suriye mandasının (sömürgesinin) kurulması, Kürtlerin üzerinde yaşadıkları toprakların bir kısmının, üzerine yaşayanlarla birlikte, Irak ve Suriye mandalarının (sömürgelerinin) denetimine verilmesi “tamamiyet-i vatan” anlayışında önemli bir gedik açıyor. Geriye kalan Kürtler üzerinde, yani Kürt topraklarının Kuzey kısmında, yani Türkiye’nin denetimine bırakılan kısmında, iyice etkin olabilmek için Türk milliyetçiliği geliştiriliyor. Burada, Kürtlerin üzerinde yaşadığı toprakların doğal zenginlikleri kadar, psikolojik faktörler de rol oynuyor kanısındayım. Başkalarını yönetmek önemli bir istek, önemli bir duygu olmalı. “Kürtler, geri, ilkel, cahil bir halk, onları da mı yönetemeyeceğiz, onları da mı adam edemeyeceğiz, onları da mı terbiye edemeyeceğiz…” anlayışı mevcut. Türklerin büyüklüğü söylemi başta Kürtler için geliştiriliyor, kanısındayım. Bu söylemin Kürt insanında şöyle bir duygu yaratması umuluyor: Ben de Türk olayım. Büyüklükten, maddi ve manevi zenginlikten yararlanayım. Bu ilkel, yoksun yaşamdan kurtulayım…

Resmi söylem, Kürt topraklarının verimsiz, yoksul olduğu şeklindedir. “Her taraf dağ, tepe, kaya… Yılın 6 ayı yolları kapalı vs.” Bu resmi söylem Kürtlerin kafasına da kazınmaktadır. Kürtler de durumun böyle olduğuna inandırılmıştır. Aslında Kürt toprakları doğal kaynaklar bakımından, tarım ve hayvancılık bakımından, turizm bakımından, su kaynakları bakımından çok zengindir.

Türkiye’de devletin ve hükümetin, demokratik bir Kürt politikası oluşturması çok zordur. Çünkü bu konuda, asker, üniversite ve yargı arasında sıkı bir işbirliği vardır. Bu anti-Kürt işbirliğinin, basın tarafından da militanca desteklendiği bilinmektedir.

Roşan Lezgîn. Başka uluslardan birey veya toplulukları kendine katmak için Türkler kadar ısrar eden başka bir millet görülmüş değildir. Öte yandan, bir Kürdün kalkıp “Ben Arabım” demesi Arapların umurunda bile değil. Baas Partisi döneminde, kimi Yezidi, Şebek, Feyli Kürt grupları resmi belgelere Arap şeklinde kaydedildi, ama bu, yine de, temel olarak yok sayma değildi. Farslarda da hakeza. Kürtler ise, Kürt olmayan birisinin kalkıp “Ben Kürdüm” demesine gülerler. Ama Türkler, herkesin “Ben Türküm” demesini istiyorlar, sürekli bunu dayatıyorlar. Bütün enerjilerini bu yönde harcıyorlar.

Anlaşıldığı kadarıyla, gizli bir şekilde, asimile ettikleri diğer ulusların soy kütüğü çetelesini de tutuyorlardır sanırım. Örneğin, Türk Tarih Kurumu Başkanı Profesör Yusuf Hallaçoğlu böyle bir şeyden söz etti. Daha sonra da, bu konuda internette bazı belgeler, listeler yayınlandı. Bir de 1930’lu yıllardaki faaliyetler var. Devlet olarak çok yoğun bir mesaide bulunmuşlar. Antropometrik çalışmalar yapmışlar, kafatası ölçülerini falan almışlar. Her kesin kökeniyle ilgilenmişler…

Sonra, şu dönemlerde Vatansever Kuvvetler vs. adı altında organize olan kimi güçlerin yemin metinlerinde şöyle bir cümle var: “… Türk anadan, Türk babadan doğmuş, soyunda dönme olmayan Türk oğlu Türküm ben. …” Gazeteci Şamil Tayyar da Ergenekon yapılanmasında bulunanların Kafkas kökenli oldukları vurgusunu yaptı.

İTÜ öğretim görevlisi antropolog Timuçin Binder genetik alanında yaptığı araştırmaya dayanarak Türkiye nüfusunun sadece % 10-15’i Orta Asya kökenli olabileceğini, geri kalan nüfusun en az 40 bin yıldır bu topraklarda yaşadığını söylüyor.

Yani, aslında Türkler herkesi asimile etmeye, Türkleştirmeye çalıştıkları halde, gizli bir gündemle sürekli Irk Mülahazası yaptıkları, safkan Türklerin var olduğu, Türkiye yönetiminde asıl söz sahibi olanların bunlar olduğu gibi bir durum ortaya çıkıyor.

Bu garip davranışın bir izahı var mı sizce? Türkler, böylesi garip bir milliyetçiliğe neden ihtiyaç duyuyor?

İsmail Beşikçi: Başka milletleri, başka halkları asimile etmek niyeti ve isteği de olabilir. Fakat Kürtlerin asimilasyonunu sağlamak temel bir devlet politikasıdır. Devletin zora dayalı güçleri, ekonomik gücü bu amacı gerçekleştirmeye yeterlidir diye düşünülüyor.

Öte yandan, çağdışı, bir politika uygulandığı zaman, dünyada gerek devletlerden gerek uluslar arası kurumlardan tepki gösterecek, Türkiye’yi, bu politikadan, uygulamadan caydıracak bir güç bulunmuyor. Ama, örneğin 1980’lerin sonlarında, Bulgaristan’daki Türklerin Bulgarlığa asimilasyonuna karşı, Türkiye’yle birlikte bütün dünya tepki gösterdi. Örneğin Rumların Türklüğe asimilasyonu konusunda bir politika izlense, Yunanistan’la birlikte bütün dünya buna tepki gösterir. Kürtler için bu böyle olmuyor. Kürtlerin ve Kürdistan’ın bölünmesi, parçalanması ve paylaşılması Kürtleri dostsuz, sahipsiz bırakmıştır.

Bütün bunlardan dolayı Kürtlerin milli haklar istemeleri, Türklüğe hakaret olarak algılanıyor. Kürtler baskı altında tutularak, asimilasyon uygulamaları yoğunlaştırılarak, dünyada, nüfus olarak, ülke genişliği olarak büyük olma özlemi bir parça tatmin edilmiş oluyor. Bütün bunlara rağmen, özü Türk olmayan insanlara “Türküm” dedirtmek başkadır, onlara çok da güvenmemek, kritik mevkilerde görev vermemek başkadır.

Antropolog Timuçin Binder’in görüşü dikkate değer bir görüş. Onuncu yüzyıldan itibaren Orta Asya’dan, Batıya doğru Oğuz Türklerini akınları oldu. Horasan’a, İran’a, Mezopotamya’ya, Irak’a Anadolu’ya akınlar oldu. Dört asır boyunca bu akınlar devam etti. Yani, onbirinci, onikinci, onüçüncü yüzyıllarda da akınlar oldu. Bütün bu süre içinde gelen Oğuzların sayısı toplam olarak 400-500 bin civarındadır. Gelenler aile olarak gelmiyordu. Genel olarak atlı ve silahlı erkekler geliyordu. O zamanlar, Anadolu’da ve Anadolu’nun doğusunda yaşayan nüfusun 13 milyon civarında olduğu söylenmektedir. Bu halklar, Gürcüler, Ermeniler ve Rumlardı. Van Gölü ve Urmiye Gölü çevresindeyse Kürtler, daha Güney’de de Asuriler ve Araplar oturuyordu. Demek ki, Oğuzlar, yerli kadınlarla evlenerek bir nüfus çoğalması oldu. 13 milyon yerli nüfusa karşı 400-500 bin civarındaki akıncıların, fetihçilerin sayısının çok az olduğu söylenebilir. 13 milyon yerli nüfusa karşı 400-500 bin civarındaki akıncıların baskın gen oluşturamaması doğaldır. Akıncılar veya fetihçiler baskın gen oluşturamadığı için, Anadolu’da yaşayan Türklerle, Orta Asya’da yaşayan Türkler, örneğin Kırgızlar, Kazaklar, Hakas Türkleri ve Tatarlar arasında, fizik bakımında benzerlik bulunmuyor. Bu toplulukların genel olarak çekik gözlü oldukları biliniyor.

Resmi görüş “Bu topraklar üzerinde yaşayan ve kendini Türk hisseden Türktür” diyor. Bu hükmün insanları, örneğin Kürtleri Türk yapamayacağı açıktır. Kürtler artık kendilerini Türk hissetmiyorlar. Bunu açıkça dile getiriyorlar. Bu süreci idari ve cezai yaptırımlarla engellemek de artık mümkün değildir. Kürtler artık, Türklerle, Kürt olarak ve eşit koşullar içinde yaşamak istiyorlar. Kürtler, artık, Kürtlerin, Kürt toplumu olmaktan doğan haklarını talep ediyorlar, savunuyorlar. Doğal olan, doğru olan budur.

 

Roşan Lezgîn: Türklerde “Vatan” imgesi aşırı derecede kullanılıyor. Bu, Türk siyasal, sosyal, sanatsal ve kültürel yaşamına genel olarak yön veren bir imge. Örneğin, dağa taşa, her yere “Önce Vatan” sloganı yazılmış. Tabi ki beyinlere, duyguların derinliklerine de kazınmış. Asker ocağında, polis ve askeri kışlalarda, okullarda vs. daha birçok yerde “Her şey vatan için”, “Vatan sana canım feda” gibi sloganlar habire beyinlere yerleştiriliyor. Öyle ki bu uygulamaya muhatab olan kişilerde “vatan” artık haşarı bir refleks, bir saplantıya dönüşüyor. Bu, İttihat ve Terakki’nin Selanik Kongresi’nden bu yana süregelen bir çabadır. Örneğin, İttihat ve Terakki kadrolarının 1911’de İstanbul’da kurdukları Türk Yurdu Ocağı’nın yayın organı “Türk Yurdu”dur. Bu dergide sürekli “Vatan” imgesi işleniyor. Mustafa Kemal’in 1918’de Şam’da “Vatan” adında gizli bir örgüt kurduğundan söz ediliyor. Bugün, Türk aydınlarının, siyasilerinin, yöneticilerin en çok korktuğu şey “Vatan bölünüyor, vatan elden gidiyor!” ibaresidir. “Vatan elden gider” korkusundan dolayı sürekli gergin durumdalar, sürekli hareket halindeler, hep hazır kıta, eller tetikte teyyakuzdalar… Örneğin, şöyle diyorlar: Söz konusu vatan ise, gerisi teferuattır!...

