Van'da gerçekleştirilen 'Ne AKP ne Ergenekon çözüm Demokratik Cumhuriyet' mitinginin sona ermesinin ardından 50 bin kişi uzun bir aradan sonra ilk kez Cumhuriyet caddesinde yürüyüş gerçekleştirdi. Van Belediye Garajı yanında yapılan mitinge katılan 50 bin kişi, mitingin sona ermesinin ardından Cumhuriyet Caddesi'ne doğru yürüyüşe geçti. Yürüyüş sırasında Oramar parçası çalındı. Yürüyüş sırasında başta resmi kurumlar olmak üzere bütün esnaf kepenk kapattı. Van'da olaylar sona erdi: 2'si polis 3 yaralı, 9 gözaltı Van Valisi'nin 'Cumhuriyet caddesi namustur, hiçbir zaman kitleyi buraya sokmayacağız' sözü üzerine, uzun bir aradan sonra ilk kez 50 bin kişinin cadde üzerinde yaptığı yürüyüş adeta gövde gösterisine döndü. Yürüyüş sırasında kepenk açan bazı esnafların camlarına taş atılarak kırıldı. Güvenlik güçleri ise, yürüyüşü uzaktan takip etti. Yürüyüşün ardından kitle olaysız dağıldı. VAN-DİHA Van'da olaylar sona erdi: 2'si polis 3 yaralı, 9 gözaltı
Van'da Belediye Garajı yanında gerçekleştirilen 'Ne AKP ne Ergenekon Çözüm Demokratik Cumhuriyet' mitingi sonrası Hacibekir mahallesinde başlayan olaylar sona erdi. Olaylarda 2'si polis olmak üzere 3 kişi hafif şekilde yaralanırken, 9 kişi'de gözaltına alındı. VAN (DİHA ) |
Saturday, October 25, 2008
Van'da miting sonrası 50 bin kişi yürüdü
KurdTime : Saturday, October 25, 2008 0 Yorum
Etiketler : Politika
6 - Osmanlı’dan bugüne Kürtler ve Devlet
9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, PKK’nın 1984’te Şemdinli ve Eruh baskınlarıyla başlayan süreci 29. Kürt İsyanı olarak adlandırmıştı. Halbuki, 1921 Koçgiri, 1925 Şeyh Said ve 1939 Ağrı isyanları dışındakiler, devletin Kürtlere yönelik ‘tedip’, ‘tenkil’ ve ‘harekat’larıydı. ‘29. KÜRT İSYANI’ MI? 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, PKK’nın 1984’te Şemdinli ve Eruh baskınlarıyla başlayan süreci 29. Kürt İsyanı olarak adlandırmıştı. Halbuki, 1921 Koçgiri, 1925 Şeyh Said ve 1939 Ağrı isyanları dışındakiler, devletin Kürtlere yönelik ‘tedip’, ‘tenkil’ ve ‘harekat’larıydı. 1993’te Süleyman Demirel’in ifşa ettiğine göre, bir gün Cumhurbaşkanı Turgut Özal, kendisine gizli bir yazı göndermiş ve şöyle demişti: “Sorunlu bölgeler, köyler ve dağlık bölgelerdeki mezralardan başlamak üzere bölge kademeli olarak boşaltılmalıdır. En fazla 150-200.000 kişi arasında olduğu tahmin edilen PKK destekçilerinin ülkenin Batı bölgelerine dikkatli bir şekilde yerleştirilmesinden sonra, PKK’nın lojistik desteği kesilecek, göç ettirilenlerin de yaşam standartları yükselecek. Bu gruba iş vermede öncelik tanımak lazım. Dağlık bölgelerin boşaltılması ile terörist örgüt izole olacak. Güvenlik güçleri derhal harekete geçmeli ve bu bölgeleri kontrol altına almalı. Bu kişilerin bölgeye dönüşlerinin önlenmesi için, bölgeye büyük barajların yapılması bir diğer alternatiftir…” deniyordu. (Turkish Daily News&Turkish Probe, 16 Kasım 1993) Zamanın Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş, köylerin boşaltılması kararını doğrulamış ve bunu PKK’ya karşı bir askeri strateji olarak tanımlamıştı. (Reuters, 30 Temmuz 1994) Anlaşılan ‘pragmatik’ Özal, Osmanlı’dan beri her başı sıkışan yöneticimizin başvurduğu tehcirde büyük hikmet görmüştü. Hele de, bu kişilere gittikleri yerlerde belli avantajlar sağlanırsa, entegrasyon (hadi olmadı asimilasyon) mümkün olamaz mıydı? Olurdu belki ama, bakın neler oldu. ►NEO HAMİDİYELER . 1984'te PKK'nın Şemdinli ve Eruh baskınlarından sonra, devlet Doğu ve Güneydoğu Anadolu’daki köyleri önce ‘güvenilir’ ve ‘güvenilmez’ diye ikiye ayrılmıştı. (İkibine Doğru, 13-19 Aralık 1987) ‘Güvenilir’ köyler, Abdülhamit’in Hamidiye Alayları’na asker veren aşiretlerdi. (Bu aşiretlerin mensupları, 1950'li yıllara kadar eşleri aracılığıyla devletten maaşlarını almaya devam etmişlerdi. Bir okurumun söylediğine göre bunlar arasında Şeyh Said İsyanı’nı planlayan Azadi örgütünün başı olduğu için idam edilen Cibranlı Halit Bey’in eşi de vardı.) İlk korucular, Beytüşşebaplı Jirki Aşireti’nden seçildi. Aşiret reisi Tahir Adıyaman, bir savcıyı ve yedi askeri öldürmekten dolayı idam istemiyle yargılanırken devletle koruculuk anlaşması yaptı ve aşiretine mensup 336 cinayet sanığıyla birlikte takipten kurtuldu. Onu diğer ‘Hamidiye aşiretleri’ izledi. 4 Nisan 1985’te 3175 sayılı Köy Kanunu’na yapılan bir ekleme ile 57 bin korucuya asgari ücretten maaş bağlandı, bunlara daha sonra 12 bin civarında da ‘gönüllü korucu’ eklendi. ►ZORUNLU GÖÇ BAŞLIYOR . ‘Güvenilmez’ aşiretler ise bazen açık şiddet, bazen tehdit, bazen yıldırma, bazen de ikna yoluyla köylerinden çıkarıldılar ve önce Batman, Diyarbakır, Hakkari, Şanlıurfa ve Van gibi en yakın şehir merkezlerine göç ettiler. Bazıları OHAL dışında kalan Adana, Gaziantep, Kahramanmaraş ve Mersin’e göçtüler. Daha gözü kara olanlar Ankara, Antalya, Bursa, İstanbul ve İzmir’de şanslarını denediler. Devletin en son araştırmasına göre zorunlu göç mağdurlarının sayısı 953.680 ila 1.201.200 arasına idi. (Ayrıntılı bilgi için Dilek Kurban’ın 31.12.2006 ve 7.1.2007 tarihli Radikal 2’lerdeki yazılarına bakılabilir.) Bu gariban nüfus, hem şehirlerin çeperlerinde, hem de merkezlerdeki çöküntü bölgelerinde, onlardan gayri kimsenin razı olmayacağı, mutfağı ve banyosu olmayan, yarı harabe konutlarda, naylon çadırlarda, bidon evlerde 9-10 kişi sığışarak yaşamaya çalıştılar. Bu ‘zorunlu göçmenler’ hayata tutunmak için meşru, gayri meşru bulabildikleri her işte bütün fertleriyle çalışmak zorunda kaldılar. Çocuklarını okula gönderemediler. Zaten onları kabul edecek okul bulmaları da zordu. Hal böyleyken, hastalıklar, bunalımlar, intiharlar, şiddete başvurmalar, suça karışmalar hiç şaşırtıcı değildi. Zorunlu göçün bir diğer sonucu, radikal milliyetçiliğin artık Türkiye’nin her köşesine yayılması oldu. ►GERİ DÖNEBİLDİLER Mİ? Türkiye uzun bir süre problemi reddetti. 