Cengiz Çandar-Referans Tarihi çok iyi hatırlıyorum. Zira 1991 seçimlerinden sonraki ilk cumartesi günüydü ve Cumhurbaşkanı’nın arkaladığı ANAP seçimi kaybetmiş, Süleyman Demirel’in başbakanlığına kapı aralanmıştı. Dolayısıyla, 26 Ekim 1991 cumartesi günüydü… Sohbetin cereyan ettiği ortam da unutulacak cinsten değildi. Çünkü televizyondan Fenerbahçe-Trabzonspor futbol maçını seyrediyorduk. (Fenerbahçe o maçı 4-1 kazanmıştı!) İkimizden başka hiç kimse yoktu ve Turgutbey, üzerinde eşofmanlarıyla bir tatil gününün sereserpeliği içindeydi. Seçim kaybı ve Süleyman Demirel’in başbakan olması ihtimalinin içinde uyandırdığı can sıkıntısını göstermemeye gayret ediyordu. Maçın devre arasında boşluk olunca, birdenbire “Bu sorunun çözümü hakkında ne düşünüyorsunuz?” diye soruverdi. Hangi sorunun? Herhangi bir sorun üzerinde konuşmuyorduk… Haliyle, “Hangi sorunun efendim” diye soracak oldum. “Hangi sorun olacak canım” dedi, “Kürt sorununun!” Bu sorun üzerinde daha önce defalarca konuşmuştuk ama o an damdan düşer gibi gelen böyle bir soruya nasıl cevap verebilirdim? Zaman kazanmak isteyerek, “Kürt sorunu gibi bir sorunun bir futbol maçının devre arasında bulunacak bir çözümü olabilir mi?” karşılığını vererek hem kendimce bir “ironi” yapmaya kalktım, hem de soruyu savuşturmak istedim. “Ne söyleyecek söyle işte. Bırak kaç dakika konuşup konuşamayacağımızı” dedi Turgutbey, hafif sinirli bir ses tonuyla… “Aklımdan geçeni, aklıma ilk geleni, işin en kolay kısmını söylesem bile fark etmez” diye yine işi uzattım. “Nedenmiş” diye üsteledi. “Çünkü” dedim “Benim şimdi söyleyeceğimin uygulanma şansı yok. Dolayısıyla pratik bir değeri de yok. Söylesem de fark etmeyecek.” Turgutbey, “Neymiş söyleyeceğin, neden uygulanma şansı yokmuş” diyerek ısrarını sürdürdü. Ben de “Türkiye’nin iç dengeleri. Asker falan…” gibisinden topu taca atmakta direndim. O da “Ne demek istiyorsun, açık konuş” diyerek sorduğu sorunun cevabını aramakta direndi. Bunun üzerine, “Efendim” dedim, “Bu ülkede Kürt vatandaşlarımızın yaşadığını kabul ediyorsak, öncelikle onların farklı kimliğine devletin saygı göstermesi ve bu saygısını göstermesi gerekir” diye söze girdim. Önümüzdeki televizyon cihazını işaret ederek, “Örneğin” diye devam ettim, “devletin televizyonunda, TRT’de günde birkaç saat Kürtçe yayın olabilir. Kürtçe müzik yayını ve haber saatinde haberlerin Kürtçe okunması mümkün olabilir. Dikkat edin, Kürtçü yayın demiyorum. Kürtçe yayın diyorum. Aytaç Kardüz (o dönemde TRT’nin tanınmış bir haber spikeri idi) hangi haberleri okuyorsa, aynen o haberleri Kürtçe okumak.” Turgutbey gözlerini dikmiş dikkatle dinliyordu. “Bu” diye zihnimden geçenleri aktarmayı sürdürdüm, “Terörü ortadan kaldırmaz. Bu yapılınca PKK ortadan kalkmaz. Ancak, terörün içinde hareket ettiği, PKK’ya güç sağlayan iklimi değiştirir en azından. Ülkemizin Kürt vatandaşları ‘Devletim benim Kürt olarak kimliğimi tanıyor, buna saygı gösteriyor. Bu kimlikle burada var olacağımı anadilimden bana hitap ederek ortaya koyuyor’ psikolojisi edinir. Bu da sorunun hararetini bir nebze alır…” Turgutbey, “Bana şimdi burada söylediklerini ne bir yerde ima yoluyla bile olsa yaz, ne de ima yoluyla bile olsa söyle. Bana bu söylediklerini unut” dedi. Bu tepkisi karşısında şaşırmıştım. “Niçin efendim?” diye soracak oldum. “Bana az önce söylediğin sebepten ötürü. Türkiye’nin iç dengeleri, asker falan…” karşılığını verdi. Aradan yarım yıla yakın bir zaman geçti. Amerika’ya prostat kanseri teşhisiyle ameliyatına giderken, İstanbul’da havaalanında demeç verirken, bombayı patlattı. “TRT’de, GAP kanalında Kürtçe yayından” söz etti. Turgut Özal Amerika’ya varmadan Türkiye’de kıyamet