Thursday, October 23, 2008

4 - Osmanlı’dan bugüne Kürtler ve Devlet

23trfs16general-alpdogan Devletin isyanları önleme reçetesi

"Ağrı Dağı tepelerinde tayyarelerimiz şakiler üzerine çok şiddetli bombardıman ediyorlar. Ağrı Dağı daimi olarak infilak ve ateş içinde inlemektedir. Türk’ün demir kartalları asilerin hesabını temizlemektedir. Zilan Deresi ağzına kadar ceset dolmuştur”

(16 Temmuz 1930, Cumhuriyet )

Devletin isyanları önleme reçetesi ‘İkinci Adam’ İsmet İnönü şöyle demişti: “Kürtler Ermeni tehlikesini biliyorlardı. Milli Mücadele'nin devamınca canla başla beraberlik gösterdiler. Lozan Muahedesi yapılırken de Kürtler vatansever olarak Türklerle beraber bulunmuşlardır. Biz Lozan'da milli davamızı 'Biz Türkler ve Kürtler' diye bir millet olarak müdafaa ettik ve kabul ettirdik. Şeyh Sait İsyanı Kürtlerin bu umumi tutumundan ayrılan bir sapmadır." ( “Anılar”, Ulus, 31 Mart 1969.) Anlaşılan İnönü, Genelkurmay Harb Tarihi Başkanlığı tarafından 1972 yılında yayımlanan Türkiye Cumhuriyeti’nde Ayaklanmalar (1924-1938) adlı eserdeki saptamaları pek ciddiye almıyordu. Çünkü bu kitaba bakılırsa söz konusu dönemde, Türkiye’de 17’si doğuda yaşanan 18 ayaklanma yaşanmıştı. Genelkurmay’ın bu olayları nitelerken kullandığı ‘harekat’, ‘tedip’ (terbiye etme) ve ‘tenkil’ (cezalandırma) gibi terimlere bakılırsa, bunların bir kısmı ‘isyan’ ya da ‘ayaklanma’ değildi ama, hakikaten de, İnönü’nün sözü ettiği ‘isyan’, Türkiye’nin siyasi tarihinde önemli bir dönüm noktasına işaret ediyordu.

ŞEYH SAİD İSYANI • 13 Şubat 1925’de varlıklı ve eğitimli Nakşibendi (Zaza) Şeyhi Said’in, Bingöl'ün (o zamanki adıyla Çapakçur'un) Ergani ilçesinin Eğil bucağına bağlı Piran köyündeki evine sığınan bir grup asker kaçağını almak üzere gelen jandarma birliğine ateş açılmasıyla başlayan isyan, gerek isyancıların halktan bekledikleri desteği alamaması, gerekse devletin 20 bin kişilik orduyla, isyancıların üzerine gitmesi sayesinde iki ay gibi kısa sürede bastırılmıştı. Şeyh Said ve yanındakiler, 14 nisanda, Ankara’nın isyanın planlayıcısı Azadi örgütündeki casusu olan Cibranlı Binbaşı Kasım Bey tarafından yakalanarak hükümete teslim edilmiş, Azadi (Özgürlük) örgütü liderleri Cibranlı Halit Bey, Yusuf Ziya Bey ve üç akrabası 14 Nisan 1925’te Bitlis’te kurşuna dizilirken, Şeyh Said ve 47 adamı, 29 Haziran 1925’te, Diyarbakır’da halkın da katılımı ile idam edilmişti. (Yusuf Ziya Bey 1924 Ekim ayında Beytüşşebap Ayaklanması ile ilgisi bulunduğu gerekçesi ile tutuklanmıştı.)

ÇARESİ SÜRGÜN • Türk Hükümeti, Musul sorunun Milletler Cemiyeti gündeminde olduğu bir sırada çıkan ayaklanma, Musul’u almak için ‘Türk-Kürt etle tırnak gibidir’ tezine zarar vereceği için, ayaklanmayı dışarı karşı olduğundan küçük, içeri karşı olduğundan büyük gösterecekti. Hükümetin olayı iç muhalefeti bastırmak için kullandığı açıktı. Çünkü 13 ilde sıkıyönetim ilan edilmiş, ardından 1920 tarihli Hiyanet-i Vataniye Kanunu’nda değişiklik yapılarak dini esaslı cemiyet kurmak ve dini siyasete alet etmek vatana ihanet kapsamına alınmıştı. ‘Pasif’ bulunan Ali Fethi (Okyar) Bey hükümeti düşürülmüş ve yerine ‘şahin’ İsmet Paşa hükümeti kurulmuştu. 4 Mart 1925’te, ülkedeki tüm özgürlükleri rafa kaldırmaya olanak veren Takrir-i Sükun Kanunu çıkarıldıktan sonra isyancıları yargılayacak Şark İstiklâl Mahkemeleri kurulmuş İstanbul ve Anadolu’daki İslamcı, muhafazakâr ve solcu gazeteler de kapatıldıktan sonra 20 bin askerin katıldığı ‘tenkil’ harekatı başlamıştı. ‘Tenkil’ harekatı sırasında 15-20 bin isyancı öldürülmüş, yüzlerce köy yakılmıştı. İsyan bölgesindeki İstiklal Mahkemelerinin görev yaptığı Mart 1927’ye kadar 5.110 kişi yargılanmış, 420 idam, 1911 hapis cezası verilmişti. 17 Kasım 1924’te Mustafa Kemal’in muhaliflerinin kurduğu Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, isyanla ilişkilendirilerek 3 Haziran 1925’te kapatılmıştı. (Mete Tunçay, Türkiye Cumhuriyeti’nde Tek Parti Yönetimi, Tarih Vakfı Yayınları, 2005, s. 134-155 ve Ergun Aybars, İstiklâl Mahkemeleri 1923-1927, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, 1982, s. 125.)