Nedir Türklerdeki bu “Vatan” hassasiyeti? Türklerin “vatan”ı neden elden gitmeye hep hazır bir durumdadır? Gerçekten vatanları elden öyle kolay gider mi?

 

İsmail Beşikçi: Türk düşüncesinde, resmi ideolojide, geçmişe özlem de vardır. Osmanlının büyüklüğü, çeşitli halkları yönetiyor, terbiye ediyor olması, geçmişe duyulan özlemin boyutlarıdır. Toprak genişliği olarak büyük bir coğrafya vardır. O coğrafyayı yeniden kontrol etmek artık mümkün değildir. Ama elde olanın üzerinde, elde kalanın üzerinde, kontrolü sağlayabilmek için her önlem alınmalıdır. “Vatan”, “Önce vatan” gibi söylemler, sloganlar bu anlayışa hizmet etmektedir. Kürtlerde milliyetçilik duygusunun gelişmesi, devlette bazı korkular ve endişeler yaratmaktadır. Vatan söyleminin, sloganının yoğunlaşması, yoğunlaştırılması bu korkuyu, bu endişeyi bir parça bastırmak olarak da değerlendirilebilir.

Roşan Lezgîn: Kürt-Fars, Kürt-Arap gerginliği ile Kürt-Türk gerginliği arasında ilginç özellikler, farklılıklar göze çarpıyor. Örneğin, Kürt-Fars gerginliğinde, çekişmesinde Kürtlerin varlığı inkar edilmemiş, aksine, Kürtlerin yaşadığı topraklara hep “Kordistan” veya “Ostani Kordistan” denilmiş. Kürt-Arap gerginliğinde, çekişmesinde de, tıpkı Arap aşiretleri arasında çıkan kavgalar misali vahşi öldürmeler olduğu halde, Kürtlerin varlığı, dili, kültürü ve vatanı inkar edilmemiş.

Daha sonraları, Suriy, Iraklı ve İran’ın Kürtlere yönelik davranışlarında Türkiye tarafından telkin edilmiş önermelerin, dayatmaların payı çok büyüktür tabi. Öte yandan, Farslar ve Arapların Türkiye’ye, Türklere, gelin Kürt politikanızı şöyle oluşturun, Kürtler konusunda şunu şöyle bunu böyle yapın, dedikleri pek görülmüş, duyulmuş değildir sanırım.

Türkiye, Türkler, ABD ile ilişkilerinde, Avrupa ülkeleri ile ilişkilerinde, Rusya vs. devletlerle ilişkilerinde, her türlü nazı/kozu kullanarak sürekli bu devletlerin Kürtlere yönelik davranışlarını olumsuzlaştırmaya çalıştığı da görülmektedir.

İlginç bir örnek anlatacağım: Kazakistan’da 100 bin civarında Kürt nüfusu yaşamaktadır. 1937 yılında Stalin’in despotik iktidarı döneminde oraya sürüldüler. Sovyetler dağılıp diğer 15 ülke gibi bağımsızlığına kavuşan Kazakistan’ın 17 milyon olan nüfusunun yarısından fazlası çeşitli etnik gruplardan oluşmaktadır. Nur Sultan Nazarbayev yönetimindeki Kazakistan’da etnik gruplar üzerinde herhangi bir ırki veya milli dayatma söz konusu değildir. Hatta 14 Ekim 2006 tarihinde, başkent Alma-Ata’da gerçekleştirilen ve çeşitli ülkelerden Kürt aydınlarının iştirak ettiği “Günümüz ve Gelecekte Kürt Ulusu” başlıklı konferansa Devlet Başkanı Nur Sultan Nazarbayev’in yardımcılarından üst düzey bir devlet yetkilisi bizzat devlet başkanı adına katıldı. Nazarabayev’in Kürtlere olan sevgisini sempatisini samimi bir şekilde dile getirdi. Kürt grupların anadilde eğitim hakkını tanındı. Hazırlanan ders kitapları Eğitim ve Bilim Bakanlığı tarafından tasdik edildi. Bu konuda haberler basında yayınlanmaya başladığından sonra, hemen Türkiye’de, çeşitli yayınlarda Kazakistan’daki Kürtleri konu alan olumsuz teoriler, kışkırtmalar yayınlanmaya başladı. Örneğin, Türksolu dergisinde yayınlanmış son derece iftira dolu, kışkırtıcı, komplocu bir yazının başlığı şöyle: “Kürt İstilası Kazakistan’a Sıçradı”.

Ardından, hemen Türkiye-Kazakistan arasında üst düzeyde diplomatik ziyaretler gelişti ve… İşte, Kazakistan’da Kürtlere yönelik tavırda büyük değişiklikler oldu. Ortam gerildi. Kürt gruplar ile Kazaklar arasında çatışmalar başladı. Kürtler, yerlerini terk etmek zorunda bırakıldılar.

Türklerin Kürtlere yönelik asıl emeli nedir, neden Kürtlere böyle davranıyorlar? Türkler Kürtlerden ne istiyor?

Eğer bugün Türkler Kürtlerin Kürtlükten kaynaklı her türlü haklarını tanısalar, gerçekten ABD, AB ülkeleri, Rusya, İran, Irak, Suriye veya vs. herhangi bir devlet, bir güç kalkıp Türklere bu konuda engel olur mu? Adlarını andığım bu güçlerin böylesi bir niyetleri var mıdır sizce? Hangi “dış güçler” ne gibi çıkarlarından dolayı, ne tür bir hesaptan kaynaklı olarak, Türk-Kürt anlaşmasını engellemeye çalışır?

İsmail Beşikçi: Türk-Kürt ilişkileriyle, Kürt-Arap, Kürt-Fars ilişkileri değişiktir. Türkiye’de temel politika asimilasyondur. Kürtlerin Türklüğe asimilasyonudur. Bu bakımdan inkarcı ve imhacı bir politika uygulanmaktadır. Arapların ve Farsların Kürtlere baskı uygulamaları, baskı politikaları vardır, ama bunu asimilasyon olarak adlandırmak, Türk politikalarına benzetmek kanımca doğru değildir. Türkiye, gerek Irak’a, gerek Suriye’ye, gerek İran’a, “Kürtlere karşı şöyle şöyle politikalar uygulayalım” şeklindeki, başvuruları, önerileri her zaman yapmaktadır. Örneğin, “Irak’a komşu ülkeler toplantısı” Türkiye tarafından planlanan ve gündeme getirilen bir politikadır. Türkiye’nin bu başvurularının, İran’ın, Irak’ın, Suriye’nin politikalarını, uygulamalarını etkilemiş olduğu elbette söylenebilir. Ama, bu devletlerin sık sık Türkiye’ye başvurup “Kürtlere karşı şunu yapalım, bunu yapalım, şöyle bir politika izleyelim” dediğini sanmıyorum.

Kürtleri asimile etmek, asimile olmayanların şu veya bu şekilde etkinliğini azaltmak, imha etmek, sistematik bir politikadır.

11 Mart 1970’de, Kürdistan Demokrat Partisi Başkanı Mustafa Barzani ile Irak Devlet Başkanı Saddam Hüseyin arasında özerklik anlaşması imzalanmıştı. Bu anlaşma Kürtler arasında, bu arada Kuzey Kürtleri arasında da moralleri yükseltmişti. O zaman Türk yetkililer, “bu anlaşmayı yaşama geçirmemek için her türlü önlemi alırız” diye konuşuyorlardı.

ABD, Avrupa Birliği devletleri, Rusya Federasyonu, Kürtlerin, Kürt toplumu olmaktan doğan haklarının tanınmasından memnun olurlar kanısındayım. Sorunun çözümsüz bırakılmasından, gerginlik, çelişme, çatışma doğmaktadır. Bu devletlerin bu çatışma ortamından yararlandıkları ise, bu devletlerin tutumunun farklı bir boyutudur. Kürtlere karşı uygulanan baskı politikalarının, Batılı devletlerin, uluslar arası kurumların yardımıyla yürütüldüğü bir gerçektir. Türkiye, Kürt sorununa bir çözüm geliştirse, İran, Irak, Suriye gibi devletlerin, Türkiye’nin bu girişimine engel olacakları kanısında değilim. Ama, örneğin, Saddam Hüseyin döneminde, Irak’ın Kürt sorunu konusunda geliştirmeye çalıştığı ılımlı çözümler Türkiye tarafından her zaman engellenmeye çalışılmıştır. Kazakistan için dile getirdiğiniz örnek dikkate değer kanısındayım.

Roşan Lezgîn: Kimi Türk büyükleri, sözleri dinlenen, sözlerine itibar edilen kimi Türk tarihçileri, örneğin, Türk tarihçisi Profesör Halil İnalcık, Türklerin başlıca üç düşmanından söz ederken, Yunanlılar, Ermeniler ve Kürtlerin adını anıyor. Bunlara fırsat verilmemesini tembihliyor…

Türklerin kendilerine ettiği bunca kötülüğe rağmen, Kürtlerde, Türklere karşı, herhangi bir düşmanca duygunun var olduğunu gösteren bir gelişme görülmüş mü? Peki, bunlar, hangi saikten kaynaklı olarak bu yargıya varabiliyorlar? Neden kendi halkına bu tür telkinlerde bulunuyorlar? Böylesi bir düşüncenin temel referansları ve geleceğe yönelik amaçları nelerdir sizce? Ne tür bir hesaplamadan kaynaklı böyle bir yargıya varılıyor?

İsmail Beşikçi: Kürtlere karşı izlenen temel politikanın asimilasyon olduğunu belirtmiştim. Asimilasyona direnen Kürtler, Kürt kalmak için çaba sarf eden, Kürtlerin Kürt toplumu olmaktan doğan haklarını savunan Kürtler, Türklüğe, devlete hakaret etmiş sayılmaktadır. İç düşman sayılmaktadır.

Türkiye’de, Kürtlere karşı bu olumsuz duyguların düşüncelerin değişmesi kolay değildir. Çünkü Kürtlere karşı izlenen politika konusunda, asker, üniversite ve yargı organı arasında yoğun bir işbirliği vardır. Bu işbirliği basın tarafından, radyo, televizyon, gazeteler tarafından militan bir şekilde desteklenmektedir. Türk düşüncesinde zaman zaman Kürt jenosidi bile gündeme gelebilmektedir. Örneğin, derin devlet Ergenekon’a yakın olan bazı örgütler, Türk solu gibi çevreler, Saddam Hüseyin’i sadece bir Halepçe yarattığı için eleştirmektedirler. “Sekiz-on Halepçe olsaydı, bu gerici, işbirlikçi halkın kökü kazınırdı” demektedirler. Ama, artık soykırım da mümkün değildir. Kitle haberleşme araçlarının, örneğin, cep telefonlarının böylesine geliştiği bir yerde soykırımın yaşama geçme olasılığı yoktur. Bunun ötesinde milli bilinç de yükselmektedir. Kürtler, nüfus olarak da büyüktür ve belirli bir coğrafyada oturmaktadır. Kürt soykırımının gerçekleşmesini önleyen başka etkenler de vardır.