2002 yılında BM Yerinden Edilmiş Kişiler Temsilcisi Francis Deng’in raporu üzerine ilk diyalog başladı. Avrupa Birliği bu sorunla 2003 yılında ilgilenmeye başladı. Peki devlet bu sorunu çözmek için ne yaptı? Dönemin İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu’nun Haziran 2005’te yaptığı açıklamaya göre resmi rakam olan 355,803 kişiden 125,539’ü ‘güvenli’ biçimde köylerine dönmüştü. Ancak, 18 Kasım 2005’te durumu yerinde görmek isteyen İnsan Hakları Örgütü, Diyarbakır’ın Hazro ilçesinin Koçbaba köyüne bir ziyaret yaptı. Devlet listesine göre 27 hane, 278 kişi geri dönmüş iken, köyde 13 hane ve 69 kişi yaşıyordu. Yakındaki Çiftlibahçe’de ise hükümete göre 49 hane dönmüştü ve rakam doğruydu. Diyarbakır’ın Lice ilçesine bağlı Duru köyünde devletin listesine göre 207 hane ve 346 kişi varken, örgüt 10 hane buldu. Yine Lice’ye bağlı Dibek köyünde 16 hane değil, kimse yoktu. Bingöl’e bağlı Esmataş ve Kırık köyleri hiç boşaltılmamıştı ancak devletin listesinde geriye dönenler arasında sayılmışlardı. Bazı durumlarda köyler geri dönmüş olarak gösteriliyordu ancak köyü iskan edenler koruculardı. Bunun gibi daha nice örnek vardı. (Human Rights Watch (HRW) Report, 7 March 2005, Vol.17, No.2/D) ►ZARARLARI TAZMİN EDİLDİ Mİ? Devletin uygun bulduğu terminoloji ile ‘Terörden doğan zararların giderilmesi için’ çıkarılan 5233 sayılı yasa, sadece ‘terör’ yüzünden zarar görenleri kapsadığı, buna karşılık yaygın şiddet yüzünden kaçmak zorunda kapsamadığı, giderilecek zararların ne olduğu tarif edilmediği, şikayetlerin iletileceği komisyonlar devletçe oluşturulduğu, izlenecek prosedür çok karmaşık olduğu, etkili bir temyiz mekanizması olmadığı için ve daha onlarca neden yüzünden yaralara merhem olmadı. TBMM raporuna göre, Temmuz 2005 itibariyle örneğin Diyarbakır’da yapılan 18.240 başvurudan sadece 369’u, Batman’da 5.847 başvurudan 328’i, Bingöl’de ise 14.105 başvurudan sadece 124’ü kabul edilmişti. Talepleri kabul edilenlere ödenen tazminatlar ise komik düzeydeydi. (Zarar Tespit Komisyonları’nın sorunları nasıl çözdüğünü (!) merak edenlere: Human Rights Watch 2006 Türkiye Raporu, hrw.org/turkish/backgrounder/2006/turkey1206/turkey1206tuweb.pdf). ►GÜVENLİKLERİ SAĞLANDI MI? Ama geriye dönenleri bekleyen sadece yokluk, işsizlik, açlık değil, sayıları 70 bine varan korucular da bekliyordu. Bunlar öyle bir gruptu ki, resmi rakamlara göre 1985-2006 tarihleri arasında 5.129 korucu çoğu terör, cinayet, kaçakçılık, ırza geçme gibi ağır suçlar işlemişti. (http://www2.tbmm.gov.tr/d22/7/7-6226c.pdf ) Bir de her yıl onlarca kişinin canını alan kara mayınları sorunu vardı. Çünkü, Türkiye’nin sahip olduğu 3 milyon kara mayınından 920 bini sınır boylarındaki Ardahan, Batman, Diyarbakır, Doğubeyazıt, Gaziantep, Hakkari, İskenderun, Kağızman, Kars, Mardin, Şanlıurfa, Şırnak ve Van’da, sınır ili olmayan (acaba neden?) Tunceli ve Siirt’e yerleştirilmişti ve bunların temizlenmesi için somut bir adım atılmıyordu. (Landmine Monitor Report, 2005-Turkey. www.icbl.org ) Daha pek çok dertleri olan bu insanlar büyük bir sabırla devletçe ve Türk halkı tarafından fark edilmeyi ve elbette sorunlarının çözülmesini bekliyorlar. İnsan sormadan edemiyor: Acaba PKK ile mücadeleye ayrılan 400 milyar, daha işin başında bölgenin ve ülkenin refahı için harcansaydı bütün bunları yaşar mıydık? ►‘VATANDAŞ TÜRKÇE KONUŞ!’ Türkiye’de kaç Kürt yaşadığını tam olarak bilmiyoruz çünkü 1965 sayımından beri etnik kökene ve dile dair sorular sorulmuyor. Tahminler, toplam nüfusun yüzde 7’si ile 12’si arasında oldukları yönünde. Sayılarını bilmiyoruz ama Kürtlerin yıllarca gizli ya da açık Kürtçe konuşma yasağı ile boğuştuğunu biliyoruz. Bu yasakları delmeyi kafasına koyan Turgut Özal ne yazık ki, projelerini yaşama geçirme fırsatı bulamadan vefat etti. 1991’de DYP ve SHP’nin kurduğu koalisyon hükümeti, SHP içindeki HEP’lilerin etkisiyle, Kürt adına doğrudan değinmeden ‘Türkiye’de kendi kültürel kimliklerini ifade etme ve geliştirme durumunda olması gereken farklı etnik grupların’ varlığından söz ediyordu. KÜRTÇE YEMİN KRİZİ . 6 Kasım 1991’de, milletvekillerinin yemin töreni sırasında yaşanan Kürtçe yemin krizi, yedisi DEP’li, biri bağımsız, sekiz milletvekilinin ağır hapis cezalarına çarptırılmaları ile sonuçlandı. 