AĞRI’NIN TEDAVİSİ ZİLAN DERESİ • İsyanın ardından ilan edilen 1925 Şark Islahat Planı uyarınca Cemilpaşazadeler, Bedirhaniler gibi bölgenin aristokratları, Saidi Nursi gibi dinsel liderleri sürgüne gönderildi. 1927’de ‘Bazı Şahısların Şark Mıntıkalarından Garp Vilayetlerine Nakline Dair Kanun’la sürgünün çapı daha da genişletildi. Aynı yıl, eski Kürdistan Teali Cemiyeti’nin üyeleri, Şeyh Sait’in, Bedirhan Bey ve Cemil Paşa’nın çocukları, Ermeni Taşnak Komitesi’nin üyeleri, birbiriyle didişen aşiret reisleri gibi karışık bir grup, Lübnan’da Xoybun (Bağımsızlık) adlı bir örgüt kurdular. Böylece şehirli ve kırsal kökenli grupların veya bir zamanlar fail ve mağdur olarak karşı karşıya gelen Kürtlerin ve Ermenilerin zoraki evliliği ortaya çıktı. Xoybun (Hoybun) 1926-1930 arasında Yezidi, Sünni ve Alevi Kürt aşiretlerinden oluşan Celali Konfederasyonu’nun Ağrı Dağı’na sığınmasıyla başlayan olaylara damgasını vuracaktı. Çeşitli dönemlerde İran, Irak ve Suriye’ye kaçmış olan Kürt aydınları, aristokratları, aşiret beyleri Ağrı’ya gelmişler, bunlara İran’daki Şikan aşireti de katılmış, eski bir Osmanlı askeri olan İhsan Nuri’nin yönetiminde dağda ‘Ağrı Cumhuriyeti’ diye bir yönetim kurup, Milletler Cemiyeti’ne bile başvurmuşlardı. Cumhuriyetin yeşil, sarı kırmızı bantların üstünde Ağrı Dağı motifli bir bayrağı bile vardı. (Naci Kutlay, “Cumhuriyet ve Kürtler”, Toplumsal Tarih, S. 160, Nisan 2007, s. 27-28) Hükümet, isyancıları vazgeçirmek için 1928 yılında bir af çıkardı. İlginçtir, Erzurum Kongresi’ni düzenleyen VMHC’nin kurucularından Kürt kökenli Süleyman Nazif affa karşı çıktığı gibi “vaaz ve nasihat veya re’fet ve şefkat zamanı çoktan geçti, eline silah almış olan her asinin eli başıyla birlikte kesilmelidir” demişti. (Mehmet Bayrak, Kürdoloji Belgeleri II, Öz-Ge Yayınları, 2004, s. 291-292.) Bir süre sonra Nazif’in yöntemleri uygulandı, çünkü isyancılar dağdan inmişler ama İran’da yeniden örgütlenmeye başlamışlardı. Alınan tedbirler hakkında bir fikir vermesi için 16 Temmuz 1930 tarihli Cumhuriyet gazetesinden okuyalım: "Ağrı Dağı tepelerinde kovuklara iltica eden 1500 kadar şaki kalmıştır. Tayyarelerimiz şakiler üzerine çok şiddetli bombardıman ediyorlar. Ağrı Dağı daimi olarak infilak ve ateş içinde inlemektedir. Türkün demir kartalları asilerin hesabını temizlemektedir. Eşkıyaya iltica eden köyler tamamen yakılmaktadır. Zilan harekatında imha edilenlerin sayısı 15 bin kadardır. Zilan Deresi ağzına kadar ceset dolmuştur (.) Bu hafta içinde Ağrı Dağı tenkil harekatına başlanacaktır. Kumandan Salih Paşa bizzat Ağrı'da tarama harekatına başlayacaktır. Bundan kurtulma imkanı tasavvur edilemez." Zilan Deresi cesetlerle dolunca İsmet Paşa noktayı koydu: “Bu ülkede sadece Türk ulusu etnik ve ırksal haklar talep etme hakkına sahiptir. Başka hiç kimsenin böyle bir hakkı yoktur” (Milliyet, 31 Ağustos 1930) Ödemiş'te bir konuşma yapan Adalet Bakanı Mahmut Esat (Bozkurt) ise lafı gevelemeyecekti: “Biz Türkiye denen dünyanın en hür ülkesinde yaşıyoruz. Mebusunuz inançlarından samimiyetle bahsetmek için buradan daha müsait bir ortam bulamazdı. Onun için hislerimi saklamayacağım. Türk bu ülkenin yegâne efendisi, yegâne sahibidir. Saf Türk soyundan olmayanların bu memlekette tek hakları vardır; hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı. Dost ve düşman, hatta dağlar bu hakikati böyle bilsinler!” (Milliyet, 19 Eylül 1930) 1933’te, Cumhuriyet’in 10. Yılı şerefine çıkarılan genel aftan, 1923’te Lozan Barış Antlaşması kapsamında yurt dışına sürülen 150’likler affedilip Türkiye’ye dönmelerine izin verilirken, sürgündeki Kürtlere bu hak tanınmamıştı. (Bayrak, s. 294)

DERSİM’İN TERBİYESİ ZOR • Mülkiye Müfettişi Hamdi Bey, Şubat 1926’da hükümete sunduğu raporda, “Dersim, Cumhuriyet hükümeti için bir çıban başıdır. Bu çıban üzerinde kesin bir ameliye yapmak ve elim ihtimalleri önlemek, memleket selameti için mutlaka lazımdır” demişti. 1931’de Birinci Umumi Müfettişi İbrahim Tali (Öngören) yöntemi açıkladı: “A. Bütün Dersim’in hariçle münasebetini kat ederek (keserek) bu yüzden taarruzlarına ve ticaretlerine mani olmak, aç kalacak halkı zamanla kendiliğinden ilticaya icbar etmek (zorlamak) ve şu suretle Dersim’i fenalardan tahliye. B. Her tarafı esaslı surette kapadıktan sonra ihata çenberini tedricen darlaştırmak ve fenalıklardan dolayı yakalananları derhal Dersimden çıkarak Garba atmak ve serpiştirmek.” Erkanı Harbiye Reisi’ne verilen raporda ise açık konuşulmuştu: “Dersimli okşanmakla kazanılmaz. Müsellah kuvvenin (silahlı kuvvetlerin) müdahalesi Dersimliye daha çok tesir yapar ve ıslahın esasını teşkil eder. Dersim evvela koloni gibi nazarı itibara alınmalı. Türk camiası içinde Kürtlük eritilmeli, ondan sonra ve tedricen öz Türk hukukuna mazhar kılınmalıdır.” (Dersim, Jandarma Genel Komutanlığı’nın Raporu, Kaynak Yayınları, 1998, s. 174 ve 184.) Geçmiş tecrübelere bakarak devletin bu tavsiyeleri dinleyip dinlemediğini tahmin etmek zor değil ancak bu konuya, önümüzdeki haftalarda, 3 Ağustos 2008 tarihli ‘Kürtleri imha etmek fikri kime aitti?’ başlıklı yazımı tekzip eden Sayın Nilüfer Bayar Gürsoy’un mektubuna cevap verirken değineceğim. Şeyh Said İsyanı’nın mahiyeti neydi? 13 Şubat 1925’te jandarma kışkırtması ile patlak veren isyana adını veren varlıklı ve eğitimli Nakşibendi Zaza Şeyhi Said Hilafetin kaldırılmasına tepki gösteriyor, II. Abdülhamid'in en büyük oğlu olan ve o sıralar Beyrut'ta yaşayan Mehmed Selim Efendi'yi başa geçirerek Saltanat ve Hilafet'i yeniden kurmak istediğini söylüyordu. Ancak isyanın arkasındaki Azadi örgütü Abdülhamit’in Hamidiye Alayları’nda görev yapmış milliyetçi subayların kurduğu seküler bir örgüttü. Öte yandan, olaya ‘irticai’ damgasının hükümetin işi olduğu Bakanlar Kurulunun 3 Mayıs 1341/1925 tarihli kararnamesindeki şu ifadeler gösteriyor: "Yüce Genel Kurmay Başkanlığından gelen 30 Nisan 1341 tarih ve 1835/2270 numaralı tezkerede, son isyan ve irticâ olayının basınımızda ve özellikle İstanbul basınının büyük bir kısmında genel bir Kürt ayaklanması şeklinde gösterilmesi, iç ve dış düşmanlarca propaganda zemini ittihaz edilmekte olduğundan ve esasen sınırlı bir sahada çeşitli emeller ve iğfalât (aldatmalar) neticesi oluşan olayın büyütülmesi uygun olmadığından, isyanın ayrımcılıktan ziyade irticâî cehalet ve aldatma neticesi zemininde yayın yapılması için gereğinin yerine getirilmesi teklif olunmuştur...irticâi görünümü olduğu tespit ve malum olan hadisenin, basında Kürt meselesi şeklinde inhisar ettirilmesi gerçeğe mutabık olmadığı kadar siyaseten de sakıncalı olduğundan, keyfiyetin bu açıdan yayınlanması için Dışişleri Bakanlığına tevdiî münasib görülmüştür."