koptu. Herkes, kurucusu olduğu ANAP bile şiddetle söylediklerine karşı çıkıyordu, hatta “aklından zoru olduğu”na ciddi ciddi inananlar bile vardı. Birkaç gün sonra New York’ta The Plaza otelindeki odasında (yani tarih 1992 ilkbaharı) bu kez birkaç meslektaşla birlikte, Türkiye’ye birbirine katan “önerisi” hakkında konuşuyorduk. Bir ara dik dik baktı bana ve “Aklının içinden geçenleri biliyorum. Bana neler söylemiştiniz, ne yaptınız. Öyleyse bana onları niçin söylediniz geçiyor; değil mi?” dedi. “Bir şey demedim” diyecek oldum. Biliyorum, biliyorum. Aklından geçiriyorsundur. Bana öyle bir soru sorarsan cevabım şu” diye devam etti: “Neyi kimin ve ne zaman söyleyeceği çok önemlidir. Söz konusu öneriyi sen bundan altı ay önce o günün konjonktüründe söyleseydin başına iş açardın. Ben, şimdi aradan yarım yıl geçtikten sonra söylüyorum ve unutma ben Cumhurbaşkanı’yım. Ben söylersem olur…” Turgutbey’le Çankaya Köşkü’ndeki o diyalogdan bu yana tam 17 yıl, New York’ta The Plaza otelindekinden bu yana 16 buçuk yıl geçti. Ve, TRT’de hâlâ Kürtçe yayın doğru dürüst ve dürüstçe başlamadı, başlayamadı. Başlamasının, böyle bir yayının bir kıymeti var mı; kaldı mı, o bile tartışmaya değer. “Zamanlama” sadece söylenecek sözün “kim” tarafından ve “ne zaman” söyleneceği açısından önemli değildir. Aynı şekilde, bir vakit çok “anlamlı” ve “önemli” olabilecek bir adım, başka bir “zaman dilimi”nde atıldığı tarihte, tüm anlamını, değerini ve önemini yitirebilir. 1990’lı yıllardan bu yana iletişim teknolojisindeki, özellikle dijital alandaki gelişmeler, devlet televizyonundan Kürtçe yayın yapılmasının o gün sahip olabileceği anlamı, bugün açısından ortadan kaldırdı. Bir çanak anten edinen, dağ başındaki mezraya bile o çanak anteni yerleştirdiği anda elindeki uzaktan kumanda cihazıyla, anadilinden, Kürtçe televizyon yayını izleyebiliyor. Aradan geçen yıllar, yalnızca dijital teknolojide değil, siyasi alanda da başdöndürücü gelişmeler ortaya koydu. Türkiye’nin (ve dünyanın) her yanından Irak’ın kuzeyinden 24 saat haber ve müzik yayını yapan sayısız Kürtçe kanal var. Roj TV de kolaylıkla izleniyor. Roj TV’nin yayın yapabilmesi için Kuzey Irak gerekmiyor. Zaten oradan yayın yapmıyor. Bütün bunlara rağmen, devlet, en azından Kürt kimliğine duyarlılığını ve saygısını göstermek açısından, pek izlenmeyecek olsa bile, Kürtçe yayın koyabilir. Bunu da yapamıyor. AB normlarına uymak gerekçesiyle, birkaç yıl önce, binbir dilin içine katılarak Kürtçe yayın olduğu pek anlaşılamayan bir yayın başlatıldı. Tabii, kimse ilgilenmedi. Yakın geçmişte, Başbakan Tayyip Erdoğan, Güneydoğu odaklı iddialı açılımını ilân ederken, yakında TRT’de “Arapça, Farsça ve Kürtçe yayın yapılacağını” bildirdi. Kürtçe, yine “özel” olamadı; Arapça ve Farsça’nın arasına sokularak, bir tür “ekmek arası” muamelesiyle geçirilmek istendi. Başbakan’ın bu “vaadi” dahi uygulanamadı. Şayet doğruysa, son duyduğumuz, “Kürtçe spiker bulunamıyor”muş! Türkiye’de gözlerin üzerine çevrildiği “sivil-asker” karar verici otoritenin birlikte toplandığı “Terör Zirvesi” tam 7 saat görüştü ve bir “karar”a varamayarak, 14 Ekim Salı günü yine toplanma kararı alarak dağıldı. Bunca yıldır, TRT’de Kürtçe yayın yapma kararı bile alamayan, artık böyle bir yayının çok önemi kalmamış olsa bile, bu kararı doğru dürüst alıp uygulamaya geçiremeyen bir “zihniyet”in soruna çözüm bulabileceğinden gerçekten umutlu musunuz? Kamu otoritesinin, kestirmeden söyleyelim, “Devlet”in “Kürt sorunu”na yaklaşımı ve en önemlisi bu konudaki “zihniyet kalıbı” radikal biçimde değişmeden yol alınamaz. Çeşitli vesilelerle vurguladığımız “ezber bozmak”tan kast ettiğimiz bu. |
0 Yorum:
Post a Comment