1993’de Tansu Çiller, Kürtçe yayın ve eğitim konusunda olumlu düşündüğünü açıkladı, ancak partisindeki ve ordudaki sertlik yanlılarının muhalefeti yüzünden bundan vazgeçti. Alparslan Türkeş Kürtlerin büyük çoğunluğunun Türk soyundan olduğunu söylerken, köy korucu sistemine büyük destek veren Kürt aşiretleri de bu politikaya uyum göstermişler ve MHP’ye büyük ölçüde oy vermişlerdi. SHP ve CHP’nin tavrı ise Kürtlerin kültürel haklarını desteklemekle birlikte Türkçenin resmî dil ve bütün ülkede ortak eğitim dili kalması yönünde olmuştu. RP, Kürtleri İslam ümmetinin bir parçası gördükleri için konuya gayet sıcak yaklaşmıştı. ANAP ise, bazı Kürt kökenli milletvekillerinin zorlaması ile Kürtçe eğitim hakkı dahil, Kürtlerin kültürel hakları konusunda bazı girişimlerde bulunmuş ama nedense 1995’te Güneydoğu ve Doğu Anadolu’daki oyları ciddi bir gerilemeye uğramıştı. ►ANADİLE GEÇİT YOK . Şubat 1999’da PKK lideri Abdullah Öcalan’ın yakalanmasından günümüze kadarki dönemde, Avrupa Birliği’nin zorlamaları ile bazı olumlu gelişmeler olmakla birlikte Türkiye ‘anadil’ konusunda son derece muhafazakar davranmaya devam etti. Örneğin sadece bir bildirge olduğu için herhangi bir bağlayıcılığı olmayan BM Ulusal ya da Etnik, Dinsel ve Dilsel Azınlıklara Mensup Kişilerin Hakları Bildirgesi’ne (1992) konsensüs yoluyla katıldı ama bir ‘yorum beyanı’ ekledi. Aynı şekilde 1 Mart 1998’de yürürlüğe giren Bölgesel ya da Azınlık Dilleri Avrupa Şartı (1992) ile Ulusal Azınlıkların Korunması Çerçeve Sözleşmesi’ni de (1995) imzalamadı. Türkiye’nin ancak 15 Ağustos 2000’de imzaladığı 1966 tarihli BM Uluslararası Kişisel ve Siyasal Haklar Sözleşmesi’nin 27. Maddesi, "Etnik, dinsel veya dilsel azınlıkların bulunduğu bir devlette böyle bir azınlığa mensup bulunan kişilerin gurubun diğer üyeleriyle birlikte toplu olarak kendi kültürel haklarını kullanma, kendi dinlerinin gereği ibadeti etme ve uygulama veya kendi dillerini kullanma hakları engellenemez” dediği halde, Türkiye bunun gereklerini yerine getirmemekte direniyor. Üstelik şimdi bir de, ilkelerini sürekli çiğnediği BM’nin Güvenlik Konseyi üyesi oldu! ►GENEL BİR DEĞERLENDİRME Altı gündür özetlemeye çalıştığım tarihçe, Kürtlerin kimliklerinin tanınmasıyla ilgili taleplerinin PKK ile başlamadığını, dolayısıyla, PKK’yı veya onun uzantısı sandığımız oluşumları yok sayarak veya yok ederek içine kısıldığımız kapandan kurtulamayacağımızı, aynı şekilde, her ne kadar, tarihsel ve güncel nedenlerle uluslar arası boyutları olsa da, sorunun köklerinin bu topraklarda, bizim tarihimizde olduğunu göstermiştir diye umuyorum. Bundan birkaç yıl öncesine kadar, Kürtler, haklı taleplerine meşruiyet sağlamak için Türk ulusçuluğunun doğuş anına gönderme yapıyorlardı. Milli Mücadele’de ‘Kürtler’ olarak yer aldıklarını, bunun karşılığında kendilerine bazı sözler verildiğini, ama bu sözlerin tutulmadığını söylüyorlardı. Bu iddialarında da büyük ölçüde haklıydılar. Ancak, Kürtlerin unuttuğu bir şey vardı. O da her milliyetçiliğin diğer milliyetçilikleri dışlayarak var olabileceğiydi. Öte yandan bu tarihçe, başından beri devletin sıkı sansürü altında yaşayan Türk tarafınca çok iyi bilinmediği için, Kürt taleplerinin PKK ile başladığını iddia eden resmi söylem genel olarak kabul görüyordu. Osmanlı’dan beri ‘millet-i hâkime’ olarak hüküm sürmeye alışmış Türklerin idrak etmesi gereken husus ise, eğer milliyetçilik denilen şey meşru ise Kürt milliyetçiliğinin de en az Türk milliyetçiliği kadar meşru olduğuydu. (Milliyetçilik hakkındaki düşüncelerimi ilerde yazacağım.) 1920’lerde, Wilson’un 14 İlkesi uyarınca ulus-devletini kurmayı başaramayan, ya da buna destek verilmeyen tek halk Kürt halkıydı. Ancak bunun çeşitli nedenleri vardı. Bilindiği gibi ulus-devlet kapitalist gelişmenin belli bir aşamasına tekabül ediyordu. Halbuki Kürtler o tarihte sosyo-ekonomik açıdan o aşamaya henüz gelmemişlerdi. Nitekim, erken dönem Kürt milliyetçiliğinin kanaat önderleri, Osmanlıcılık ile bağımsızlık arasında değişik bölünmeler yaşadılar. ►FARKLI EĞİLİMLER . Örneğin Türklerle Kürtlerin din kardeşi olduğunu söyleyen Seyit Abdülkadir ve yandaşları Osmanlı İmparatorluğu’na bağlı kalırken, bir grup Kürt seçkini Anadolu’daki direniş hareketine katıldılar. Ancak bunların da bir bölümü, Ermenilerin Anadolu’ya dönemeyeceği kesinleştikten sonra Türklerle kurdukları ittifakı gözden geçirdiler ve özerklik veya bağımsızlık için uğraşmaya başladılar. Ama bu süreçte, Cibranlı Halit Bey ve Bitlisli Yusuf Ziya Bey örneklerinde olduğu gibi, Hamidiye Alayları’na asker veren Sünni aşiretlerin mensupları, bir zamanlar ezdikleri ve zulmettikleri Alevi aşiretlerin desteğini alamadılar. Nitekim, Koçgiri, Alevi isyanı sayıldığı için Sünni Kürtlerin/Zazaların desteğini; Şeyh Said isyanı ise Alevi (Kızılbaş) Kürtlerin/Dersimlilerin desteğini sağlayamadı. Hiçbir zaman yürürlüğe girmeyen Sevr Antlaşması’nda öngörülen bağımsız bir Kürdistan uğruna Anadolu’da bağımsız bir Ermeni devletini bile kabul eden Şerif Paşa veya Kürt Teali Cemiyeti’ni kuran Bedirhaniler Batı’yla işbirliğine yöneldi. Bir ayağını İngilizlerde bir ayağını Türklerde tutan, hatta İngilizlere karşı Ankara ile askeri ittifaka bile yanaşan Şeyh Mahmud Berzenci veya 1922’de İranlılara yenildikten sonra Türkiye’ye sığınmak zorunda kalan Batı İran’daki Şekak aşiretinin reisi Simko İsmail Ağa gibi unsurlar ise Kürt ulus-devletinden çok kendi feodal beyliklerini kurmayı hedefliyordu. ►HÜKMEN YENİK . Buna, İngilizlerin önceliğinin Arap coğrafyası olmasını, tarihi boyunca önceliği Hıristiyan azınlıkların hamiliğine vermiş olan Fransızların İngiltere’ye karşı güçlü bir Türkiye uğruna zaten pek ilgili olmadıkları bu Müslüman grubun kaderine ilgisiz kalmalarını, Sovyet Rusya’nın kaypak politikalarını eklersek, Birinci Dünya Savası sonrasında Kürtlerin neden Wilsoncu ‘kendi kaderini tayin hakkı’ndan yararlanamadığını/yararlandırılmadığını anlarız. Aslında bu değerlendirmeyi Kürtler de büyük ölçüde kabul etmişlerdi. Kürtlerin kabul edemediği, yeni kurulan devletin giderek katı bir Türkçülüğe yönelmesiydi. Buna tepkilerini esas olarak 1925 Şeyh Said ve 1930 Ağrı isyanlarıyla göstermişlerdi. Ancak, devletin Kürtlere tepkisi çok daha sert oldu. Modernleşme sürecine Kürtleri dahil edecek projeler geliştirmek yerine onları zorla asimile etmeyi, ezmeyi, hatta imha etmeyi tercih ettiler. Bu da doğal olarak aslında yeni rejime uyum sağlamaya hazır kesimlerin bile etnik kimliklerine, bölgelerine, aşiretlerine, mirlerine, şeyhlerine, seyitlerine daha çok bağlanmalarına neden oldu. ►SÖMÜRGECİLİK SONRASI . Tarihçesini anlatmayı ileriye bıraktığım 1937-1938 ‘Dersim Tedip Harekâtı’ndan sonra Kürt milliyetçiliği uzun süre sesini çıkaramadı. 