YABANCI PARMAĞI VAR MIYDI? • Resmi tarihin daha sonraki yıllarda olaya kattığı ikinci ‘sos’, bu ‘irticai’ kalkışmanın iç dinamiklerle değil dış ‘mihraklarla’ ilişkisi olduğudur. Peki bu doğru mudur? Önce, İsmet İnönü’yü dinleyelim: “Şeyh Said İsyanını doğrudan doğruya İngilizlerin hazırladığı veya meydana çıkardığı hakkında kesin deliller bulunamamıştır. Fakat, bundan şüphe edilmiş ve gerekli tahkikat yapılmıştır. Çünkü, İngilizlerin Musul Hareketi esnasında ve daha sonra Nesturi ayaklanmasında olduğu gibi, hudutlarda ve dışarıda propagandayla, münasebetlerle Şeyh Sait İsyanı’nın patlamasına zahiren yardımcı oldukları intibaı mevcuttu.” (İnönü, Hatıralar, Cilt I, I, s. 202) Gerçekten de, Azadi örgütü, Ermenilerden İngilizlere, Ruslardan Fransızlara kadar herkesten yardım almaya çalışmıştır. Dönemin tanıklarından Hesen Hişyar Serdî'nin anılarında dış destek arayışı ile ilgili çabalardan şöyle anlatılır: "… bazı üyeler, 'Suriye üzerinde Fransa ile ilişkiler kurmak gerektiğini,' önerdi. Bazıları ise, 'Biz Irak üzerinden İngilizlerle ilişki kuralım,' dedi. İçlerinden iki üye de, 'Sovyetler bize komşu ülkedir, onunla ilişkiye geçelim,' görüşünü ileri sürdü. Bu öneriyi ezici bir çoğunluk, 'Sovyetler dinsiz bir ülkedir. Bizim onlardan hiçbir beklentimiz olamaz,' diye bağırarak tepki ile karşıladı. Toplantıda Şeyh Sait bağdaş kurup oturmuş vaziyette sessizce dinliyordu. Tepkiler karşısında sessizliğini bozarak, 'Kimisi Fransa kimisi İngiltere dedi, hiç kimse de kızmadı. Ne zaman ki Rusya'nın bahsi geçti çoğunluk yerinden tepki ile sıçradı. Biz siyasi bir dost ve bizi destekleyecek birini arıyoruz. Sizin devletlerin dini ile ne alakanız olacak ki?" (Hesen Hişyar Serdî, Görüş ve Anılarım, Med Yayınları, İstanbul 1994, s. 194.)

EMNİYETİN TUZAĞI MI? • Metin Toker Şeyh Said ve İsyanı adlı kitabında İstanbul Emniyeti’nin, Nizamettin Bey adlı bir zabıta görevlisine İngiltere Hariciye Nezareti” görevlisi Mr. Templeton süsü vererek, 1924’ten 1925 Mart ayına kadar Kürdistan Teali Cemiyeti Başkanı Seyit Abdülkadir’in yakını Palulu ‘Kör’ Said’le defalarca görüştürdükleri, ancak Seyit Abdülkadir Bey’in, Mr. Templeton’un getirdiği 80 bin liralık şahsi çeki kabul etmediği, ayrıca önceden kararlaştırılan anlaşma metnini imzalamadığını anlatır. (s. 131) İngiliz arşivlerine dayanarak doktora çalışması yapan İhsan Şerif Kaymaz’a göre ise İngiliz rolüne ilişkin somut kanıt yoktur ancak Britanya Hükümeti’nin parmağı yoksa bile, Britanya’nın bölgedeki istihbarat görevlisi Dobbs’un işin içinde olması muhtemeldir. Çünkü Dobbs, isyan günlerinde alışılmadık bir suskunluk içerisindedir. Kaymaz haklı olarak, her zaman belgelerin değil, bazen suskunlukların da açıklayıcı olabileceğini düşünmektedir. (İ. Şerif Kaymaz, Musul Sorunu, Otopsi Yayınları, 2003, s. 468-495) Peki, isyan Musul sorununda kendisine yaramış olsa da, büyük bir Müslüman nüfusa sahip Britanya İmparatorluğu’nun Halifeliği geri getirmek isteyen bir ‘mürteci’ye destek vermesi mantıklı mıdır? Musul petrollerini kontrolüne almak isteyen Britanya’nın Sovyet yayılmacılığına karşı tampon olarak güçlü bir Türkiye’den yana olması gerekmez miydi soruları ortadadır. Dolayısıyla isyancıların İngiliz desteğini aramış olması, İngilizlerin destek verdiğinin kanıtı olamaz diyenler de haklıdır. ULUSAL MI? • Peki, isyanın gerçek mahiyeti neydi? O yıllarda ne üretim biçimi ve ilişkileri ne de bunların üzerinde yükselen üst yapı kurumları ‘ulusal’ nitelikte bir ayaklanmaya müsait değildi. Ancak ayaklanmayı planlayanlar ‘ulusal’ uyanış içinde olan kimselerdi. Buna karşılık halkı harekete geçiren söylemler dinseldi. Yine de ayaklanmaya katılım sınırlı kaldı çünkü, Zaza olmayan Kürtler, Zaza olup Alevi mezhebine dahil olanlar, Sünni olup Nakşibendi olmayanlar ayaklanmayı desteklememişti. Yani, ortada ‘ulusal’ bir bilinç yoktu. Şeyh Said İsyanı davasını gören Şark İstiklal Mahkemesi reisi Mazhar Müfit Bey ise şöyle demişti: “Kiminiz hasis şahsi menfaatlerinize bir zümreyi âlet, kiminiz ecnebi kışkırtması ve siyasî hırslarını rehber ederek, hepiniz bir noktaya, yani Müstakil Kürdistan teşkiline doğru yürüdünüz.” (B. Cemal, Şeyh Said İsyanı, s. 113’ten aktaran Mete Tunçay, Türkiye Cumhuriyeti’nde Tek Parti Yönetimi, Tarih Vakfı Yayınları, 2005, s. 137.)

RIZA NUR İLE ZİYA GÖKALP NE KONUŞTU • 1921 Mayısı'nın son günleriydi. Samsun'dan yola çıkan yaylı bir arabada, iki önemli adam, Ankara'ya doğru ilerliyordu. Birisi, Rıza Nur'du, diğeri ise Malta'daki bir buçuk yıllık sürgün hayatından henüz yeni dönmüş olan Ziya Gökalp. Rıza Nur, yıllar sonra, yol arkadaşının vasıflarını överken suskunluğundan şöyle yakınacaktı: ‘Ziya, İttihatçılar'ın içinde yegane bir düşünür kafa ve âlim adamdı. Memleket ondan istifade etmeli. Vakıa on yıl muhasım (karşıt) saflarda bulunduk. Ama vatan işi başka. Kıymetli adamları iş başına koymalı. Yalnız pek az konuşuyor. Siz sormazsanız, hep somurtuyor. Laf ağzından damla damla çıkıyor. Yaylılarla beraber Ankara'ya gidiyoruz.’