Kürtleri Türklere karşı düşmanca duygular beslemediği, çok açık bir gerçektir. Fakat Kürtlerin geçmişi çok çabuk unuttukları, belleksiz oldukları da açıktır. Bu da olumlu değil, olumsuz bir tutumdur. Bu konuyla ilgili olarak Kürtlerle Çerkeslerin tutumları arasında çok büyük farklar vardır. Şöyle bir anım var:

1987 sonbaharında, Çerkesler, Rusya’dan sürgünlerinin 125. yılını anmak için bir hafta düzenlemişlerdi. Bir Çerkes arkadaş bu toplantıya beni de davet etmişti. Bir hafta süreyle akşamları gerçekleşen bu toplantılara ben de katıldım. Toplantılar, Ankara’da, Ulus’ta, Altındağ Belediyesi’ne ait Kültür Salonu’nda düzenleniyordu. İlk gece sunuş konuşması, açılış konuşmaları yapıldı. Sahnede hep Çerkesler vardı. Hep Çerkesler konuşuyordu. Oturum başkanı olan, açılış konuşmaları yapanlar hep Çerkeslerdi. Anma toplantısına katılan ve salonda olan ileri gelenler hep Çerkeslerdi. Onların varlığından, onları toplantıya şeref verdiğinden söz ediliyordu. “Ürdün’den falanca Çerkes, Çerkesler için şunu yaptı”, “Almanya’dan falanca Çerkes, Çerkesler için şu fedakarlığı yaptı.” “ABD’den falan Çerkes, Çerkesler için şunları yaptı.” Toplantıya mesaj gönderenler de vardı. Mesaj gönderenler de Çerkesdi veya sadece Çerkeslerin mesajları okunuyordu. Toplantıya devlet bürokrasisinde yer alan bazı bürokratlar da katılmıştı. O gece benzer bir toplantıyı Kürtler düzenleseydi nasıl olurdu diye düşündüm. Oturum başkanlığına muhakkak bir Türk’ü davet ederlerdi. Konuşmacıların çoğu Türk olurdu.

Son gece sahneye, 50 civarında, çok güzel kağıtlara sarılmış, kurdelelerle bağlanmış paketler konuldu. O paketler de hep birer birer Çerkeslere dağıtıldı. “Ürdün’den falan Çerkes’e, Çerkesler için şu eyleminden dolayı”, “Suriye’den falanca Çerkes, Çerkesler için şu faaliyetlerinden dolayı”, “Mısır’dan falanca Çerkes, Çerkesler için şu şu çabalarından dolayı”… Bu paketler dağıtılırken de, “Eğer, benzer bir toplantıyı Kürtler düzenleseydi, armağanlar, ödüller dağıtılsaydı, bu paketleri kimlere verirlerdi?” diye düşündüm. Belki birkaç Kürd’e de bu paketlerden verirlerdi, fakat paketlerden çoğunu Türk misafirlerine dağıtırlardı.

Kişi olarak Çerkeslerin çok katı tutumlarını da, Kürtlerin gevşek-liberal tutumlarını da benimsemiyorum. Fakat Çerkeslerin tutumunun daha anlaşılır olduğunu düşünüyorum.

Roşan Lezgîn: Türk enetellejensiyasında -belki birkaç istisna olabilir- dikkatleri çeken çok garip bir özellik var: Müthiş kafa karıştırcıdırlar, habire komplo teorilerini üretiyorlar. Örneğin, herhangi bir Tv. programında Kürt Sorunu mu konuşulacak veya bir Kürt Konferansı mı düzenlenecek. İşte, özellikle böylesi bir konuda, konunun özü, esası, içeriği, özellikleri sade, anlaşılır, mantıklı bir çerçevede konuşulacağına, akla hayale gelmeyecek varsayımlardan hareketle habire komplo teorilerini üretiyorlar.

Bu, sadece benim tespitim değil. Çok ilginçtir, aynı şeyi, ta geçen yüzyılın 10’lu - 20’li yıllarında uzun bir süre Diyarbakır, Hakkari, Van vs. gibi illerde kalmış, Türk, Kürt, Ermeni, Fars, Nasturi gibi toplumları gözlemlemiş, kardeş olan iki İngiliz misyoneri, W. A Wigram ile Edgar T. A. Wigram İnsanlığın Beşiği Kürdistan’da Yaşam (Avesta 2005) adlı kitaplarında Türklerden, İttihat ve Terakki kadrolarından söz ederken, aynı özellikleri öne çıkarıyorlar. Türk milliyetçilerinin ürettikleri komplo teorilerinden yaka silkiyorlar. Bunu farklı milletlerden başka insanlardan da duymak mümkün.

Başkalarının kafasını karıştırmayı bunca kendilerine temel hedef seçmelerindeki asıl gaye ne olabilir? Yani, neyi gizlemek, nelerin üstünü örtmek için sürekli böylesi garip bir çabanın içerisindeler sizce?

İsmail Beşikçi: Devletin temel politikası asimilasyondur. Asimile olan bir Kürt’e, Kürtlükten, Kürt haklarından söz etmeyen bir Kürt’e “kardeş” nazarıyla bakılır. Kürtlükten vazgeçmeyen, Kürtlerin Kürt toplumu olmaktan doğan haklarını isteyen bir Kürd’e “iç düşman”, “dış düşmanların içteki maşaları” gözüyle bakılır. Radyoda, televizyonda, gazetelerde, Kürtleri aşağılayan, inciten programlara sık sık rastlanır. Filmler, paneller, tartışmalar vs. Böyle, incitici, yaralayıcı, aşağılayıcı bir çabanın geleceği yoktur. Siyaset biliminde ideolojinin olumsuz etkisi diye bir konu var. Burada da bu tür çabaların ters tepeceği, olumsuz etkiler yaratacağı açıktır. Devlet ideolojisi için olumsuz olanın Kürtler için olumlu sonuçlar ortaya koyacağı da anlaşılır bir durumdur.

Roşan Lezgîn: Türkleri de Kürtleri de memnun edecek, her iki tarafı da rahatlatacak, her iki tarafın çıkarına olan gerçek, adil bir çözüm yok mudur acaba? Eğer varsa, bu, nasıl mümkün olabilir? Bunun için, asıl inisyatif kimlerin elindedir sizce, asıl kimlerin, hangi yersiz/anlamsız kaygılarından vazgeçmesi gerekir?

İsmail Beşikçi: Çözüm için zihniyet değişikliği gerekir. Kısa vadede bunun gerçekleşeceği kanısında değilim. Fakat Kürtlerin kendi milli değerlerine, örneğin, dillerine sahip çıkmaları gerekir. Kürtçe konuşma, Kürtçe yazma, mecburi Kürtçe eğitim talep etme vazgeçilmez olmalıdır.

Kürt Sorunu, çözümü gecikmiş bir sorundur. Zaman geçtikçe çözüm daha da zorlaşmaktadır. 1920’lerde, Milletler Cemiyeti döneminde, Irak, Ürdün, Filistin, Suriye, Lübnan mandaları (sömürgeleri) yanında bir de Kürdistan mandası (sömürgesi) kurulmuş olsaydı, İngiltere’ye veya Fransa’ya bağlı sömürge bir Kürdistan kurulsaydı, çözüm çok kolay olurdu. Sorun 20. yüzyılın ortalarında çözülmüş olurdu. Bölünme, parçalanma ve paylaşılma çok ağır bir yaptırımdır. Bu, bir insanın iskeletinin parçalanması gibi, beyninin dağılması gibi bir sonuç yaratmıştır. Bu sonucun çözüm projelerin zorlaştırdığı açıktır. Sorun, ancak, Kürtlerin milli değerlerini, dillerini fiilen yaşamalarıyla çözüm yoluna girebilir.

Roşan Lezgîn: Sizinle sohbet etmek benim için bir şerefti, büyük zevk aldım. Değerli görüşlerinizi paylaştığınız için teşekkür ediyorum.

İsmail Beşikçi: Bu sohbet benim için de çok yararlı oldu. Dile getirdiğiniz konulara ilişkin bazı açıklamalar yapmaya çalıştım. Dile getirilen konular, sorular, bu sohbet, ufuk açıcıydı. Bu konularda, bana bazı açıklamalar yapma fırsatı verdiğiniz için ben de teşekkür ediyorum.19. 05. 2008

TERÖRİSTLER HRİSTİYAN AİLELERİ GÖÇE ZORLUYOR...

hristiyanlar kurdistana sigindi 12-Oct-08 [21:34] PNA-

Musul’da Hristiyan ailerine yönelik şiddet olayları her geçen artıyor. Terörist grupların saldırıları sonucu bine yakın Hristiyan ailesi Kürdistan Bölgesinin kuzeyine doğru göçe zorlandı.

Konuya ilişkin açıklamada bulunan Musul Valisi Duraid Kaşmula Hristiyanlara yönelik şiddet olayları yüzünden son 24 saatte  bölgeden kaçan ailelerin sayısının bine yaklaştığını söyledi.

Vali Kaşmule, cuma gecesi ile cumartesi gecesi arasında Musul’daki evlerini terk eden ailelerin sayısının 932 olduğunu ve bu ailelerin istikrarlı Kürdistan Bölgesinin kuzeyine doğru göç ettiklerini belirtti.

Bu kaçışın kökeninde Hristiyanlara karşı yürütülen kampanya ve bu topluma yönelik şiddet olaylarının yattığını belirten Vali, "Bu, 2003’ten beri Hristiyanlara yönelik en şiddetli kampanya" dedi ve bunun sorumluluğunu El Kaide terör örgütü mensuplarına ait olduğunu ifade etti. Kentte 28 Eylülden beri 11 Hristiyan öldürüldü, dün Hristiyanlara ait 3 ev  teröristlerce yıkıldı.

KÜRDİSTAN BÖLGESİ İLE TÜRKİYE HÜKÜMETİ ARASINDA DOĞRUDAN GÖRÜŞMELER BAŞLIYOR...