1950’lerden itibaren, Türkiye’deki modernleşme ve görece demokratikleşme süreciyle uyumlu olarak Kürtler de kendilerini daha rahat ifade etmeye başladılar. Modernleşme sürecinin ivme kazandığı 1960’larda, ağırlıklı olarak öğrenci ve aydınlardan oluşan bir kesim, 1920’lerin, 1930’ların milliyetçi söylemlerini popüler bir tarzda da olsa yeniden canlandırmaya çalıştılar. Bu dönem, dünyada sömürgeciliğin tasfiye olduğu, eski ‘sömürge halkları’na ‘kendi kaderini tayin hakkı’nın tanındığı yıllardı. Kürtler sömürge halkı olmadığı için bu haktan yararlanamazlardı ama, ‘sömürge olmayan halklar’a tanınan azınlık haklarından yararlanabilirlerdi. Ancak bunu sağlayacak projeleri hem iç sorunları hem de devletin göz açtırmaması yüzünden geliştiremediler. ►ÜÇÜNCÜ DENEME . 1980’lerden itibaren, Kemalist ideoloji ile göbek bağını koparamamış Türk soluyla yolunu ayıran Kürt solu, Türk radikal solunun 1960 ve 1970’lerde savunduğu ‘ulusal demokratik devrim’ tezinden esinlenen, ‘Kürt ulusal demokratik devrimi’ teziyle gerilla mücadelesine yöneldi. Bu örgütlerin en güçlüsü PKK’ydı. PKK, uluslar arası hukukun ‘sömürge olmayan’ halklara tanıdığı azınlık haklarına (ve genel olarak üçüncü kuşak haklara) atıfta bulunularak ‘kendi kaderini tayin hakkı’ söylemini tekrar gündeme getirmeye kalkıştı. Meşruiyetini de şiddete dayanarak sağlamaya çalıştı. Bir süre sonra, uluslar arası arenada tanınmayı başardı. PKK, Abdullah Öcalan’ın Türkiye’ye tesliminden sonraki altı yılda şiddete ara verdiyse de, esas olarak devletin hiçbir adım atmamasından, tali olarak da ‘Irak ve İran faktörü’ yüzünden iki yıl önce silahlı mücadeleye tekrar döndü/döndürüldü. ►LEGAL SİYASETE İZİN YOK . PKK’nın hala nihai şeklini almadığı görülen politikaları, legal Kürt partileri tarafından belli ölçülerde desteklenmekle birlikte bu partilerin PKK’dan farklılaşan yönleri de vardı. Ancak devlet bu farkları görmezden gelerek, legal Kürt partilerini sürekli siyasetin dışına itti. HEP, DEP, DEHAP, HADEP devletin uzlaşmaz tavrının kurbanı oldu ve kapandı/kapatıldı. Legal siyasi partilerin boşalttığı alanı da illegal örgütler doldurdu. Sıra DTP mi, göreceğiz. Eğer DTP’de ise, onun yerini neyin dolduracağını da hep birlikte göreceğiz. Peki, bu tehlikeli sarmaldan nasıl çıkabiliriz? Esas alanı tarih olan biri için, çözüm önerileri sunmaya kalkmak haddini aşmak olur. Üstelik bu konuda son günlerde Taraf’ta çok güzel yazılar yayımlandı. Örneğin 22 Ekim 2008’te yayımlanan Emekli Büyükelçi Akın Özçer’in ‘Türkiye terörle mücadelede ne kadar samimi’ başlıklı yazısını, hem Türk, hem de Kürt milliyetçilerinin tekrar tekrar okumasında büyük fayda var. ►NİYETİMİZ NE? Ama yazıda anlatılan ‘İspanyol modeli’nin başarılı olabilmesi için öncelikle her iki tarafın da, ‘aslında’ ne istediğine karar vermesi gerekiyor. Türk milliyetçiliği 85 yıldır ‘etkisiz hale getirmeyi başaramadığı’ bir başka milliyetçilikle sürekli çatışma halinde yaşamaya, hatta ülkesinin ortasından bölünmesine hazır mı? Yoksa diğer etnik, dinsel veya dilsel gruplarla birlikte, uluslar arası hukukun ve insan haklarının vardığı çağdaş düzeye uygun demokratik bir ülkede yaşamayı mı tercih eder? Aynı şekilde Kürt milliyetçiliği de karar vermeli. Kötülüğü, çirkinliği defalarca ispatlanmış 19. yüzyıl paradigmalarına sarılarak, büyük ihtimalle eleştirdiği Türk ulus devletine benzeyecek kendi ulus-devletini kurmak uğruna (ki kullandığı yöntemler bunu düşündürüyor), sonu belli olmayan kanlı bir savaşta hem kendi halkını hem Türk halkını yıkıma götürmeyi ahlaki buluyor mu? Yoksa daha kozmopolit, daha demokratik, daha gelişmiş bir ülkenin oluşturulmasına katkıda bulunarak, her iki halka da mutluluk vermeyi mi tercih eder? Eğer niyetler ikincilerse öncelikle karşılıklı silah bırakma, ardından, özgürlükleri, çoğulculuğu ve anayasal vatandaşlık anlayışını hedefleyen bir demokratikleşme paketiyle; Suriye, İran, Irak ve özellikle Irak’taki Kürdistan Bölge Yönetimi’yle sağlıklı ilişkileri hedefleyen bir dış politika anlayışıyla işe başlayabiliriz. Yok, birincilerse her iki tarafa da geçmiş ola… ►Yazarın Notu: Yazı dizisinin web sayfasına aktarımında bazı sorunlar yaşadık. Bunlar esas olarak her zaman olduğu gibi, gazete sayfasında çerçeve olarak verilen bölümlerin ana metne yedirilmesinin zorluğuyla ilgiliydi. Yani, çerçeve içinde verildiği zaman bağlam veya kronolojik açıdan sorun yaratmayan bazı bölümler, web nüshalarında ana yazıdan kopuk görünebiliyordu. Ancak, dizinin 3. yazısının web nüshasında ‘Şeyh Said İsyanı’nın mahiyeti neydi?’ başlıklı bölüm, isyanın anlatıldığı yerin hemen altına konabilecekken, yanlışlıkla Ağrı İsyanı ve Dersim’le ile ilgili bölümün altına yazılmıştı. Nedenini çözemediğimiz bir teknik engel yüzünden bu karışıklığı web sayfamızda hala düzeltemedik. Kronolojik olarak dönemle ilgili olmayan Rıza Nur-Ziya Gökalp çerçevesi de yukarıda anlattığım ‘çerçeve’ sorunlarına bir örnekti. Bunlar ve farkına varmamış olabileceğim başka hatalar için özür diliyorum.