İLMİ TETKİKLER • Gökalp'in sözünü ettiği konulardan biri, yeni Türkiye'nin sosyolojik yapısıydı. Gökalp, savaş sonrasında Kürtler hakkında nasıl bir politika izlenmesi gerektiği sorusunu şimdiden araştırmak gerektiğini düşünüyordu. Rıza Nur'a bu amaçla bir "İlmi Araştırma Enstitüsü" kurmak gerektiğinden söz etti. Az ama öz konuşuyordu. Ankara'ya varmalarından bir süre sonra, Rıza Nur, Sıhhat ve İçtimai Muavenet Vekili (yani Sağlık Bakanı) oldu. Ziya Gökalp'e ise, Maarif Vekaleti (Milli Eğitim Bakanlığı) içinde alt düzey bir görev verildi. Bu görevde fazla kalmayarak, sonbaharda memleketi olan Diyarbakır'a gitti. Kısa bir süre sonra Rıza Nur, "memleket ondan istifade etmeli" düşüncesiyle, Gökalp'e bir mektup yazdı ve doğudaki Kürt aşiretleri hakkında bir araştırma yapmasını rica etti. Rıza Nur, sonradan bunu şöyle anlatacaktı: "Sıhhiye vekili iken, isyanın da o vakit bu vekalete ait olmasından istifade ederek, Ziya Gökalp'e Kürtler'i tetkik ettirdim. Maksadım, bu gibi malumatı toplayıp vaziyeti ilmi, iktisadi bir surette öğrendikten sonra, Kürtlere Türk olduklarını anlatmak için teşkilat yapıp faaliyete geçecektim. Bugün Kürt denilen bu adamların çoğunun Türk olduğunu bilirim. Yalnız onlara bunu bildirmek, öğretmek lazımdı." Gökalp “Kürt Aşiretleri Hakkında Tetkikler” başlıklı araştırmasını yaptı ve Ankara Hükümeti’ne sundu. Bir sosyolog olarak konunun öneminin bilincinde olan Gökalp, 1924'teki erken ölümüne dek çeşitli dergilerde Kürtler'i ele alan, Türklerle Kürtlerin kaynaşmışlığını ve ayrılmazlığını anlatan önemli makaleler kaleme aldı.

MODERNLEŞME FARKI • Gökalp, Türklerle Kürtler arasındaki temel farkı şöyle tarif ediyordu: "Türkler şehir medeniyetine daha istidatlı olduklarından şehirler Türklük merkezi halini almakla beraber, oralara gelen Kürtleri de Türkleştirmektedir. Köylerde ve çadırlarda yaşayan Türkmenler ise, sahra medeniyetinde daha kuvvetli bulunan Kürtlüğe temessül etmektedirler." Bu durumda, Kürtleri hem Türklerle kaynaştırmak hem de modernleştirmek için yapılması gereken, onları göçebe ve dağlık yaşamdan yerleşik şehir yaşamına geçirmekti. Bu nedenle Gökalp, raporunda dağlık bölgelerde yaşayan Kürtlerin ovalara indirilmesini ve orada arazi sahibi kılınmalarını savunmuştu. Ancak bunlar yapılırken Kürtler ve Türkler arasında kardeşlik korunmalı, bunun için de ortak inançlar, değerler ve tarihsel birliktelik vurgulanmalıydı.

OKUNMAYAN RAPORLAR • Gökalp'in çalışması, dört kopya olarak çoğaltıldı. Birisi doğrudan Mustafa Kemal Paşa'ya gönderildi. Paşa raporu çok takdir etti. Hükümet, Gökalp'ten, araştırmayı genişletmesini istedi. Ancak hastaydı ve kendisine yardım edecek kimse de yoktu. Bu nedenle çalışma barış zamanına ertelendi. Fakat barıştan sonra da fazla yaşayamadı. Kürt konusundaki araştırmalarına devam edemedi, çok istediği “Türkiye içtimaiyatı” incelemelerini yapamadı, yoksulluk içinde vefat etti. İleriki yıllarda, Ziya Gökalp’in değil Rıza Nur’un çizgisi egemen oldu. Zaten, Şevket Süreyya Aydemir'e göre Mustafa Kemal de, genel olarak, Ziya Gökalp’e “fazla bir meyil göstermemişti!”(Mustafa Akyol, Kürt sorunun yeniden düşünmek: Yanlış giden neydi? Bundan sonra nereye?, Doğan Kitap, 2006’dan kısaltılarak aktarılmıştır.) Ziya Gökalp'in raporunu, Mülkiye Müfettişi Hamdi Bey'in İçişleri Bakanlığı'na raporu (1926), Diyarbakır Valisi Cemal Bardakçı'nın raporu (1926), Umumi Müfettiş İbrahim Tali Öngören'in raporu (1931), Dahiliye Vekili Şükrü Kaya’nın raporu (1931), Korgeneral Ömer Halis Bıyıktay'ın raporu (1931), İçişleri Bakanı Şükrü Kaya'nın raporu (1931), Başbakan İsmet İnönü'nün raporu (1935), Umumi müfettiş Abidin Özmen'in ‘Şark Meselesi’ raporu (1936), İktisat Vekili Celal Bayar'ın ‘Şark Raporu’ (1936), eski Vali ve Mülkiye Müfettişi Ahmet Hasip Koylan’ın raporu (1939 ?), Maliye müfettişi Burhan Ulutan'ın raporu (1947), 27 Mayısçıların raporu (1961) izledi. YARIN • ‘Çok partili’ dönemde Kürtler için ne değişti?

3 - Osmanlı’dan bugüne Kürtler ve Devlet

22trfs16lozan_konferansi Kürtlere özerklik sözü verildi mi?