_necirvan_ barzani PNA-Türkiye'nin, PKK ile mücadele konusunda Kürdistan Bölgesi yönetimi ile masaya oturarak doğrudan görüşmeler yapma kararı aldığı bildirildi.

Türkiye'nin bu amaçla Kürdistan Bölgesi'ne bir heyet göndermesi bekleniyor.

Kürdistan Bölgesine gelecek Türk heyetinin  "Gerekirse atılacak adımları birlikte atalım" önerisini getireceği bildirildi.

Görüşmeler ise kısa süre içinde başlayacak. Üst düzey kaynaklar PKK'nin son saldırısının Türkiye ile Kürdistan Bölgesi arasındaki yakınlaşmayı bozmayı amaçladığı ihtimali üzerinde de durulduğunu belirtiyor.

Görüşmlerin Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan'ın başdanışmanı Ahmet Davutoğlu başkanlığındaki bir heyet aracılığı ile yapılcağı bildirildi.

Türkiye Devlet Başkanı Abdullah Gül, Kürdistan Bölgesi ile doğrudan görüşmelerin normal olduğunu bildirmişti.

Görüşmelerin kesin tarihi konusunda ise şuna kadar bir bilgi verilmiş değil.


GÜL’ DEN KÜRDİSTAN BÖLGESİ YÖNETİMİ İLE GÖRÜŞME İŞARETİ...    


PNA-Federal Kürdistan Bölgesi ile temas kurulması konusunda değerlendirmede bulunan Türkiye Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, “Irak’ta her kesimle görüşülmesi kadar normal bir şey yok” dedi.

Finlandiya ve Estonya’ya yaptığı 4 günlük ziyaretinin ardından Türkiye’de  bir basın toplantısıdüzenleyen Türkiye Cumhurbaşkanı Gül, terörle mücadele kapsamında Kürdistan Bölgesi ile temas kurulması yönünde ortaya atılan görüşleri değerlendirdi. 

NTV'nin geçtiği haberde Gül,“Daha önceki Milli Güvenlik Kurulu toplantılarında da yaptığımız yazılı açıklamalarda Irak’taki bütün gruplarla Türkiye’nin temas etmesi gerektiği ve bunu yaptığını zaten açıklamıştık. Ayrıca Türkiye’nin Irak özel temsilcisi var biliyorsunuz; Türkiye ve Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’nin özel temsilcisi... Özel temsilci Irak’ta bütün gruplarla olduğu gibi Kuzey Irak’taki (Kürdistan Bölgesi) liderlerle de tabii ki görüşüyor. Ayrıca, Bağdat’ta büyükelçimiz var. Savaş döneminde bile büyükelçiliğini kapatmayan çok nadir ülkelerden biriyiz. Büyükelçimizin de orada herkesle görüşmesi var.’’ Dedi.

Gül, ‘’Herkes biliyor ki Irak’taki otorite noksanlığı yüzünden, Irak’ın özellikle kuzeyindeki dağlık bölgeler teröristler için adeta bir korunma merkezi durumunda; oradan kaynaklanan terör var. Bununla mücadelede Irak’ta herkesle olduğu gibi Irak’ın kuzeyindekilerle de görüşmekten normal bir şey olamaz. ’’ dedi.

Gül, ‘’Ben şuna açıkçası inanıyorum, Irak’ın istikrarı, güvenliği, zenginliği Türkiye ile dostluktan, Türkiye ile iş birliğinden geçer. Bundan matuf bizim de büyük faydamız vardır.’’ Dedi.

Gül, ‘’Gelişmeye başlayan yeni bir dönem başladı. Kürdistan Bölgesi liderlerinin söylemlerine bakarsanız, onlar da terörden şikayet etmeye başladılar. Buna ‘bela’ demeye başladılar. Dolayısıyla bazı son terör hareketleri bu dayanışma, iş birliğini önlemeye dönüktür.’’ Dedi.


YNK temsilcisi: Neçirvan Barzani Ankara’ya gelecek


YNK Ankara temsilcisi Behroz Galali, Federe Kürdistan Hükümeti Başkanı Neçirvan Barzani’nin önümüzdeki günlerde Türkiye’nin daveti üzerine Ankara’ya geleceğini söyledi.
Kurdistani Nwe gazetesine konuşan Ankara Temsilcisi Behroz Galali, Neçirvan Barzani’nin Türkiye’nin daveti üzerine Ankara’ya geleceğini ifade etti.  Neçirvan Barzani’nin Ankara’ya gelme konusunda daha önce de istekli olduğunu kaydeden Galali, yaşanan sorunlar konusunda her zaman diyalogdan yana olduklarını söyledi. Ancak Galili Barzani’nin Ankara’da kimlerle ve ne zaman görüşeceği konusunda bir bilgi vermedi.
Türk devleti HPG Gerillalarının gerçekleştirdiği ve 62 askerin öldüğü Hakkari’nin Yüksekova İlçesi’ne bağlı Bezele (Dağlıca) taburu baskını ile Diyarbakır’da 4’dü polis 5 kişinin öldüğü olay ardından PKK’ye karşı işbirliği için Güney Kürdistan yönetimi ile doğrudan ilişkiye girme arayışına girdi.  HPG’nin son haftalarda yoğunlaşan eylemleri ile baş edemeyen Türkiye, KDP ve YNK’yi yanına alarak Kürtler arası yeni bir çatışmayı yaratmaya çalışıyor.

PKK çevrelerinden gelen itirazlar

Çözüm için ilk şartın PKK’nın kayıtsız şartsız silah bırakması olduğu tezimin her kesimden farklı soru ve itirazlara yol açtığını belirtmiştim. Bugün ağırlıklı olarak PKK’ya yakın kesimlerin neden bu teze sıcak bakmadıklarını ele almak istiyorum.rusen cakir

PKK çevrelerinden gelen itirazlar ve cevaplarım

Ruşen Çakır-Vatan

Çözüm için ilk şartın PKK’nın kayıtsız şartsız silah bırakması olduğu tezimin her kesimden farklı soru ve itirazlara yol açtığını belirtmiştim. Bugün ağırlıklı olarak PKK’ya yakın kesimlerin neden bu teze sıcak bakmadıklarını ele almak istiyorum. 10 Şubat 2008 günü Ankara’da Türkiye Barış Meclisi’nin bir panelinde bu tezi dile getirmiş ve onlarca yazılı sorunun muhatabı olmuştum. Gerek o gün bazı panel izleyicilerinden, gerek iki gündür yazdıklarımdan hareketle bazı okurlardan gelen bazı eleştirileri aktarıp cevaplamaya çalışayım:
PKK kendini niye feshetsin?
Neden etmesin ki! Günümüz Türkiyesi’nde PKK gibi bir örgütün varlığını sürdürmesi kadar anlamsız bir şey olamaz. Son 25 yılda ülkeyi yöneten nice parti yok oldu veya marjinalleşti. PKK’nın yaşıyor olması başarılı olmasından ziyade, yöneticilerinin yeni açılımlara yönelecek cesaretleri olmamasından kaynaklanıyor. Zaten Öcalan yakalandıktan sonra ilk iş olarak PKK’yı lağvettirmişti. Ne var ki hesapları tutmayınca, yıllar sonra yeniden kurulmasını emretti. Bir ışık görse yeniden PKK’nın kapısına kilit vurdurması şaşırtıcı olmayacaktır.
Silahlarını bırakırlarsa kendilerini neyle savunacaklar?
Görüşleriyle. PKK’lılarıın ellerinde silahlarıyla “barış” çağrıları yapmasının hiçbir inandırıcılığı yok. Seslerini duyurmak, dinlenmek istiyorlarsa önce o silahları, bir daha geri almayacakları bir şekilde bırakmaları lazım. Zaten gerek Öcalan, gerekse PKK’nın diğer yöneticileri son on yıldır, amaçlarına silahla ulaşmalarının bundan böyle mümkün olmadığını söylemiyorlar mı?
PKK kadrolarından kurbanlık koyun olmalarını mı istiyorsunuz?
Asla. Türkiye öyle bir formül bulabilmeli ki birbiriyle çatışma halindeki tarafların hiçbirinin onur ve gururları yaralanmasın. PKK’lıların kabul etmeye yanaşmadıkları husus şu: Hiçbir sonuç alamayacağını, yanlış olduğunu bile bile silahlı eylemleri sürdürmenin onurlu bir tutum olduğu söylenemez. Öte yandan hiçbir baskı ve zorlama olmadan, kendiliğinden silah bırakmanın onursuz bir adım olacağı asla söylenemez.
PKK birçok kez ateşkes ilan etti. Hiçbirine cevap alamadı. Bu sefer niye alsın?
PKK’nın ateşkeslerinin çoğu sorunun çözümünü değil de örgütün nefes almasını sağlamaya yönelik taktik manevralardı. Bunun sonucunda “ateşkes” kavramı Türk kamuoyu nezdinde anlamını kaybetti. Ayrıca her an yeniden silahlara sarılmaya kapı aralaması, yani bir tür “şantaj” içermesi de “ateşkes”i kalıcı bir çözüm için seçenek olmaktan çıkarıyor.
PKK bir dönem silahlı kadrolarını sınır dışına çekti. Hatta bazı gruplar silahlarıyla teslim oldu. Ancak devlet bir şey olmamış gibi operasyonlarını yoğunlaştırdı. Bugün ne değişti?
Sınır dışına çekilme Öcalan’ın yakalanması sonrası, onun talimatıyla olmuştu. Dolayısıyla çözümden ziyade Öcalan’ın can güvenliğini sağlamayı hedefliyordu. Buna rağmen, Öcalan aracılığıyla sorunu “üçüncü şahısları karıştırmadan” kalıcı bir şekilde çözmenin mümkün ve doğru olup olmadığı devlet içinde tartışılabilmişti. Fakat Öcalan’ın yakalanmasından sonra PKK’nın zaten dağılacağı görüşünün de ağır basmasıyla bu formül anında rafa kaldırılmıştı. Aradan geçen yaklaşık on senede PKK’nın, Öcalan’la veya onsuz, yediği bütün darbeler, düştüğü bütün krizlere rağmen ayakta kalabildiği ve herşeye rağmen Türkiye’yi sarsabildiği görüldü. Ülkenin demokratikleşme yolunda attığı adımlar, TSK’nın da sadece silahla sorunun çözülemeyeceği noktasına gelmiş olması gibi bir sürü gelişme de hesaba katılırsa, bugün PKK’lıların silahsızlanma konusunda tatmin edici adımlar atmaları halinde, hem toplum, hem de devlette onları dışlayıcı değil kucaklayıcı bir yaklaşımın egemen olacağını tahmin ediyorum. Özetle, gerçekten çözüm istiyorlarsa PKK’lıların bu fırsatı çok iyi okumaları ve değerlendirmeleri gerekir.
YARIN “Kayıtsız şartsız silah bırakma” formülüne diğer cenahtan gelen eleştirileri tartışacağız.
Peşmerge TSK ile birlikte PKK’ya karşı savaşır mı?