Yazi dizisi Taraf Gazetesinden alinmistir.©2008 |
KurdTime : Saturday, October 25, 2008 0 Yorum
Etiketler : Tarih
5 - Osmanlı’dan bugüne Kürtler ve Devlet
1961 darbecilerinin Kürt meselesini çözmek için oluşturdukları Doğu Grubu’nun gizli raporundaki asimilasyon önerileri âdeta 1925 tarihli Şark Islahat Planı’ndaki önerilerin kopyasıydı. Ancak, 1925 raporundaki Kürt teriminin yerini 1961’de ‘kendini Kürt sananlar’ terimi almıştı Ayse Hür- Taraf Talepleri ister kültürel olsun, ister siyasi, ister idari olsun ister dinsel olsun, devletten tek tip tepki gören, bu tepki de baskı, zulüm, yıldırma, silah, bomba, hatta zehirli gaz gibi sert yöntemler olan Kürtler, 1946’da ‘Çok Partili’ yaşama geçildiğinde sindirilmiş durumdaydılar. 14 Mayıs 1950’de yapılan tarihî seçimlerde bazı Kürt toplum liderleri Demokrat Parti (DP) listelerinden aday olurken, Kürtlerin büyük bir bölümü oylarını ilk kez CHP’ye değil, DP’ye verdiler. Bunun altında yatan en önemli neden CHP’nin 1945’te uygulamaya çalıştığı ancak başarısız olduğu Toprak Reformu idi. Ancak CHP ile Kürt feodalleri arasındaki ittifak 1957’ye kadar sürdü. DİCLE ÖĞRENCİ YURDU • Türkiye’nin modernleşmesiyle uyumlu olarak Kürt eşrafının da giderek burjuvalaşması sürecinde, bu ailelerin çocukları eğitim için İstanbul, Ankara gibi büyük şehirlere gelmeye başladılar. Bu gençler için Doğu ve Güneydoğu illerinin özel idare ve belediyelerinin yardımlarıyla kurulan Dicle Talebe Yurdu, ‘Kürtlük bilinci’nin yeniden tanımlanmasında önemli rol oynadı. 15 günde bir çıkan Dicle Kaynağı adlı yayında ‘Doğu Sorunu’ terimi kullanıp, jandarma ve vergi toplayan tahsildarlardan şikâyet ediliyor, baskılar ve yasa dışı uygulamalara karşı çıkılıyordu ama eski isyankârlık yoktu. Nitekim dergi uzun süre yaşayamadı. Buna karşılık Suriye, Lübnan ve Irak Kürtleri arasında solcu ve Kürt milliyetçisi şairlerin şiirleri ki bunların başında Cigerxwin geliyordu, sınırları aşıp Türkiye Kürtlerinden aydın ve din hocaları arasında elden ele dolaşıyordu. Kürt tarihi, uygarlığı ve edebiyatı dünyaya, komşu halklara ve Kürtlerin daha çok kentli kitlelerine ulaştırıldı. Özetle ‘etnik kimlik bilinci’ artık bir avuç Kürt milliyetçisinin özel alanı olmaktan çıkmıştı. BARZANİ’NİN DÖNÜŞÜ • Bu dönemde yaşanan ve Kürt milliyetçiliğini radikalleştiren iki önemli olayı, 13 Temmuz 2007 tarihli ‘Kımıl olayından 49’lar davasına’ başlıklı yazımda uzunca anlatmıştım ancak okumayanlar için kısaca özetlemek istiyorum. 14 Temmuz 1958’de Irak Kralı Faysal, General Abdülkerim Kasım tarafından kanlı bir darbeyle tahttan indirildikten sonra cumhuriyet ilan eden generalin ilk işi, İran’da kurulan Mahabad Cumhuriyeti’nin önderlerinden olup 1947’den beri sürgünde olan Molla Mustafa Barzani’yi Bağdat’a davet etmek ve Kürtlere Kerkük’ün de içinde olduğu bir otonom bölge sözü vermek olmuştu. 1961’da Molla Mustafa Barzani’nin Irak yönetimiyle savaşa girmesi ve Irak ordusunun yenilgisi İran, Irak, Suriye ve Türkiye Kürtlerinde yeni umutların yeşermesine neden oldu. 49’LAR OLAYI • Bu durum Menderes Hükümeti’ni tedirgin etmişti. 14 Temmuz 1959’da Kerkük’te bir grup Türkmen’in Irak ordusunca katledilmesine misillime olarak, MİT’in (o zaman MAH) önerisiyle bin ila iki bin 500 kişilik bir Kürt grubunun ‘tenkil’ edilmesi fikriyle başlayan ‘beyin fırtınası’ sonucu 49 Kürt aydın idam cezası ile mahkemeye verildi. 49’ların davası sürerken 27 Mayıs 1960 darbesi gerçekleşti. Sanıklar demokratikleşme vaadiyle iktidara gelen darbecilerin kendilerini salıvereceğini umarken yanıldıklarını kısa sürede anladılar. Gerçi tutuklulukları bir süre sonra kaldırıldı ama, 49’lar ancak 1965’te zaman aşımından paçayı kurtarabildiler. SİVAS KAMPI • 27 Mayısçıların Kürt meselesine buldukları çare ise 1 Haziran 1960’ta bölgelerinde etkili olan toprak ağalarından, aşiret reislerinden, şeyhlerinden ve Kürt milliyetçisi olduğundan şüphelenilen 485 kişinin Sivas-Kabakyazı’da açık arazide kurulan bir kampa kapatılmasıydı. Aralık ayında Sivas Kampı sakinlerinden 55 kişi, Antalya, İzmir, Burdur, Muğla, Afyon, Isparta, Manisa, Çorum ve Denizli’de zorunlu ikamete tabi tutuldular. İddialara göre bu 55 kişinin babaları 1919’da Erzurum ve Sivas kongrelerine davet edildikleri halde katılmayı ‘nazikçe’ (!) reddeden kişilerdi. Yine iddiaya göre, bu kişilerin cezalandırılmasını ihtilalin kudretli albayı Alparslan Türkeş istemiş, Kürt asıllı Cemal Gürsel ise daha yüksek olabilecek sayıyı 55’te tutmuştu. Ekim 1963’te çıkarılan genel afla olay kapanmıştı ama, devletle Kürtlerin arası bir kez daha açılmıştı. (Bu dönemde coğrafi ve yerleşim yeri isimlerinin Türkçeleştirilmesi de tüy dikmişti.) 