Yıllardır bazı Kürt çevreleri, Mustafa Kemal’in, Kürtleri Milli Mücadele’ye kazanmak için özerklik vaadinde bulunduğunu ancak daha sonra bundan caydığını iddia ederler. Son olarak insan haklarının gözüpek savunucusu avukat Eren Keskin bu iddiayı tekrarladığı için yargılanıyor. Üstelik Keskin’i yargılayan mahkemenin atadığı ‘bilirkişi heyeti’ (ki konuyla ilişkisi olan uzmanlar değiller) Mustafa Kemal’in böyle bir vaadi olmadığına dair rapor yazarak, Keskin’i mahkûm etmenin ilk adımını atmış durumdalar. Peki, Kürtler ve Eren Keskin haklı mıdır? Gelin birlikte karar verelim.
AMASYA PROTOKOLÜ • Özerklik vaadine değinen belgelerden bildiğimiz kadarıyla ilki (çünkü henüz gün ışığına çıkmamış pek çok belge var) Sivas Kongresi’nden hemen sonra hazırlanan Amasya Protokolleri (Buluşması, Mülakatı) diye bilinen siyasi metindir. Sıklıkla 22 Haziran 1919 tarihli Amasya Tamimi (Genelgesi, Kararları) ile karıştırılan bu belge, İstanbul ile Milli Mücadele kadrolarının bir uzlaşma girişiminin sonucu olarak 20-23 Ekim 1919 tarihlerinde hazırlanmıştı. 4-11 Eylül 1919 tarihleri arasında toplanan Sivas Kongresi’nden hemen sonra Mustafa Kemal, İstanbul hükümetinin Anadolu ile irtibatını kesmek için, Milli Mücadele’yi destekleyen posta-telgraf müdürlerini örgütlemiş, uygulanan haberleşme ambargosu sonunda işbirlikçi Damat Ferit Paşa hükümeti düşürülmüş, Kuva-yı Millicilere sempati ile bakan Ali Rıza Paşa yeni kabineyi kurmakla görevlendirilmişti. İlişkilerin normale dönmesini takiben İstanbul adına Bahriye Nazırı Salih Paşa ve padişahın başyaveri Naci (Eldeniz) Paşa ile Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti adına Mustafa Kemal, Rauf (Orbay) ve Bekir Sami (Kunduh) paşalar ülke meselelerini, bu arada Kürt meselesini konuşmak için Amasya’da buluşmuşlardı. Nutuk'tan (TDK Yayınları, 1965, s.176-181) öğrendiğimize göre burada, üçü kayıt ve imzaaltına alınmış, ikisi gizli sayıldığı için kayıt altına alınmamış beş protokol hazırladılar. (Gizli protokollerde ne olduğunu hala bilmiyoruz.) Bunlardan Kürt meselesine değinen 22 Ekim 1919 tarihli İkinci Protokol’deki bazı ifadeler, 1960’lı yıllara kadar kamuoyundan özenle saklandı.
IRK HUKUKU • Gözlerden saklanan cümleler, aşağı koyu renkle (sadeleştirerek) gösterdiğimiz cümlelerdi: “Beyannamenin [Sivas Kongresi sonuç bildirisi] birinci maddesinde Osmanlı Devleti’nin düşünülen ve kabul edilen sınırının Türk ve Kürtlerin oturduğu araziyi kapsadığı ve Kürtlerin Osmanlı toplumundan ayrılmasının imkansızlığı izah edildikten sonra bu sınırın en asgari bir talep olarak kabul edilmesinin temini lüzumu müştereken kabul edildi. Bununla birlikte Kürtlerin gelişme serbestliğinisağlayacak şekilde ırk hukuku ve sosyal haklarbakımından daha iyi duruma getirilmelerine izin verilmesine ve yabancılar tarafından Kürtlerin bağımsızlığını gerçekleştirme amacını güder gibi görünerek yapılmakta olunan karıştırıcılığın önüne geçmek için buhususun şimdiden Kürtlerce bilinmesi hususu uygun görüldü..."