Türkiye’nin Irak Kürtleriyle her türlü ilişkisini geliştirmesini öteden beri savunuyorum. Fakat Türkiye’nin Kürt sorununda ve PKK konusunda Irak Kürtlerinin rol ve öneminin abartılmasından hele bu sorunların çözümünün onlara endekslenmesinden de rahatsız oluyorum. Bu nedenle dünkü gazetelerde çıkan “Irak Kürtleriyle birlikte PKK’ya karşı operasyon” planının gerçekleşmesinin zor olduğunu gerçekleşse bile sonuç alma ihtimalinin düşük olduğunu düşünüyorum. Çünkü:
1) Irak Kürt yönetiminin Türkiye ile birlikte PKK’ya savaş açmaları birçok nedenle (kendi tabanlarından gelecek itirazlar, çatışmanın bölgede yol açacağı istikrarsızlık, PKK ile başetmenin zorluğu...) çok ama çok zor gözüküyor
2) Diyelim ki Iraklı Kürt liderler “tamam varız” dediler. Yine de Türk kamuoyunu samimiyetlerine inandırmaları zor olacaktır
3) Türk askeri ile Kuzey Iraklı peşmergeler arasındaki karşılıklı güvensizlik operasyonların başarı şansını epey azaltır
4) PKK hiç kuşkusuz böyle bir ihtimale karşı hazırlıklı olacaktır. Güçlerini başka alanlara taşımaktan, bölge halkı arasında dağılmaya ve hatta Irak Kürtlerini Türk ordusuna ve dolayısıyla kendi içlerinden çıkmış peşmergelere karşı savaşa çekmeye kadar bir dizi PKK stratejisine tanık olabiliriz.
5) Kuzey Irak’ta kendisine yönelik ciddi bir tasfiye operasyonu durumunda PKK bütün imkanlarını kullanarak Türkiye’yi bir savaş alanına çevirmek isteyebilir ve en gözü dönmüş terör eylemlerine yönelebilir...

Bu ülkenin en hayati sorunu Kürt sorunudur

Kadri Gürsel Aktütün’den Brüksel’e uzanan bir sorun: CHP!

Kadri Gürsel Milliyet

Bu ülkenin en hayati sorunu Kürt sorunudur; evet ama siyasilerin bu gerçeği hatırlaması için PKK’nın her yılın ekim ayında bir sınır karakoluna saldırıp askerlerimizi şehit etmesi mi gerekiyor?
PKK Dağlıca saldırısını 2007’nin 21 Ekim’inde düzenledi; Aktütün saldırısını da geçen 3 Ekim’de...
Ne değişti aradan geçen bir yılda?
Aktütün saldırısı son bir yıl zarfında askeri planda elde edilen bazı başarıları gölgeleyen endişe verici bir tablo yaratmıştır. O başarılar, Dağlıca baskınının bardağı taşırması akabinde başlatılan girişimlerin sonucu kaydedilmişti. 
Geri tepmesiz top sorusu
Sadece bir örnek vereceğim:
PKK, en az bir geri tepmesiz topu Aktütün’ü koruyan birliğe direkt vuruş kaydedecek kadar yakın bir noktaya taşıyıp mevzilendirebilmiş ve sonra bu ağır silahı etkili biçimde kullanabilmiştir. PKK bunu Türkiye’nin hangi zaaflarını kullanarak başarabilmiştir? “TSK’nın zaafı” demiyorum; çünkü zaaf  bütün Türkiye’nindir.
Aktütün, Dağlıca’dan daha vahim bir saldırıdır.
Dağlıca baskınından bu yana geçen bir yılda yediği bütün darbelere rağmen örgütün daha büyük bir eylemi düzenleyebilecek operasyonel kabiliyete sahip olduğu görülüyor.
Askeri planda durum bu...
Kültürel alanda bir yılda ne değişti?
Yegâne somut gelişme, TRT’nin Kürtçe TV yayını yapmasının önünü açan kanun oldu.
Bu adımı küçümsemek haksızlık olur; yeterli görmek ise doğru olmaz.
Gelelim siyasi alana...
AKP iktidarı Kürt sorununa yönelik ne bir açılım yaptı ne de bir proje bazında bir tartışma başlattı. Son bir yılı AKP’nin türban takıntısının kışkırttığı krizlerle geçirdik.
AKP, Kuzey Irak’taki Kürt yönetimine dönük olarak da son bir yılda yapıcı bir politika üretmedi.
‘Kürt sorunu’ diyememek
Ana muhalefet partisi CHP ise Kürt sorununu telaffuz bile etmiyor.
CHP İstanbul Milletvekili Şükrü Elekdağ’ın Başbakanlık tezkeresi ile ilgili olarak geçen çarşamba Meclis kürsüsünden yaptığı konuşmaya bir göz atın...
Konuşmada “Kürt sorunu”nun adı geçmiyor. Sanki Aktütün saldırısının kaynağında Kürt sorunu yokmuş gibi.
Ya ne var Elekdağ’ın konuşmasında?
“Barzani’yi Türkiye’nin düşmanı ilan edelim” önerisi var. Emekli Büyükelçi, Barzani’ye karşı savaşı da göze alan bir askeri caydırıcılık siyaseti izlenmesini öneriyor.
Gerçekçilikle ilgisinin olmaması bir yana, öneri, Elekdağ’ın ve partisinin anlayışını sergiliyor: CHP’ye göre sorun bir terör sorunu ve kaynağı da Kuzey Irak’ta... 
Hangi CHP?
Eylülün son haftasında Brüksel’de CHP Genel Başkan Yardımcısı Onur Öymen’le birlikte bir basın toplantısı düzenleyerek CHP’nin Türkiye’nin AB üyeliğine destek verdiğini söyleyen de Elekdağ idi.
Hafta başı gittiğim Brüksel’de, Elekdağ ve Öymen’in burada görüştükleri önde gelen Avrupalı parlamenterler ve AB yetkililerine de aynı mesajı verdiklerini öğrendim.
Avrupa’da laiklik, modernlik ve insan hakları aşkına Türkiye’nin AB üyeliğini istediğinizi söyleyeceksiniz, sonra dönüp Ankara’da Kürt sorununda en şahin pozisyonları alacaksınız... Olmaz öyle şey!
AKP’ye koltuk değneği
AKP Brüksel’de Kürt sorunu konusunda da “koyunun olmadığı yerde Abdurrahman Çelebi”... Çünkü CHP bu konuda aşırı milliyetçi politikaları savunan bir parti olarak algılanıyor ve bu da AKP’ye yarıyor.
Oysa AKP, Kürt sorunu karşısında refleks olarak genetiğindeki ümmetçiliği göstermiştir bugüne kadar; hepsi budur. Ümmetçilik belki oy getirir ama bir etnik sorunun merhemi olamaz!
Brüksel’de görüştüğüm önde gelen bir Avrupa Parlamentosu üyesi, “Biz AKP hükümetinin dostu falan değiliz; ama Kürt sorunu veya Kıbrıs konusunda da muhalefet bize hiç yardımcı olmuyor” diye yakınırken bir diğeri de şunları söylüyordu:
“AB için en büyük sorun AKP’nin alternatifi olmaması. Bu noktada CHP sorunu ortaya çıkıyor. Hükümeti AB’ye doğru iten bir muhalefet olsaydı işler daha değişik olurdu. (Muhalefetsizlik) Hükümetin isteksizliğini artırıyor.”
Kürt sorunuyla başlayıp CHP sorunuyla bitirdim.
Türkiye diyalektiğinin mecburi istikametlerinden biri bu çünkü...
Adına ister muhalefetsizlik, ister alternatifsizlik deyin, Türkiye CHP sorununu da çözmeye mecbur!

Kürt sorunu nedir?-

gerilla cenaze Kürt sorunu nedir?-Ali Bulaç Zaman

Bir kere daha ortaya çıktı ki, Türkiye'nin en önemli, en can yakıcı sorunu Kürt sorunudur. Bu gerçek bize çeyrek asırdır kendini empoze etmesine rağmen, hâlâ soruna yeterince önem verildiğini söylemek mümkün değil. Dahası böyle bir sorunun varlığını kabul etmeyenler bile var. Kabul edenler arasında da sorunun tanımı, kapsamı, derinliği ve çözümü konularında derin görüş ayrılıkları söz konusu. Bu çerçevede sorunun tümüyle bir "terör ve güvenlik"ten ibaret olduğunu düşünenlerin sayısı hiç de az değil. Özellikle devlet piramidinde üst tabakalara doğru çıkıldıkça, sorunu salt terörden ibaret görenlerin sayısı ve etkinliği artıyor.

Bir kesime göre, Kürt sorunu bölgenin içinde bulunup da bir türlü aşmaya muvaffak olamadığı "aşiret yapısı"ndan kaynaklanmaktadır. Türkiye, modernleşme sürecine katıldıkça bu handikapı aşacaktır. Sözgelimi kentleşme, ticarileşme, eğitim, refah ve Batı'yla entegrasyon geliştikçe sorun da ortadan kalkacak, çünkü aşiret yapısı ve geleneksel toplumsal-kültürel ilişkiler dağılıp yok olacaktır. Kürt halkını köleleştiren aşiret liderleri, 'feodal ağalar', 'halkı uyutan şeyhler', kısaca katı geleneksel yapıdır. Bu hayli ilerlemeci ve aydınlanmacı bakış açısı, "kimlik meselesi"nin ve buna bağlı ayrılıkçı ya da ayrışmacı taleplerin refah toplumlarında da ortaya çıktıklarını göz ardı ediyor. İtalya, Belçika, İspanya-Fransa veya Kanada'daki örnekler bu tezin ne kadar arkaik olduğunu göstermeye yeter. Bazan zenginler ve "gelişmişler" kendilerinden daha geri ve yoksul olanlardan ayrılmak istemektedirler. Kuzey İtalyanların ayrışma talepleri bunu göstermektedir. Bununla ilgili denebilecek tek şey, kimlik sorunu, geleneksel toplumların değil, tam aksine modernliğin ve modern toplumların temel problematiğidir.