23’LER DAVASI • 22 Şubat 1962 ve 21 Mayıs 1963 tarihlerinde Talat Aydemir ve arkadaşlarının başarısız darbe girişimlerinden sonra ülkedeki tüm ‘aşırı uçların törpülenmesi’ politikası uyarınca, 1963 yılında, Kürt milliyetçileriyle kişisel ilişkisi olan Hamewendi adlı Arap emlakçinin üzerinde adı bulunan Musa Anter’le ilişkide olan 23 Kürt, ‘Müstakil bir Kürdistan Devleti’ kurma yolunda faaliyette bulunmak suçuyla tutuklanmışlardı. Tutuklular 1964’te salındı, dava çok sonra sonuçlandı ancak ağır cezalandırma olmadı. Bu 23 kişi, Talat Aydemir ve ekibiyle aynı hapishaneye konulmuştu. İddialara göre darbeci subayların çoğu iyi eğitimli olduğu halde Kürt sorunu ile ilgili bilgili değillerdi, ancak Talat Aydemir, Kürtlerin ‘Ey Raqip’ adlı milli marşlarını söylerken koğuşa girmiş, marşı duyunca hazır ola geçmişti. SOL VE KÜRTLER • Musa Anter, Yaşar Kaya, Medet Serhat, Naci Kutlay, Kemal Burkay, Methi Zena, Tarık Ziya Ekinci ve Canip Yıldırım’ın başını çektiği bir grup Kürt aydını ise 13 Şubat 1961 tarihinde 12 sendikacı tarafından kurulan Türkiye İşçi Partisi’ne (TİP) katıldılar. Bu grubun oluşturduğu ‘Doğulular’ kanadının etkisiyle, TİP literatüründeki adıyla ‘Doğu Meselesi’ Türkiye’nin gündemine taşındı. İlk kez Genel Başkan Mehmet Ali Aybar’ın, 1963’te Gaziantep’te yapılan Genel Yönetim Kurulu’ndaki açış konuşması ile getirilen ‘Doğu Meselesi’ 1966’da Malatya Kongresi’nde parti kararlarına girdi. Buna paralel olarak yayın hayatında da Kürtlerin sesi duyulmaya başlamıştı. Ancak Medet Serhat’ın 1963’te çıkardığı Deng dergisi ancak üç sayı yayımlanabildi. 1966’da yayımlanan Roja Newe (Yeni Akış) ve Dicle-Fırat gibi dergiler de çok dayanamadı. Halbuki bunlar Kürtçe şiirlere ve radikal olmayan fikir yazılarına yer veriyorlardı. TİP çizgisine yakın Sosyal Adalet ve Ant, Milli Demokratik Devrim (MDD) çizgisindeki Türk Solu gibi dergilerde Kürt aydınları seslerini duyurmaya başlamışlardı. Mısır’daki Cemal Abdülnassır hareketinden esinlenen devrimci çizgideki Yön dergisinde Kürt Meselesi ‘Doğu Sorunu’ olarak dile getiriliyordu ama bu sorunun hallini ‘devrimin arkasına’ koyuyordu. Atatürk dönemi aydınlarından Ahmet Hamdi Başar’ın liberal eğilimli Barış Dünyası’nda da Kürtlerin kültürel haklarına yer veriliyordu. Yön’de yazan Dr. Sait Kırmızıtoprak’la Barış Dünyası’nda yazan Musa Anter arasındaki polemikler Kürtleri çok heyecanlandırıyordu. Kürt edebiyatının baş eseri Mem û Zin’in Mehmet Emin Bozarslan tarafından Latin alfabesiyle yeniden yayımlanması da bu dönemde oldu. DOĞU MİTİNGLERİ • ‘Doğu meselesi’ni kamuoyuna mal etmek için, T-KDP’li muhafazakârlarla ve TİP’li solcular elbirliği yaptılar ve 1967’de çeşitli il ve ilçelerde ‘Doğu Mitingleri’ düzenlendiler. Mitinglerde, Doğu’nun ihmal edilmişliği, jandarma ve polis baskısı, fırsat eşitliğinin olmayışı gibi konular işleniyordu. TİP’i pasif bularak ayrılan Kürt gençlerinin kurduğu Doğu Devrimci Kültür Ocakları (DDKO), ile Dev-Genç ve Fikir Kulüpleri Federasyonu (FKF) gibi Marksist örgütlerde sol söylemlerle Kürt milliyetçisi söylemler el ele gidiyordu. Bu oluşumlara, Kürt feodallerinin, ağalarının, Cumhuriyet döneminin sürgünlerinin çocukları da katılınca rejimin muhafızlarında alarm zilleri çalmaya başladı. TÜRKİYE KDP’Sİ • DP ve 27 Mayısçıların dışlayıcı politikalarının yarattığı hayal kırıklığı içinde yeni arayışlara giren dinsel-muhafazakâr eğilimli Kürtler ve küçük bir aydın grubu ise 1965’te Barzani’nin etkisiyle illegal olarak Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi’ni (T-KDP) kurdular. Partiyi kuranlar 1925’te Şeyh Said’in yardımcısı olan Liceli Fehmiye Bilal’ın etkisindeki kişilerdi. İlk başkan Faik Bucak’ın Urfa’da bir eşkıya tarafından öldürülmesi üzerine yerini Sait Elçi aldı. (Kürtler bu olayın arkasında Türk istihbaratının olduğunu düşündüler.) Partinin Kürt kimliğinin kabullenmesi ve kültürel haklarla yetinen ılımlı yapısı bazı Kürt aşiret reislerini etkilemişti. T-KDP legal siyasette, Kürt asıllı Yusuf Azizoğlu’nun içinde bulunduğu Yeni Türkiye Partisi’ni (YTP) destekliyordu. ‘BALYOZ HAREKATI’ • 12 Mart 1971’de askerlerimizin adet olduğu üzere siyasete müdahalesi gerçekleştiğinde T-KDP illegal olduğu için sadece üyelerinin yargılanması ile cezalandırıldı ama ‘Doğu Meselesi’ TİP’in sonunu getirdi. Mahkemenin TİP’i ‘oybirliği’ ile kapatan 20 Temmuz 1971 tarihli gerekçeli kararında, “okuryazar olan belki de olmayan fakat çevresinde geçen olaylar üzerinde ortalama bilgisi bulunan kişilerce, anayasal vatandaşlık haklarından anlayacağı, anayasada Kürt vatandaşlara tanınan hakların dışında kalan konulara ilişkin bir takım özlem ve istekler olabileceği” gibi ilginç bir endişe yer alıyordu. Kapatma kararından sonra TİP liderleri 15 yıla kadar değişen hapis cezalarına çarptırıldılar. Bir kez daha anlaşılmıştı ki, devletin en mutedil biçime de olsa Kürt meselesinin dile getirilmesine tahammülü yoktu! KÜRTLER RADİKALLEŞİYOR • TİP’in ve ardından DDKO’nun kapatılmasıyla siyasi taleplerini dile getirecek platformları kalmayan solcu Kürtler, ister istemez, muhafazakârlar gibi gözlerini Kuzey Irak’a çevirdiler. Zaten iki taraf arasındaki ilişkiler, kaçakçılık ve akraba ziyareti gibi nedenlerle aralıksız sürmüştü. Türkiyeli Kürtler 1971-1972’de Mustafa Barzani önderliğindeki Kürtlere şeker, lastik ayakkabı, çay ve elbise gibi eşya yardımında bulunuyorlar, karşılığında da ‘ideolojik takviye’ alıyorlardı. Bu durum devletin gözünden kaçmadı ve Şırnak ve Silopi yöresindeki DDKO’lu gençler Diyarbakır ve Siirt İlleri Sıkı Yönetim Mahkemelerinde, ‘Irak KDP’sinin (I-KDP) uzantısı T-KDP sanıkları’ olarak ağır cezalara çarptırıldılar. (Şerafettin Elçi de bunlardan biriydi.) 