Protokoldeki bu ifadelerin en önemli yanı Kürtlerin ‘ırk hukuku’ denilerek, onların farklı bir etnisiteden geldiklerinin Mustafa Kemal ve muhatapları tarafından kabul edilmesidir. Bu sözlerin Milli Mücadele’ye Kürtleri katmak için verildiği açıktır.
Bu sansürü gün ışığına çıkaran tarihçi Faik Reşit Unat Başbakanlık Arşivi’ndeki belgenin aslını 1961 yılında Tarih Vesikaları Dergisi’nde (S.18, s. 359-365) yayınladığında Kürtlerin bu tür tartışmalara girecek cesaretleri yoktu, çünkü siyasi açıdan çok zayıftılar. (Bu konuya ileriki bölümlerde değineceğim.) Ondan sonra da konu unutuldu. Son yıllarda Kürt aydınları ısrarla şu soruyu soruyor: İkinci Protokolün bu bölümleri neden gözlerden kaçırılmak istendi? Cevabı tahmin etmek zor olmasa gerektir.
FRANSIZ ARŞİVLERİNDEKİ BİR BELGE • Kürtlere ‘özerklik’ sözü verildiğine dair bir diğer iddia Fransız Arşivleri’nde çalışan Hasan Yıldız’a ait. Yıldız’a göre Koçgiri Ayaklanması’nı takip eden günlerde, Van, Mardin, Bitlis, Diyarbakır yöresindeki Kürtler 25 Kasım 1921’de ortak bir bildiri ile TBMM’den özerklik talebinde bulunmuşlardı. Halil Bey başkanlığındaki Kürt heyeti ile görüşmek üzere, Mustafa Kemal o sıralarda Türkiye’de bulunan Libyalı dini lider Şeyh Senusi başkanlığında bir heyeti görevlendirmiş, ancak Kürt heyetinin temsili niteliği olmadığı anlaşılınca, görüşme sonuçlanmamıştı. (Fransız Dışişleri Bakanlığı arşivi, Kürdistan Dosyası, Cilt 13, s. 12-14’ten aktaran Hasan Yıldız, Belgeleriyle Sevr-Lozan-Musul Üçgeninde Kürdistan, Koral Yayınları, 1991, s. 220-221.)
İNGİLİZ ARŞİVİNDEKİ BELGELER • İkinci iddia, İngiliz Arşivlerinde çalışan Robert Olson’a ait. Olson’a göre 24 Mart 1922 tarihinde, İstanbul’daki Britanya Komiseri Sir Horace Rumbold tarafından Britanya Dışişleri Bakanı Lord Curzon’a gönderilen bir raporun ekinde, 10 Şubat 1922’de, TBMM’de yapılan bir celsede Kürtlere özerklik verecek 18 maddelik bir kanun hakkında ciddi tartışmalar yapılmıştı.
Horace Rumbold’a göre Meclisteki Kürt asıllı üyeler ki sayılarının 70 civarında olduğu sanılır, kanunda vaat edilenleri yeterli görmemişlerdi. Kürt üyelerden 64’ü ‘hayır’ oyu vereceğini söyleyince, mecliste büyük kargaşa çıkmıştı. Sonunda konu başka oturuma ertelenmişti. Rumbold raporunu, bir daha bu konunun ele alındığını duymadığını belirterek bitiriyordu. Yazının ekinde, 18 maddenin açılımını içeren bir yazı vardı. (The Public Record Office, Foreign Office, 371-778/Eastern E. 3553/96/65, no. 308’den aktaran Robert Olson, Robert Olson, Kürt Milliyetçiliğinin Kaynakları ve Şeyh Said İsyanı, Öz-Ge Yayınları, 1992.)
Kanun teklifinin maddeleri gerçekten çok radikal unsurlar içeriyordu. Ancak böyle bir kanun teklifinden haberim yoktu. Hemen TBMM’nin gizli ve açık celse zabıtlarına baktım. Her ikisinde de 10 Şubat 1922 tarihli bir oturum yoktu. Çünkü o gün Cuma günüydü, yani tatildi. Tarih yanlışlığı olabilir diye bir yıl öncesinin ve bir yıl sonrasının Şubat ayı oturumlarını taradım. 1921 yılında 10 Şubat tarihinde oturum vardı ama orada Kürt özerkliği tartışılmamıştı. İşin ilginç yanı bu iddiayı ortaya atan Robert Olson tartışmayı sadece İngiliz Arşivleri’nde bulduğu mektup ve eki üzerinden yapıyor, buna karşılık meclis zabıtlarına bakıp bakmadığına dair bilgi vermiyordu. Robert Olson’dan alıntı yapan bazı Türk araştırmacılar ise, bu durumun farkına vardıkları için olsa gerek, ‘Türk arşivlerinde hala açıklanmayan pek çok belge var’ notu düşmüşlerdi. Gerçekten de henüz gün ışığına çıkmamış pek çok belge olduğunu biliyorum ancak, benim baktığım zabıtlarda ‘içtima tarihleri’ ve ‘içtima sayıları’ birbirini izlediği için, çok sağlam kanıtlar bulununcaya kadar Robert Olson’un sözünü ettiği ‘özerklik kanunu’ meselesini kuşkuyla karşılamak gerektiğini düşünüyorum. Kürt çevrelerinin de benim gibi kuşkucu olmasını tavsiye ediyorum.
EL CEZİRE KOMUTANLIĞINA TALİMAT • ‘Özerklik’ konusunda TBMM zabıtlarına geçmiş tek olay, 22 Temmuz 1922 tarihinde Meclis’te okunan Kürdistan hakkında Büyük Millet Meclisi Heyetinin Elcezire (Irak) cephesi kumandanlığına yazılmış 15 Temmuz 1922 tarihli talimatıdır. Oldukça uzun bu talimatın Kürtlere özerklikle ilgili bölümlerinde (sade Türkçe ile) şöyle denmektedir:
“1- Aşamalı olarak, bütün ülkede ve geniş ölçekte doğrudan doğruya halk tabakalarının ilgili ve etkili olduğu bir biçimde yerel yönetimlerin oluşturulması iç siyasetimizin gereğidir. Kürtlerle meskûn mıntıkalarda ise, hem iç politikamız ve hem de dış siyasetimiz açısından aşamalı bir yerel yönetim kurulmasını savunmaktayız.
2- Milletlerin kendi kaderlerini bizzat idare etmeleri bütün dünyada kabul edilmiş bir prensiptir. Biz de bu prensibi kabul etmişizdir. Tahmin olunduğuna göre Kürtlerin bu zamana kadar yerel yönetime ilişkin örgütlerini tamamlamış ve başkanlarını ve yetkililerini bu amaç uğruna bizim tarafımızdan kazanılmış olması ve oyları açık ettikleri zaman kendi kaderlerine zaten sahip olduklarını Türkiye Büyük Millet Meclisi idaresinde yaşamaya talip olduklarını ilan etmelidir. Kürdistan’daki bütün çalışmanın bu gayeye dayanan siyasete yöneltilmesi Elcezire kumandanlığına aittir….” Elcezire’nin idaresi ile ilgili üç maddesi daha olan talimatı Mustafa Kemal imzalamış. (TBMM.Gizli Celse Zabıtları, Cilt 3, TBMM Basımevi, 1980, s. 550-551.)
Bu talimatın neden verildiğini soran milletvekillerine önce ‘hükümet işidir’ denilerek cevap verilmek istenmemiş ancak ısrarlar üzerine Nihad Paşa’nın 35 sayfalık gerekçesi okunmuştur. (Gerekçe ve üzerine tartışmalar için bkz. s. 552-574) Burada özetlememe imkan olmayan bu mektupta anlatılanlar ‘özerklik’ kararın gerekçesini açıklamaktan uzaktır. Arka planda o sıralar İngilizlere karşı ikinci kez isyan eden Şeyh Mahmut Berzenci’yi kontrol altına almak isteği vardır. Nitekim, Berzenci bu teklife güvenerek, İngilizlere meydan okumakta ölçüyü kaçırmış sonunda uzlaşmazlığının cezasını Hindistan’a sürülerek ödemiştir.
İZMİT BASIN KONFERANSIKürtlere ‘özerklik’ verilmesi ile ilgili şüphesiz en açık belge Mustafa Kemal’in İsmet Paşa ve ekibi Lozan’da ter dökerken, 14 Ocak 1923’de başlayan ve 20 Şubat’a kadar 35 gün süren Batı Anadolu gezisi kapsamında, 16 Ocak akşamı başlayıp 17 Ocak sabahına kadar, İzmit Kasrı’na davet ettiği dönemin ünlü gazetecileriyle yaptığı sohbet toplantısının metinleridir. (Mustafa Kemal’in annesi bu gezi sırasında vefat etmiş, Mustafa Kemal Latife Hanım’la bu gezi sırasında evlenmiştir.)
Vakit’ten Ahmet Emin (Yalman), Tevhid-i Efkar’dan Velit Ebuzziya, İleri’den Suphi Nuri (İleri), Tanin’den İsmail Müştak (Mayakon), Akşam’dan Falih Rıfkı (Atay), İkdam’dan Yakup Kadri (Karaosmanoğlu), İzmit İleri’den Kılıçzade İsmail Hakkı ve Kızılay Derneği Başkanı Dr. Adnan (Adıvar) ile Halide Edip’in (Adıvar) özel olarak çağrıldığı bu toplantı TBMM’nin yeminli dört katibi tarafından zabıt altına alınmış ancak konuşmaların yayınlanmaması kararlaştırılmıştı. Yine de 20 Ocak 1923’te ‘Mustafa Kemal’in kontrol ve tasvibinden geçtiği anlaşılan bir haber-bildiri yayınlandı. Sohbette alkollü içkilerden Hilafet makamına, azınlıklardan kadın mebuslara kadar 60’ı aşkın konu ele alındığı halde, Nutuk’ta sadece Hilafet’le ilgili bölümleri yer aldı, Kürtlerle, Batı Trakya'yla ve Rusya Türkleriyle ilgili bazı cümleleri neredeyse başından itibaren sansürlendi. Belgenin aslını ise kasalarda saklandı, araştırmacılara açılmadı. Kürtlerle ilgili olarak, aşağıdaki cümleleri okumak için tam 64 yıl bekledik:
“Ahmed Emin Bey - Kürt sorununa temas buyurmuştunuz. Kürtlük sorunu nedir? Bir iç sorun olarak temas buyurursanız çok iyi olur.
Mustafa Kemal - Kürt sorunu bizim yani Türklerin çıkarına olarak da kesinlikle söz konusu olamaz. Çünkü bildiğiniz gibi bizim milli sınırımız içinde var olan Kürt unsurlar o şekilde yerleşmişlerdir ki pek az yerlerde yoğundur. Fakat yoğunluklarını kaybede kaybede ve Türk unsurunun içine gire gire öyle bir sınır doğmuştur ki, Kürtlük adına bir sınır çizmek istersek türlüğü ve Türkiye’yi mahvetmek gerekir. Sözgelimi, Erzurum’a kadar giden Erzincan’a, Sivas’a kadar giden Harput’a kadar giden bir sınır aramak gerekir. Ve hatta Konya çöllerindeki Kürt aşiretlerini de gözden uzak tutmamak gerekir. Dolayısıyla başlı başına bir Kürtlük düşünmektense, bizim Teşkilat-ı Esasiye Kanunu gereğince zaten bir tür yerel özerklikle oluşacaktır. O halde hangi livanın halkı Kürt ise, o­nlar kendi kendilerini özerk olarak idare edeceklerdir. Bundan başka Türkiye’nin halkı söz konusu olurken o­nları da beraber ifade etmek gerekir. İfade olunmadıkları zaman bundan kendilerine ait sorun yaratmaları daima mümkündür. Şimdi Türkiye Büyük Millet Meclisi, hem Kürtlerin hem de Türklerin yetki sahibi vekillerinden oluşmuştur ve bu iki unsur, bütün çıkarlarını ve kaderlerini birleştirmişlerdir. Yani o­nlar bilirler ki, bu ortak bir şeydir. Ayrı bir sınır çizmeye kalkışmak doğru olmaz.”