Bununla bir ölçüde bağlantılı diğer bakış açısına göre, sorun tümüyle "ekonomik"tir. Kürtlerin yaşadığı bölgelerde, diğerleriyle mukayese edildiğinde yoksulluk hüküm sürmektedir. Üretim azlığı, milli gelirden alınan payın küçüklüğü, yüksek doğum oranları, işsizlik, istihdam daralması vb. bir dizi faktör bölgeyi ekonomik bakımdan güçsüz düşürmektedir. Terör, bölgenin beşeri ve iktisadi coğrafyasını çökertiyor. Aslında herkesin tek derdi karnını doyurmaktır. Karnı doyan ve cebi para gören kimse terörist olmaz. Dolayısıyla bölgeye kömür ve gıda gibi ayni yardımları yapmak, bir miktar nakdi katkılarda bulunmak sorunu çözer. Bugünkü iktidar partisinin bu "çözüm"e hayli iltifat ettiği görülmektedir. "Ekonomik" faktörün son derece önemli bir rol oynadığı muhakkak olsa da, bunun da doğru bir tespit olmadığını yukarıdaki somut örnekler göstermeye yetmektedir. Derinden bakıldığında bu bakış açısının bir miktar 'aşağılayıcı' olduğunu dahi söylemek mümkün.

Kürt sorunun salt "dinî duyguların zayıflaması" dolayısıyla ortaya çıktığını, "İslam kardeşliği"nin bunu çözmeye yettiğini düşünenler de var. Hiç şüphesiz sorunun anlaşılmasında ve çözümünde "din belirleyici" bir faktördür, ancak konu soyut bir çerçevede ele alındığında bizi çeşitli yanılgılara götürebilir. Çünkü içi doldurulmamış, hak ve hukuk normlarıyla sınırları tayin edilmemiş ve genellikle bir tarafın lehine işleyen bir kardeşliğin havada kaldığı, yürümediği görülmektedir. Herkesin meşru taleplerinin karşılanması durumunda "İslam kardeşliği" sağlam bir ortak payda olur.

Son olarak hoşumuza gitse de gitmese de, sorunun temelde "etnik" olduğunu, Kürtlerin kimlik talebinde bulunurlarken karşılaştıkları engeller dolayısıyla sorun yaşandığını söyleyenler vardır ki, doğruya en yakın bakış açısı budur. Bunun tarihi arka planı, ulus devlet felsefesiyle ilgili boyutu ve bununla bağlantılı olarak ekonomik, sosyo-psikolojik, uluslararası ve bölgesel yönleri vardır. Güvenlik bu boyutlardan bir tanesidir. Sözü edilen her bir faktör etkileyicidir, ancak hepsi bir arada ele alındığında resmin bütünü ortaya çıkar.

Kürt kimliğini kabul; “dil”e saygı

cengiz cavdar Cengiz Çandar-Referans Tarihi çok iyi hatırlıyorum. Zira 1991 seçimlerinden sonraki ilk cumartesi günüydü ve Cumhurbaşkanı’nın arkaladığı ANAP seçimi kaybetmiş, Süleyman Demirel’in başbakanlığına kapı aralanmıştı. Dolayısıyla, 26 Ekim 1991 cumartesi günüydü…

Sohbetin cereyan ettiği ortam da unutulacak cinsten değildi. Çünkü televizyondan Fenerbahçe-Trabzonspor futbol maçını seyrediyorduk. (Fenerbahçe o maçı 4-1 kazanmıştı!) İkimizden başka hiç kimse yoktu ve Turgutbey, üzerinde eşofmanlarıyla bir tatil gününün sereserpeliği içindeydi. Seçim kaybı ve Süleyman Demirel’in başbakan olması ihtimalinin içinde uyandırdığı can sıkıntısını göstermemeye gayret ediyordu.

Maçın devre arasında boşluk olunca, birdenbire “Bu sorunun çözümü hakkında ne düşünüyorsunuz?” diye soruverdi. Hangi sorunun? Herhangi bir sorun üzerinde konuşmuyorduk… Haliyle, “Hangi sorunun efendim” diye soracak oldum. “Hangi sorun olacak canım” dedi, “Kürt sorununun!”

Bu sorun üzerinde daha önce defalarca konuşmuştuk ama o an damdan düşer gibi gelen böyle bir soruya nasıl cevap verebilirdim? Zaman kazanmak isteyerek, “Kürt sorunu gibi bir sorunun bir futbol maçının devre arasında bulunacak bir çözümü olabilir mi?” karşılığını vererek hem kendimce bir “ironi” yapmaya kalktım, hem de soruyu savuşturmak istedim.

“Ne söyleyecek söyle işte. Bırak kaç dakika konuşup konuşamayacağımızı” dedi Turgutbey, hafif sinirli bir ses tonuyla…

“Aklımdan geçeni, aklıma ilk geleni, işin en kolay kısmını söylesem bile fark etmez” diye yine işi uzattım. “Nedenmiş” diye üsteledi. “Çünkü” dedim “Benim şimdi söyleyeceğimin uygulanma şansı yok. Dolayısıyla pratik bir değeri de yok. Söylesem de fark etmeyecek.”

Turgutbey, “Neymiş söyleyeceğin, neden uygulanma şansı yokmuş” diyerek ısrarını sürdürdü.

Ben de “Türkiye’nin iç dengeleri. Asker falan…” gibisinden topu taca atmakta direndim. O da “Ne demek istiyorsun, açık konuş” diyerek sorduğu sorunun cevabını aramakta direndi.

Bunun üzerine, “Efendim” dedim, “Bu ülkede Kürt vatandaşlarımızın yaşadığını kabul ediyorsak, öncelikle onların farklı kimliğine devletin saygı göstermesi ve bu saygısını göstermesi gerekir” diye söze girdim. Önümüzdeki televizyon cihazını işaret ederek, “Örneğin” diye devam ettim, “devletin televizyonunda, TRT’de günde birkaç saat Kürtçe yayın olabilir. Kürtçe müzik yayını ve haber saatinde haberlerin Kürtçe okunması mümkün olabilir. Dikkat edin, Kürtçü yayın demiyorum. Kürtçe yayın diyorum. Aytaç Kardüz (o dönemde TRT’nin tanınmış bir haber spikeri idi) hangi haberleri okuyorsa, aynen o haberleri Kürtçe okumak.”

Turgutbey gözlerini dikmiş dikkatle dinliyordu. “Bu” diye zihnimden geçenleri aktarmayı sürdürdüm, “Terörü ortadan kaldırmaz. Bu yapılınca PKK ortadan kalkmaz. Ancak, terörün içinde hareket ettiği, PKK’ya güç sağlayan iklimi değiştirir en azından. Ülkemizin Kürt vatandaşları ‘Devletim benim Kürt olarak kimliğimi tanıyor, buna saygı gösteriyor. Bu kimlikle burada var olacağımı anadilimden bana hitap ederek ortaya koyuyor’ psikolojisi edinir. Bu da sorunun hararetini bir nebze alır…”

Turgutbey, “Bana şimdi burada söylediklerini ne bir yerde ima yoluyla bile olsa yaz, ne de ima yoluyla bile olsa söyle. Bana bu söylediklerini unut” dedi.

Bu tepkisi karşısında şaşırmıştım. “Niçin efendim?” diye soracak oldum.

“Bana az önce söylediğin sebepten ötürü. Türkiye’nin iç dengeleri, asker falan…” karşılığını verdi.

Aradan yarım yıla yakın bir zaman geçti. Amerika’ya prostat kanseri teşhisiyle ameliyatına giderken, İstanbul’da havaalanında demeç verirken, bombayı patlattı. “TRT’de, GAP kanalında Kürtçe yayından” söz etti. Turgut Özal Amerika’ya varmadan Türkiye’de kıyamet koptu. Herkes, kurucusu olduğu ANAP bile şiddetle söylediklerine karşı çıkıyordu, hatta “aklından zoru olduğu”na ciddi ciddi inananlar bile vardı.

Birkaç gün sonra New York’ta The Plaza otelindeki odasında (yani tarih 1992 ilkbaharı) bu kez birkaç meslektaşla birlikte, Türkiye’ye birbirine katan “önerisi” hakkında konuşuyorduk. Bir ara dik dik baktı bana ve “Aklının içinden geçenleri biliyorum. Bana neler söylemiştiniz, ne yaptınız. Öyleyse bana onları niçin söylediniz geçiyor; değil mi?” dedi. “Bir şey demedim” diyecek oldum. Biliyorum, biliyorum. Aklından geçiriyorsundur. Bana öyle bir soru sorarsan cevabım şu” diye devam etti:

“Neyi kimin ve ne zaman söyleyeceği çok önemlidir. Söz konusu öneriyi sen bundan altı ay önce o günün konjonktüründe söyleseydin başına iş açardın. Ben, şimdi aradan yarım yıl geçtikten sonra söylüyorum ve unutma ben Cumhurbaşkanı’yım. Ben söylersem olur…”

Turgutbey’le Çankaya Köşkü’ndeki o diyalogdan bu yana tam 17 yıl, New York’ta The Plaza otelindekinden bu yana 16 buçuk yıl geçti. Ve, TRT’de hâlâ Kürtçe yayın doğru dürüst ve dürüstçe başlamadı, başlayamadı.

Başlamasının, böyle bir yayının bir kıymeti var mı; kaldı mı, o bile tartışmaya değer. “Zamanlama” sadece söylenecek sözün “kim” tarafından ve “ne zaman” söyleneceği açısından önemli değildir. Aynı şekilde, bir vakit çok “anlamlı” ve “önemli” olabilecek bir adım, başka bir “zaman dilimi”nde atıldığı tarihte, tüm anlamını, değerini ve önemini yitirebilir.

1990’lı yıllardan bu yana iletişim teknolojisindeki, özellikle dijital alandaki gelişmeler, devlet televizyonundan Kürtçe yayın yapılmasının o gün sahip olabileceği anlamı, bugün açısından ortadan kaldırdı. Bir çanak anten edinen, dağ başındaki mezraya bile o çanak anteni yerleştirdiği anda elindeki uzaktan kumanda cihazıyla, anadilinden, Kürtçe televizyon yayını izleyebiliyor.

Aradan geçen yıllar, yalnızca dijital teknolojide değil, siyasi alanda da başdöndürücü gelişmeler ortaya koydu. Türkiye’nin (ve dünyanın) her yanından Irak’ın kuzeyinden 24 saat haber ve müzik yayını yapan sayısız Kürtçe kanal var. Roj TV de kolaylıkla izleniyor. Roj TV’nin yayın yapabilmesi için Kuzey Irak gerekmiyor. Zaten oradan yayın yapmıyor.