1973’te iktidara gelen CHP’li Bülent Ecevit seçim kampanyasında ‘Doğu’nun sorunlarını çözme’ sözü vermişti ama bir süre sonra bundan vazgeçti. Hem legal siyasi partilerden, hem ‘Türk solundan umudunu kesen Kürtler, 1974’te I-KDP’nin ve Barzani’nin Irak’taki ayrıcalıklı konumunu kaybetmesi üzerine sol ile milliyetçiliğin karışımı radikal bir söyleme kaydılar. Cezaevinden çıkan Mümtaz Kotan ve arkadaşları Rızgari dergisini Kemal Burkay ve arkadaşları Özgürlük Yolu dergisini çıkardılar. Ayrıca DDKD, KAWA, KIP, KUK gibi ona yakın örgüt ortaya çıktı. İleride ülkeye büyük bir fatura çıkaracak olan Partiya Karkerên Kürdistan (PKK) ise 1978 yılında kuruldu. Bu kesimler, 11 Eylül 1980 askeri darbesinde ilk tutuklananlar arasındaydı. Bir bölümü çok ağır cezalara çarptırıldı, bir bölümü çatışmalarda, faili meçhullerde öldürüldü. Diyarbakır Cezaevi’nde en ağır işkencelerle geçen yıllardan sonra artık, solculuk, sağcılık gibi siyasi kavramlar değil, ‘Kürtlük’ gibi etnik kavram ağırlık kazanmaya başlamıştı. Bunun ne anlama geldiğini 1984’ten itibaren ülkece anlayacaktık... Ek Kaynakça: Naci Kutlay, 21. Yüzyıla Girerken Kürtler, Peri Yayınları, 2002; Tarık Ziya Ekinci, Vatandaşlık Açısından Kürt Sorunu Ve Bir Çözüm Önerisi, Kuyerel Yayınları, 1997; Kemal Kirişçi&Gareth M. Winrow, Kürt Sorunu, Kökeni ve Gelişimi, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1997. DOĞU GRUBU’NUN ‘YAPILACAKLAR’ LİSTESİ • Rıdvan Akar ve Can Dündar, ‘Karaoğlan’ belgeselini hazırlarken, Bülent Ecevit’in kişisel arşivinde 27 Mayısçıların Kürt raporunu bulmuştu. DPT bünyesinde kurulan ‘Doğu Grubu’nun MAH (MİT) Genelkurmay, Emniyet gibi kurumlardan, bölgede çalışmış ve çalışmakta olan idareci ve siyasetçilerden elde ettiği bilgilerden oluşan bir raporda, ‘bölgenin, kendilerini Kürt sananlar lehindeki nüfus yapısını Türk lehine çevirmek için’ ‘kendini Kürt sananların’ Türklerin yoğun olduğu bölgelere iskanı, bölgede ‘kız ve erkek misyonerlerin yetiştirilmesi’, mahalli radyolarda Türkçe güfteli mahalli havaların çalınması ve propaganda uzmanlarının hazırladığı bölgesel programların yayınlanması, ‘kendini Kürt sananlara ırk bakımından, Türk siyasi düzeninin kendi menfaatleri bakımından en elverişli, en emin ve en çok imkân sağlayan düzen olduğunun telkin edilmesi’, ‘dünya entelektüel muhitine Türkiye’de bir Kürt meselesinin mevcut olmadığının anlatılması’, ‘bir Türkoloji Enstitüsü kurularak kendini Kürt sananların menşelerinin Türk olduğunun ispat olunarak yayınlanması’, ‘İslam Ansiklopedisi ile Rus alim ve politikacısı Minorski’nin kendini Kürt sananların İran kökenli olduğu yazısı ile Lozan’da delegelere kabul ettirilen, ‘kendilerini Kürt sananların dağlı Türkler olup, Turan kökenli oldukları tezlerinin derhal tashih’ edilmesi’ gibi her biri bir ‘fars’ konusu olacak öneriler vardı. (Ayrıntılı bilgi için: Can Dündar, ‘Tarihi bir arşivin kapıları ilk kez açılıyor”, http://www.candundar.com.tr/index.php?Did=5968) KÜRT CEMAL NASIL KEŞANLI ALİ OLDU • Yazımızı edebiyattaki ‘atraksiyonlarla’ bitirelim. Dersim Kürt isyanlarını anlatan Memo ve Cemo‘nun yazarı Kemal Bilbaşar bu romanlarda olan biteni bir güzel anlatır ama şöyle rahatça Kürt diyemez. Fakat edebiyattaki gizli sansürün en ilginç örneği 1960’lı yılların kült tiyatro eseri Keşanlı Ali Destanı‘dır. Hem yazarı Haldun Taner tiyatro yazarlığında hem de Türk epik tiyatrosunda çok önemli bir yere sahip olan bu eser, mekânı, konusu, karakterleri ve diliyle tam bir Kürt hikâyesi olduğu halde, gizli bir Türkleştirme operasyonuna uğramış ve seyircilerin karşısına Trakya’nın güzel kasabası Keşan’ın destanı olarak çıkmıştır. Gazeteci Mehmed Kemal (Kurşunlu), Mayıs 1982’de Cumhuriyet‘te yayımlanan “Türkiye’nin Kalbi Ankara” konulu yazı dizisinin bir bölümünde Kürt bağlantısını şöyle anlatır: “Kürt Cemali, Altındağ ve Atıfbey’de çok sevildiğinden tutuluyor, ağıtlar yakılıyor. O günlerin akşam gazeteleri Cemali’nin öldürülüşünü ballandıra ballandıra yazıyorlar. Öyle ki Haldun Taner’in dikkatini çekiyor. Bir gün Haldun Taner bana çıkageldi. Şu Kürt Cemali nerelerde geçti, aslı ne öğrenmek istiyorum’ dedi. Haldun’u Altındağ ve Atıfbey’in çocuğu Avukat Şefik Günder ve Atıfbeyli Tahsin Yaman’la tanıştırdık. Öğrendi, inceledi, bu olaydan Keşanlı Ali Destanı doğdu.” Mehmed Kemal’in açıklamalarından sonra gerçeği açıklamak zorunda kalan Haldun Taner ise 1984’te eserinin 4. basımına yazdığı Önsöz’de hikâyenin Altındağ kısmını doğruladıktan sonra şöyle diyor: “Konu ne kadar bizdense, oyunu üslubu da o kadar bizden olsun istiyordum.” Böylece Türkleştirme operasyonunun nedeni öğreniyoruz: Yazar hikâyenin bizden olmasını istemiştir. Bizden olması için de kırk yıllık Altındağlı Kürt Cemali’nin Keşanlı Ali’ye döndürülmesi gerekmiştir! KÜRT ÇEVRELERİNİ YAKLAŞIK 40 YILDIR MEŞGUL EDEN ‘İKİ SAİT OLAYI’ NEDİR • 3-10 Eylül 1962 tarihinde, CHP’nin Türkçü kanadından Avni Doğan, Dünya Gazetesi‘nde “Barzanlı Olayının Altındaki Büyük Tehlike” adlı yazı dizisinde dikkatleri Kürtlere çekiyor, “Irak, İran, Türkiye toprakları üzerinde Kürt hükümeti kurmak artık bir düşünce olmaktan çıkmış, tehlike halini almış” diyordu. Avni Doğan’ın bu yazılarına Dersim-Nazimiyeli Dr. Sait Kırmızıtoprak 14 Eylül 1962’de Yön dergisinde “Çanlar Kimin İçin Çalıyor?” başlıklı yazıyla cevap verdi. 