Tahmin edileceği gibi sansürün nedeni, koyu renklerle gösterdiğimiz cümleleriydi. Ancak, sansürü yapanların hatırlamadıkları şey, 1921 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun şuralar yoluyla yerel yönetimlere özerklik veren maddeleri 1924 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’ndan çıkarılmış olduğuydu. Yani Mustafa Kemal vaadini tutmamak için, gerekli önlemleri almıştı. Ama bizim sansürcüler, her ihtimale karşı bu satırları gizli tutmayı tercih etmişlerdi. Şimdi neredeyse tüm Cumhuriyet tarihi boyunca özenle uygulanan sansürün ilginç hikâyesine bakalım.
64 YILDIR KİLİTLİ KASALARDA • Aslında toplantının tam metni, Mustafa Kemal’in iznini aldığını söyleyen Siirt milletvekili Mahmut Soydan tarafından, Milliyet Gazetesi’nde (bugünkü Milliyet değil) 26 Kasım 1929’dan 7 Şubat 1930’a kadar süren 75 bölümlük ‘Gazi ve İnkılap’ dizisinde yayınlanmıştı. Eski devlet bakanlarından Kocaeli milletvekili İsmail Arar da bunlardan yararlanarak 1969’da, Atatürk’ün İzmit Basın Toplantısı (Burçak Yayınevi) adlı bir kitap yayınlamıştı. Arar, kitabının önsözünde “[Bu önemli belge] öyle unutuldu ki Türk Devrim Tarihi Enstitüsü tarafından yayınlanan Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri ve Atatürk’ün Tamim, Telgraf ve Beyannameleri adlı kitaba bile alınmadı” diyordu. Ancak o zaman bilmiyorduk ama meğerse Arar da Kürtlerle ilgili bölümü kitabına almamıştı.
İzmit Basın Konferansı’nın metinlerini bir kez de 1982’de Türk Tarih Kurumu (TTK) bastı. Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün 1923 Eskişehir-İzmit Konuşmaları adıyla yayımlanan kitabı, Afet İnan’ın kızı Arı İnan yayıma hazırlamıştı. İnan, ‘Anıtkabir Arşivi’nden aldığını söylediği asıllar üzerinden hazırladığı kitabın önsözünde, bu kitabın İsmail Arar’ınki gibi olmadığını, yani ‘noksansız, tam olduğunu’ özenle vurgulamıştı. Ama daha sonra anlayacağımız üzere bu bilgi de doğru değildi. Arı İnan’ın sansürünü, İkibine Doğru dergisi 9-15 Ağustos 1987 tarihli sayısında ‘Gizlenen Belge’ başlığıyla ifşa etmişti. Dergi, bu haber yüzünden toplatılmış ancak, 6 Kasım 1988’de DGM’de beraat edince, Anıtkabir Arşivi’ni kaynak gösterip Konferans metinlerini yayımlamıştı. Derginin muhabirleri bu sansürün nedeni Arı İnan’a sorduklarında ‘henüz bu meseleler halledilmemişken zamanı değil’ cevabını almışlardı. Aynı soruyu, o sırada TTK Başkanı olan Yücel Tanay’a (Tanay kitap basılırken görevde değildi) sorduklarında aldıkları cevap da benzer nitelikteydi: ‘Türkiye’ye karşı olanlara bu dokümanları vermek istemedim çünkü ayrılıkçılığa neden olurdu!’
Noksansız metin, 1993 yılında Doğu Perinçek’in Kaynak Yayınları tarafından Mustafa Kemal Atatürk, Eskişehir-İzmit Konuşmaları, 1923 adlı kitapta (s. 105) yayımlanabildi. Yukarıdaki paragrafı da ancak o zaman okuyabildik. Ancak günümüzde, Kürt çevreleri de kendilerine göre bir sansür uygulayarak Mustafa Kemal’in konuya girişte söylediği “Kürt meselesi, bizim yani Türklerin menfaatine olarak da katiyen mevzubahis olamaz. Çünkü bildiğiniz gibi, bizim milli hudutlarımız dâhilinde Kürt unsurlar öyle yayılmışlardır ki, pek sınırlı yerlerde yoğundurlar. Fakat yoğunluklarını kaybede ede ve Türk unsurların içine gire gire öyle bir hudut ortaya çıkmıştır ki, Kürtlük namına bir hudut çizmek istesek Türklüğü ve Türkiye’yi mahvetmek gerekir” cümlelerini yazılarında kullanmıyorlar.
Başa dönersek, 1923 Ocağında ima edilen bu özerkliğin anlamı nedir? Mustafa Kemal Kürtlere bu vaadi, Lozan’da Musul’un İngilizlerden kopartılamayacağının anlaşıldığı, dolayısıyla Meclis’teki Kürt milletvekillerinin kıyameti koparması ihtimalinin olduğu günlerde yapılmıştır. Özerklik vaadiyle, Kürt muhalefetinin yumuşatılması hedeflenmiş olmalıdır. Peki amaç hasıl olmuş mudur? Pek sayılmaz, ama onun da çaresi bulunmuştur. Hikâyesi aşağıda…
LOZAN’DA KÜRDİSTAN MESELESİ • 21 Kasım 1922 tarihinde, İsviçre’nin Lozan şehrinde başlayan barış görüşmelerin en önemli konularından biri Musul’du. Türkiye’yi, İsmet (İnönü), Dr. Rıza Nur ve Hasan (Saka) başkanlığındaki 27 kişilik heyet temsil ediyordu. Peki Kürtleri bu kadar yakından ilgilendiren bir konuyu tartışan heyette ‘Kürt’ kadrosundan temsilci var mıydı? Görünüşte vardı. Bu kişi Mustafa Kemal tarafından atanan Diyarbakır Milletvekili Zülfü (Tigrel) Bey’di. Zülfü Bey Kürt TBMM’nin, Osmanlı Mebusan Meclisi’nden devraldığı İttihatçı mebuslardandı. 30 Ekim 1918 Mondros Mütarekesi’nden sonra arkadaşı Diyarbakır Mebusu Pirinçcizade Fevzi Bey’le birlikte Ermeni kırımı suçlusu olarak 15 Ocak 1919’da İngilizler tarafından Mısır’daki Seydibeşir kampına götürülmüş, sürgünden döndükten sonra doğrudan Ankara’ya gelerek TBMM’ye Diyarbakır Milletvekili olarak katılmıştı. Yani, Zülfü Bey Kürt asıllıydı ama Kürt toplumunu temsil eden biri değildi. (İsmail Göldaş, Lozan, Biz Türkler ve Kürtler, Avesta Yayınları, 2000, s. 36-37.)
ET İLE TIRNAK GİBİ • Musul sorununu ele alan alt komisyonlarda, Türk temsilcisi İsmet Bey ile Britanya temsilcisi Lord Curzon günler, aylar boyu birbirine taban tabana zıt görüşleri dile getirmişlerdi. Aslında her iki taraf da Musul’da en büyük grubun Kürtler olduğunu kabul ediyordu ama, Türk delegelerinin temel tezi "Musul Vilayeti'nde çoğunluk Türk (147 bin) ve Kürt’tür (264 bin). Türklerle Kürtler de etle tırnak gibi ayrılmaz unsurlardır” şeklinde iken, İngilizlere göre 425 bin kişilik Kürt topluluğu Musul’da çoğunluğu oluşturmakla birlikte, aynı zamanda 185 bin Arap yaşıyordu ve Musul tarihi olarak bir Arap şehriydi ve Türklerle Kürtler de ‘et ile tırnak’ değildi!
12 Aralık 1922 tarihli oturumda, İsmet İnönü "Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti, Türklerin olduğu kadar Kürtlerin de hükümetidir. Çünkü Kürtlerin gerçek ve meşru temsilcileri Millet Meclisi´ne girmiştir. Türklerin temsilcileriyle aynı ölçüde ülkenin hükümetine ve yönetimine katılmaktadırlar. Kürt halkı ve meşru temsilcileri, Musul Vilayeti’nde oturan kardeşlerinin anayurttan ayrılmasına razı değillerdir" dediğinde, Lord Curzon ‘umarım öyledir’ diye cevap vermişti. Curzon, Kürtlerin Türklerden çok farklı bir halk olduğunu, Musul’da yaşayan hiçbir etnik grubun Türklerle birlikte yaşamak istemediğini düşünüyordu. Bunun kanıtı olarak da Britanya makamlarına yapılan bir dizi şikayeti ve TBMM’de Musul bölgesinden hiç milletvekili bulunmamasını gösteriyordu. Curzon "Ankara’nın Kürt milletvekillerine gelince, onların nasıl seçilmiş olduklarını kendi kendime sormaktayım. Halkoyu ile seçilmiş tek milletvekili var mıdır? Bütün bu insanların doğrudan doğruya atanmış oldukları ve bunlar arasında bir takımının dil bilmedikleri için Meclis’in çalışmalarına katılmadıkları herkesçe bilinmektedir" demişti.
Curzon haklıydı ama Ankara’da manevra çoktu. O zamana dek, Kürtleri Milli Mücadele’ye katılmaya razı etmek için hem özerklik hem de özerk bölgenin kalbi olacağı belli olan Musul’u kurtarma hedefinin canlı tutulması gerekmişti. Ama Mustafa Kemal’in kafasındaki modernleşme projelerine hız vermek için, bir an önce Lozan’ın imzalanmasına ihtiyacı vardı. 6 Mart 1923 tarihinde yapılan ateşli gizli celse görüşmelerde 63 Kürt asıllı milletvekili Musulsuz bir Lozan’a karşı çıkacaklarını belirtince . s. 181-183) bir oldu bittiyle seçimlerin yenilenmesine karar verilmiş, 24 Temmuz 1923 tarihli Lozan Barış Antlaşması’nı Mustafa Kemal’in elleriyle seçtiği yeni milletvekilleri imzalamıştı. (18 Kasım 2007 tarihli Taraf’ta, ‘Hayali Cihan Değer: Musul’u Almak’ başlıklı yazımda daha ayrıntılı bilgi bulunabilir.) Bu tarihten sonra ‘özerklik’ lafı son kez Ağustos 1924’te, Musul’un ebediyen terk edilmesinin arifesinde ağza alındı, buna da yeri gelince değineceğim.
YARIN: 16 Kürt isyanının nedeni tutulmayan sözler mi?