Bütün bunlara rağmen, devlet, en azından Kürt kimliğine duyarlılığını ve saygısını göstermek açısından, pek izlenmeyecek olsa bile, Kürtçe yayın koyabilir. Bunu da yapamıyor. AB normlarına uymak gerekçesiyle, birkaç yıl önce,  binbir dilin içine katılarak Kürtçe yayın olduğu pek anlaşılamayan bir yayın başlatıldı. Tabii, kimse ilgilenmedi.

Yakın geçmişte, Başbakan Tayyip Erdoğan, Güneydoğu odaklı iddialı açılımını ilân ederken, yakında TRT’de “Arapça, Farsça ve Kürtçe yayın yapılacağını” bildirdi. Kürtçe, yine “özel” olamadı; Arapça ve Farsça’nın arasına sokularak, bir tür “ekmek arası” muamelesiyle geçirilmek istendi.

Başbakan’ın bu “vaadi” dahi uygulanamadı.

Şayet doğruysa, son duyduğumuz, “Kürtçe spiker bulunamıyor”muş!


Türkiye’de gözlerin üzerine çevrildiği “sivil-asker” karar verici otoritenin birlikte toplandığı “Terör Zirvesi” tam 7 saat görüştü ve bir “karar”a varamayarak, 14 Ekim Salı günü yine toplanma kararı alarak dağıldı.

Bunca yıldır, TRT’de Kürtçe yayın yapma kararı bile alamayan, artık böyle bir yayının çok önemi kalmamış olsa bile, bu kararı doğru dürüst alıp uygulamaya geçiremeyen bir “zihniyet”in soruna çözüm bulabileceğinden gerçekten umutlu musunuz?

Kamu otoritesinin, kestirmeden söyleyelim, “Devlet”in “Kürt sorunu”na yaklaşımı ve en önemlisi bu konudaki “zihniyet kalıbı” radikal biçimde değişmeden yol alınamaz.

Çeşitli vesilelerle vurguladığımız “ezber bozmak”tan kast ettiğimiz bu.

Altan Tan’ın PKK analizi

Şu an üç ayrı PKK’dan bahsetmek mümkün yani merkez olarak. Bunlardan birisi Kandil’de, birisi İmralı’da, birisi de Avrupa’da. Dolayısıyla böyle topyekün bir PKK’dan bahsetmek, bugün için biraz zor. Genel çerçeve bu.

Odatv.com yeni bir dosya açıyor!

‘Hangi PKK?’

- PKK artık kimin kontrolünde,

- Örgütü oluşturanların çoğu Suriyeli mi?

- Türkiye’den katılım azalıyor mu?

Ve Odatv.com mikrofonlarına bilenler anlatıyor!

İslamcı, Kürt yazar Altan Tan, Odatv.com mikrofonlarından tüm bu soruların yanıtlarını verdi.

İşte Altan Tan’ın PKK analizi:

“PKK’nın kimin kontrolünde olduğunu, bu Levent Ersöz diye bir general var şu an kaçak, ona sormak lazım. Bir de bu Hurşit Tolon’a sormak lazım. Maalesef bunların birisi şu an tutuklu, öbürü de dışarıda. Abdullah Öcalan avukat görüşmelerinde bunlarla görüştüğünü, bunların kendisine geldiklerini, “Bu işi beraber çözelim.” Dediklerini söylüyor. Ertuğrul Özkök’de sayfasında yazdı bunları. Şu an üç ayrı PKK’dan bahsetmek mümkün yani merkez olarak. Bunlardan birisi Kandil’de, birisi İmralı’da, birisi de Avrupa’da. Dolayısıyla böyle topyekün bir PKK’dan bahsetmek, bugün için biraz zor. Genel çerçeve bu.ALTANTAN

Katılanlara gelince, örgütün hala yönetim kademesinde bulunan, yani başta bulunan elemanlardan hemen hemen yüzde doksanı, doksan beşi Türkiyeli. Cemil Bayık’tan, Murat Karayılan’dan, Turan Kalkan’dan, Rıza Altun’a kadar bu bilinen isimlerin hemen hemen tamamı Türkiyeli, sadece son dönemde bir kişi var Suriyeli, yani üst düzeyi kastediyorum, yönetici pozisyonunda olanları kastediyorum, bir Suriyeli var onun ismi var.

Tabiî ki örgüte katılım noktasında Irak Kürtlerinden de, İran Kürtlerinden de, Suriye Kürtlerinden de, Türkiye Kürtlerinden de katılım söz konusu. Böyle cevaplayabiliriz bunları.

İstatistiki rakam olarak söylemek mümkün değil çünkü böyle bir şey ancak istihbarat örgütlerinin elinde olur yani bizim gibi vatandaşların sadece gözlemleri olabilir. O gözlemler de tek tek sayıya, yani istatistiki anlamda sayıya dayanmaz ama genel gözlem hala Türkiye’den de ciddi anlamda yöneliş var, durmuş değil. Bunu istihbarat yetkilileri de devlet yetkilileri de söylüyorlar. Kendilerinde çok daha ciddi bilgiler var rakamlar var çünkü şu kadar dağda, bu kadar Kandil’de, bu kadar Avrupa’da, böyle rakam veriyorlar. Şu an Türkiye Kürtlerinde çıkış azaldı, Türkiye Kürtleri ilgi göstermiyor demek doğru değil. Eksik bir değerlendirme olur.

Birileri Türkiye’yi geriye götürmek istiyor, Suriye ve Irak’taki baaz rejimi gibi bir askeri vesayet kurmak istiyor. Onun içinde özgürlüklerin kısılmasını istiyor, daha totaliter, daha otoriter bir yapı arzuluyor, Türkiye’yi Kuzey Irak’a sokmak istiyor. Irak Kürtleriyle, Türkiye’yi çatıştırmak istiyor. Bizim gibiler de demokratikleşme, barış, kardeşlik istiyor.

Neyin garip geleceğini, hangi görüşün öne çıkacağını da hükümetin tavırları belirleyecek öncelikle. Hükümet, Türkiye’yi daha geriye doğrumu götürecek, yoksa ileriye doğru mu götürecek. İşte o hal bu hal bütün bunlar uygulandı. Faili meçhul cinayetler, gözaltılar, köy boşaltmalar, yakmalar yani hukuk daraltılarak bir şeylerin çözülebileceği zannediliyorsa, hukuku bırakınız daraltmayı, komple hukuku yok ettiler yine bir şey çözülmedi. Bu güne geldik yani daha ne kadar geriye gidecek memleket? Olağan üstü hal ilan etse, her gün insan tutuklatsa, bu insanları işkenceyle öldürse, nereye varacak? Mesele yanlış yani, bunların hepsi yanlış. Çözüm Avrupa Birliği kriterleri, demokratikleşme, barış, Kürt meselesinin demokrasi içerisinde tanınması, Kürt kimliğinin tanınması, bunların anayasal teminat altına alınması, bunlar. Çözüm bu daha fazla demokrasi, daha fazla hukuk. Bunlar bunu yaptıktan sonra daha fazla demokrasi, daha fazla hukuk ve daha fazla refah getirdikten sonra eğer şiddet olayları devam ederse, bunlara karşı da güvenlik tedbirlerini alacaksınız ama şiddet, terör halk desteğini kaybedecek. Meşruiyetini kaybedecek, gerekçelerini kaybedecek ve marjinalleşecek çözüm bu.” Odatv.com

Onlar çocuklarını askere göndermeyecek

AycaSen Onlar, Kürt sorununun çözümsüzlüğünün ölümlere neden olduğu Türkiye’de çocuklarını askere göndermek istemeyen kadınlar

Gazeteci Ayça Şen, oyuncu Derya Alabora, dansçı Zeynep Tanbay çocuklarını askere göndermek istemiyor, “Kim ister ki?” diye soruyorlar. BİANET Altınova’da linç girişiminden, gerillaların Bezele Karakolu baskınından, Amed’de polis servisine yönelik eylemden, operasyon tezkeresinin mecliste kabul edilmesinin ardından kadınlara çocuklarını askere gönderip göndermeyeceklerini sordu.
Ayça Şen: Elimde olsa istemem
Radikal yazarı Şen, “Kim şiddetin içine oğlunu göndermek ister ki?” diye soruyor. “İstemem ve kim ister? Elimde olsa istemem. İnsanın elinde değil ki, kimin çocuğu olursa olsun, çok kötü.”
Derya Alabora: Çözüm istemiyorlar ki
“Kimse istemez ama zorunlu” diyen oyuncu Alabora’nın bir oğlu var. “Binlerce çözüm var. Ama çözümler çözüm isteyenlere sunulur. Ben kimsenin çözüm istediğini sanmıyorum.” Kadınların seslerini yükseltmelerinin nasıl bir payı olacağını sorduğumuz Alabora’nın cevabı şöyle. “Kadın odaklı bakmak da çözüm getirmiyor, bu sistemin sorunu. Tek başına kadınların elinden bir şey gelmesi mümkün gözükmüyor. Zaten kadınlar bu sistemde en çok ezilen, horlanan kesimler. Çocukları ölüyor. Oğulları askerde, kızları da başka yerlerde çeşitli şekillerde ölüyor.”
Zeynep Tanbay: Neden savaşta ölenler hep yoksul
Dansçı Zeynep Tanbay ise “Sadece bu şartlarda hiçbir şartta oğlumu askere göndermeyi kesinlikle istemem” diyor. Tanbay, vicdani retçileri destekliyor; oğluna silah kullanmanın öğretilmesine sonuna kadar karşı. Tanbay’ın da bir sorusu var: “Neden hep savaşta ölenler yoksul ailelerin çocukları? Ben hiç Bebek’ten, Nişantaşı’ndan bir feryat duymadım. Belki bu feryadı duysaydık çoktan bir çözüm bulunmuştu. Kimse askere gitmesin, askerlik görevinin kendisi lüzumsuz. Ama demek ki birilerinin oğulları askere gitse bile operasyonlara gönderilmiyor? Bu ayrımcılık niye?”
Hülya Avşar’dan ötekileştiren çözüm
Hülya Avşar ise gerilla annelerine “terörist anneleri” diyerek maalesef ötekileştiren çözümünü sunuyor. Türkiye İş Kadınları Derneği (TİKAD) üyelerinden Hülya Avşar sorunun bir tarafını terörize ederek sorunun çözülebileceği mantığını taşıyor. Avşar: “Terörü bir teröristin, bir şehidin annesi halledebilecek. Anneler ‘teröre hayır’ dediği müddetçe ne devlet, ne silahlar, ne ABD kimse buna sebebiyet veremeyecek” diyor.
BİANET