49’lar Davası sanıklarından olan ve tıbbiyeyi tutuklu iken bitiren Dr. Sait yazıda, Kürt-Türk kardeşliğinin asimilasyon yoluyla değil, ulusların eşitliği temelinde gerçekleşmesini savunuyordu. O yıllarda CHP’yi ‘Atatürkçü-ilerici’, DP’yi ‘gerici-işbirlikçi’ olarak niteleyen Dr Sait, daha sonra TİP’in içinde, Milli Demokratik Devrimci (MDD) muhalefeti örgütlemiş ancak bir süre sonra, bir grup gençle birlikte Kürt (Kurmanci) dilini yerinde öğrenmek (Dersimli olduğu için Zazaca konuşuyordu) ve ‘mücadeleye katılmak’ için Ekim 1969’da Irak’a geçmişti. Altı ay kadar sonra Kürtler otonomiye kavuştular, bölgenin lideri Molla Mustafa Barzani Dr. Sait’in ‘solcu‘ olduğunu öğrenince soğuk davrandı, ama kendisine Zaho bölgesinde bir kamp yeri verdi. Oradaki bir barakayı hastaneye çevirerek kısa sürede halkın sevgisini kazanan Sait Kırmızıtoprak, Dr. Şivan adını ve doktor olarak popülaritesinin verdiği cesaretle Tde-KDP adıyla kendi partisini kurdu. Dr. Şivan’ın ana tezi, Kürt milliyetçiliğinin esas enerjisini ABD emperyalizmine değil, Türk milliyetçiliğine mücadeleye hasretmesi gerekliliğiydi. Yani sol söylemden radikal bir kopuş ve pragmatik bir yöneliş söz konusuydu. Parti bir süre sonra I-KDP tabanına yöneldi. Aynı zamanda Barzani’nin adını kullanarak Türkiye’de de örgütlenme çalışmasına başladı. Bu cüretkâr tutum, hem T-KDP’yi hem de Barzani’yi rahatsız etti. SAİT ELÇİ IRAK’A GİDİYOR • Hal böyleyken, Türkiye’de 12 Mart 1971 darbesi oldu, kovuşturmadan kaçan T-KDP lideri Sait Elçi, Irak’a gitti. Bir süre sonra Elçi’nin cesedi bulundu. Öldürenin Dr. Şivan olduğu söylendi. Olaydan iki ay sonra, T-KDP’nin isteğiyle Molla Barzani‘nin adamları Dr. Şivan’ı ve iki adamını tutukladılar ve zindana koydular. İddialara göre burada zincire bağlı şekilde dört ay tutulan Dr. Şivan’ın, yargılanma, Barzani’yle görüşme ve ailesiyle görüşme talepleri reddedildi ve 26 Kasım 1971’de iki adamıyla kurşuna dizilerek öldürüldü. O günden beri, ‘İki Sait Olayı’ ya da ‘Saitler Olayı’ adıyla anılan bu olay Kürt çevrelerini çok meşgul etti. Herkesin bir fikri vardı ama olayın üstündeki sır perdesi hâlâ kalkmadı. Bazı kişiler Sait Elçi’yi Türk istihbaratının öldürdüğünü söylediler. Çünkü Sait Elçi önemli bir Kürt lideriydi ve Elçi’nin öldürülmesinin T-KDP ve Barzani tarafından Dr. Şivan’a yıkılması sonucu her iki Sait’ten de kurtulmak mümkün olmuştu. Bunun bir versiyonu da, Kerkük meselesi yüzünden birbirine ihtiyacı olan Irak istihbaratı (başında İlyas Barzani vardı) ile Türk istihbaratının karşılıklı olarak birbirine ‘jest’ yaptığıydı. Saitlerin öldürülmesi Türkiye’yi, bunun karşılığında Kerkük olaylarında elinin serbest bırakılması Barzani’nin işine gelmişti. Bazı kişilere göre, olay tamamen Barzani’nin siyasi komplosuydu, çünkü iki Sait de ilerde Barzani’nin rakibi olabilirdi. Bazı çevrelere göre ise cinayeti hırslı ve pragmatik bir kişiliği olan Dr. Şivan işlemişti. Çünkü Barzani Mardin, Hakkari, Siirt’te örgütlenme işini Elçi’nin T-KDP’sine bırakmıştı. Bu da Dr. Şivan’ı kızdırmıştı. Siyasi idam hükmü anlamına gelen bu karara boyun eğmek yerine Sait Elçi’yi öldürmüştü (veya bu işi yapması için Barzani tarafından kışkırtılmıştı), sonunda da hak ettiğini bulmuştu. Görüldüğü gibi, senaryoların sonu yok. Ancak hepsinde Barzani’nin olumsuz bir rolle yer aldığı görülüyor. Bu durum, bize bugün de Barzani-Talabani ilişkisinde olduğu gibi ideolojik olmaktan ziyade, yapısal sorunların Kürt siyasetini hegemonyası altına aldığını düşündürüyor. Barzani’nin ‘aşiret reisi’ diye küçümsenmesi ile Talabani’nin ‘modern’ kimliğinin öne çıkarılması bunun bir tezahürü olsa gerek. (Farklı yorumlara örnek olarak: Hüseyin Akar, Dr. Şivan ve Barzani Kürt Liderliği, Ankara 2006 ve Sait Aydoğmuş, ‘Yakın Tarihimizde İki Sait Olayı’, www.kurdinfo.com/portre/s_aydogmus_Saitler_olayi.pdf) YARIN • PKK Süleyman Demirel’in dediği gibi 29. Kürt İsyanı mı? |
KurdTime : Saturday, October 25, 2008 0 Yorum
Etiketler : Tarih
Diyarbakır'da ilkokul öğrencileri tutuklandı
Diyarbakır'da yaşanan gösteriler sonrasında gözaltına alınan 5'i ilköğretim okulu öğrencisi olmak üzere 6 çocuk, 'örgüt üyesi olmak' ve 'örgüt adına suç işlemek' iddiasıyla tutuklandı. Malazgirt Newroz Tertip Komitesi üyelerine hapis cezası İHD Gebze Cezaevi'nde kadın tutuklulara yönelik saldırıyı kınadı Kadın tutuklulara bu kez de asker hakareti |
KurdTime : Saturday, October 25, 2008 0 Yorum
İşkence sonucu 'öldü' denilerek çöpe atılan Mehmet Tunç tutuklandı
Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan'a yönelik fiziki saldırıyı kınamak için 20 Ekim'de Mardin'in Nusaybin İlçesi'nde yapılan gösteriler sırasında evinin sokağında polisler tarafından gözaltına alınarak, işkenceye maruz kaldığı ve 'öldü' denilerek çöpe atılan Mehmet Tunç, 'Yasadışı örgüt adına izinsiz gösteri yapmak' iddiasıyla tutuklandı. Anne Habibe Tunç, oğlunun belinin kırık olduğunu belirterek, olayı yargıya taşımaya hazırlandıklarını ifade etti. İnfaz edilen Murat Tekdal için oturma eylemi |
KurdTime : Saturday, October 25, 2008 0 Yorum
Etiketler : İşkence
Zana, Roma'dan fahri hemşehrilik beratını aldı
DEP'in eski Diyarbakır Milletvekili Leyla Zana, 1994 yılında İtalya'nın Roma Belediyesi tarafından kendisine verilen fahri hemşehrilik beratını 14 yıl sonra aldı. Kürt kadınları Mitterand ile görüştü |
KurdTime : Saturday, October 25, 2008 0 Yorum
Etiketler : Kadın
Bir haftada 92 tutuklama
KurdTime : Saturday, October 25, 2008 0 Yorum
Etiketler : Polis
Erdoğan’a Dersim’de protestolu karşılama
KurdTime : Saturday, October 25, 2008 0 Yorum
Etiketler : Kurdistan
BAŞKAN BARZANİ YURDA DÖNDÜ...
KurdTime : Saturday, October 25, 2008 0 Yorum
Etiketler : İran