ecetemelkuran
Terör ve serhildan


Milliyet gazetesi yazarı Ece Temelkuran, dünkü yazısında Hülya Avşar’ın da üyesi olduğu TİKAD’ın (Türkiye İş Kadınları Derneği) Türkiye’deki kanlı ezberi gerçekten bozmak istiyorsa DTP’nin kapatma davasına odaklanması ve AKP’nin kapatma davasında taşıdıkları kaygıyı taşımaları gerektiğini belirtti. Temelkuran, “Eğer hakikaten kan dursun diyorsanız gidip DTP’nin kapısında bekleyin ki o kapı da kapanmasın” dedi. Temelkuran’ın yazısı şöyle:
Paşalar çıkıp ekranlarda ‘Kuracaksın bunlar gibi savaşan ekipler, bak bir daha baskın maskın kalıyor mu!’ gibi şahane paramiliter örgüt önerileri getiriyorlar. Gazetelerde gururla söylüyor kimileri: ‘İnsan haklarıyla güvenlik arasında bir tercih yapmalıyız!’ Tabutun başında ‘sinir krizi’ geçirdi diyor televizyonlar, her seferinde geride kalan çocukları ‘yürek burkuyor’. Bayraklar ve Allahu ekber! Bayraklar ve Allahu ekber! Allahu ekber ve bayraklar! Bir gürültü içinde herkes kendi repliğini söylüyor, sağ baştan başlayıp sayılan replikler bittiğinde sessizlik oluyor bir süre sonra yeniden bir baskın veya bir bomba ve yeniden başlanıyor sağ baştan: Paşalar çıkıp ekranda... İyi niyet ve bilgisizlik Aynı olmayan, aynı başarısız formülleri daha derinleştirerek geçirilen otuz yılın üzerine yeni bir otuz yıl için her seferinde ezber yeniden ezberleniyor. Nasıl olsa anneler oğlan doğurmaktan vazgeçmiyor ve nasıl olsa memleketimizin bütün varlığını bayrak ve Allahu ekber göstererek emmek her zaman mümkün.
Bu ezberi bozmak isteyenlerden TİKAD (Türkiye İş Kadınları Derneği) önceki gün bir basın toplantısı düzenledi. Hülya Avşar ‘bu gidişe bir dur demenin zamanının’ geldiğini söyledi toplantıda ve derneğin projesini açıkladı: Şehit anneleriyle terörist annelerini buluşturmak.
İyi bir bir niyet var ortada, orası muhakkak. Zira deniyor ki ‘anneler dur demezse kan akmaya devam edecek’. Doğrudur. Ve fakat...
DTP’nin kapısında bekleyin
Senin ‘terörist annesi’ dediğine o ‘gerilla anası’ diyor. Bunu ne yapacağız? Anneleri de mi öldüreceğiz o zaman? Şehit annesi nasıl kendini ‘TC’nin faşist ordusu’ gibi hissetmiyorsa o da kendini ‘azılı teröristin annesi’ gibi hissetmiyor. Bunu ne yapacağız?
TİKAD ya da başka bir örgüt, bugün bu sürüp giden kanlı ezberi bozmakla, vahşet çarkını durdurmakla ilgili bir şey yapmak istiyorlarsa, var güçleriyle DTP kapatma davasına odaklanmaları gerekiyor. Türkiye AKP kapatma davasında nasıl tedirgin olduysa DTP kapatma davasından da en az o kadar tedirgin olması gerekiyor.
Türkiye ‘Bu nasıl olur!’ isyanıyla AKP için nasıl bir hayretle ayağa kalktıysa DTP için de kalkması gerekiyor. Çünkü DTP’nin kapatılması en az AKP’nin kapatılması kadar Türkiye demokrasisine zarar verecek.
Ama daha önemlisi, DTP’nin kapatılması bir kere daha Türkiye’nin Güneydoğu’sunu ülkenin geri kalanından koparacak. Eğer hakikaten kan dursun diyorsanız gidip DTP’nin kapısında bekleyin ki o kapı da kapanmasın. En azından savaş kadar barışa da açık olan o kapı...
Bu boynuzlar kırılacak!
Yoksa senin terör dediğine ‘serhildan’ diyenlerin sayısı bir kere daha artacak. Yani intifada, yani başkaldırı. Sen oraya buraya, sanki memleket yeni işgal edilmiş gibi devasa Türk bayrakları diktikçe onlar kendilerini öldürmek için cephane biriktirildiğine inanacak. Korkacak. Sen burada onlardan korkacaksın.
Ve insanlar en çok korkunca öldürür birbirini biliyorsun. İnsanlar topraklardan çok korkuları için öldürürler birbirini. Sen bunu anlamak istemedikçe, onlara onların kabul etmediği isimleri vermekte ısrar ettikçe senin de onların da ölü oğullarının yaşları küçülecek.
Hakikaten kalbin ağrıyorsa bu ölen çocuklardan, hakikaten artık katlanamıyorsan, kendi boynuzunu kıracaksın önce. Burnunu indireceksin ve bu hayata, bu ülkeye hava atmadan, baştan başlayıp ülke gerçeğini öğrenmeye, samimiyetle öğrenmeye oturacaksın.
Konuşmaktan çok dinlemeye oturacaksın. O da boynuzunu kıracak ve öğrenecek ki oradaki analar da dağa doğurmuyorlar o çocukları, taşlara doğurmuyorlar. Rahimler, hepimizin rahimleri küsmeden bu işler çözülecekse böyle çözülecek. Rahimlerimiz lanetlenmeden önce bu savaş ancak böyle bitecek.
YENİ ÖZGÜR POLİTİKA

Sayın Başbakan, yoksa teslim olma sırası sizde mi?

hasan cemal 12 Ekim Pazar 2008
Arkadaşına gönder
Sitene ekle
Sayfayı yazdır

Hiç değişmiyor, yine eski plak çalıyor, deniyor ki:   PKK ve terörle mücadelede yeni yetkilere ihtiyaç var.
Deniyor ki:
'AB yasaları'yla bu iş gitmiyor.
Deniyor ki:
Yasal düzenlemeler şart!
Deniyor ki:
Gözaltı süresini uzatmak lazım.
Olabilir.
Ama bana hiç ama hiç inandırıcı gelmiyor bütün bunlar.
Yasaların Türkiye'de, hele özellikle Güneydoğu, PKK ve terörle mücadele söz konusu olduğunda, bugüne kadar herhangi bir engel oluşturduğuna, engel oluşturabileceğine hiç ihtimal vermedim, vermiyorum da.
Güneydoğu'da yasalar, çat kapı bir haneye girilmesine, pat diye bir eve baskın yapılmasına engel olabilir mi?
Güneydoğu'da yasalar, araç kontrollerinde engel oluşturabilir mi?
Güneydoğu'da yasalar, vatandaşların üzerlerinin istenildiği gibi aranmasına engel olabilir mi?
Güneydoğu'da yasalar, vatandaşların pat diye karakola çekilmesine engel olabilir mi?
Güneydoğu'da yasalar, dağ başında neye engel olabilir ki?
Güneydoğu'yu bilen, o bölgede kelle koltukta görev yapan askeri de, polisi de elini şöyle bir vicdanına koyup bu soruların karşılıklarını düşünsün.
Geçmişte de yasalar vardı.
Ama o yasalar, örneğin 1990'larda Güneydoğu'da faili meçhullere mi engel oluşturdu?
İşkencelere mi engel olabildi?
Yargısız infazları mı önledi?
Ev baskınlarını, köy baskınlarını mı engelledi?
Hiçbiri olmadı.
Onun içindir ki:
Çalınan eski plak çok itici!
Yeni yetkilere, yeni yasal düzenlemelere, gözaltı sürelerine, sorguda avukata, yani 'AB koşulları'na ilişkin istek ve yakınmalar bana pek öyle inandırıcı gelmiyor.
Terörle mücadele konusunda eğer Ankara'da gerçekten 'yeni bir yol haritası' çizilmek isteniyorsa, 'eski plaklar'ın kaldırılıp atılması lazım.
Bunlar çok dinlendi.
Artık yeni bir şeyler çalma zamanı!
'Eskiler'den gına geldi.
Hatırlayın:
Demirel 'Kürt realitesi' demişti.
Çiller 'Bask modeli' demişti.
Yılmaz 'AB yolu Diyarbakır'dan geçer' demişti.
Dediler de ne oldu?
Ne değişti? Hiçbir şey!
Siz, Sayın Başbakan;
2005'de 'Kürt sorunu' dediniz Diyarbakır'da. Yani meselenin adını koyma cesaretini gösterdiniz.
Bununla yetinmediniz.
"Bu sorun bizim de sorunumuz" dediniz.
Yetinmediniz.
"Devletin de hataları oldu" dediniz.
Yürekli bir çıkıştı.
Üç yıl geçti aradan.
Değişen bir şey var mı?..
Yoksa teslim olma sırası sizde mi?
Bilemiyorum.
Türkiye'nin yetiştirdiği en seçkin diplomatlardan biri olan, eski dışişleri bakanlarımızdan Büyükelçi İlter Türkmen bakın ne diyor 'yeni yol haritası'yla ilgili olarak:
"İşin esasını ele alırsak, terörle mücadelenin devam etmesi lazım. Askerlerin istediği hukuki tedbirleri de vermek gerekecek. Fakat mesele bu şekilde çözülmüyor. Otuz senedir bu işle meşgul olunuyor. Ama olmuyor işte. Bu işin esası, toplumu bir barış projesi etrafında birleştirmektir.
Bu nasıl yapılır?
Öyle bir atmosfer geliştirmek lazım ki, ülkede Türk-Kürt çatışması olmasın. Hükümet bu konuda net bir tutum almalı. Başbakan, 'TRT'nin bir kanalı Kürtçe yayın yapacak' dedi. Ama nerede o kanal? Göremiyoruz hâlâ.
Zaman çok kıymetli.
DTP de bu zamanı iyi kullanmalı. DTP, PKK ile arasına mesafe koyamıyor. Ama neticede oranın halkını temsil eden bir parti. Bu partiyi kapatmak çok büyük bir hata olur. Okullarda seçmeli ders olarak Kürtçe dersinin olması gerekir."(*)
İyi pazarlar! Hasan Cemal
h.cemal@milliyet.com.tr


* Tempo dergisinin 9 Ekim 08 tarihli son sayısındaki 'Yeni Yol Haritası' başlıklı bölüm, sayfa 20.