Gülen, Hewlêr’ de Üniversite açtı

gulen[1] Rizgarî Online/Federe Kürdistan bölgesinde ilk ve ortaöğretim düzeyinde birçok okulu bulunan Fethullah Gülen, bölgedeki ilk Türk üniversitesini de açtı. Işık Üniversitesi’yle birlikte bölgede bulunan okul sayısını 11’e çıkardığı belirtildi. Kürdistan hükümetinin desteğiyle 14 yıldır bölgeye anaokulu, ilkokul ve liseler kuran Gülen’e bağlı Fezalar Eğitim Şirketi, bir ilke imza atarak ilk Türk üniversitesini başkent Hewlêr’ de açtı. Resmi olarak kuruluşu tamamlanan Işık Üniversitesi, kasım ayının ortasında akademik dönemle birlikte eğitime başlayacak. Üniversitenin diş hekimliği, mühendislik, iktisadi ve idari bilimler ile eğitim olmak üzere 4 fakültesi olacak. Işık Üniversitesi’nin rektörlüğünü Doktor Salih Hoşoğlu yapacak. Üniversitede, İngilizce,

Kürdçe ve Türkçe eğitim verilecek.

Akşam gazetesinin kaydettiğine göre ’’1994 yılından beri Hewlêr, Silêmanî ve Kerkük’te toplam 10 adet anaokulu, ilköğretim okulu ve liseyle faaliyetlerini sürdüren Fezalar, Işık Üniversitesi ile beraber bölgedeki eğitim kurumlarının sayısını 11’e yükseltiyor. Söz konusu okullarda 3 bini aşkın öğrenci eğitim görüyor, okullarda görev yapan öğretmenlerin çoğu Türkiye’den bölgeye gidiyor. Bina dahil tüm masrafları Kürdistan hükümetince karşılanan Türk okullarında Avrupa, ABD, Bağdat ve Türkiye’den öğrenciler eğitim görüyor.

Fezalar Eğitim Kurumları Genel Müdürü Talip Büyük, şimdiye dek 788 öğrenci mezun ettiklerini belirterek, üniversite açma düşüncesini kendilerine velilerin verdiğini ve yerel yetkililerin de bunu desteklediğini açıkladı. Büyük yüksek bir taleple karşılaştıklarını ve bu nedenle gündüzün yanı sıra gece eğitimi de yapacaklarını bildirdi. Eğitimin en alt düzeyinden liseye dek hizmet sunduklarını, bölgesel ve uluslararası arenada okullarının birçok başarıya imza attığını belirten Büyük, “Şimdi de uluslararası standartlarda eğitim verme misyonuyla Işık Üniversitesi’ni açıyoruz’’ dedi. Yerel basının, açılacak üniversitenin Türkiye ile ilişkilere katkı sağlama amacı olup olmadığını sorduğu Büyük, amaçlarının bilimsel olarak eğitim faaliyetlerine odaklanmak olduğunu anlattı.

Rektör Prof. Dr. Salih Hoşoğlu, amaçlarının öğrencilerini dünyayla buluşturmak ve uluslararası düzeyde rekabet edebilecek düzeyde eğitmek olduğunu vurguladı. Rektör Hoşoğlu, yerel yasalara göre bir yabancı üniversite olarak İngilizce eğitim verme zorunluluklarının altını çizerek, “Üniversitemizde bu yıl sadece İngilizce hazırlık eğitimi verilecek’’ dedi. Bölgesel Yönetim’in Yüksek Öğretim ve Bilimsel Araştırmalar Özel Eğitim Genel Müdürü Himdad Muhammed de Fezalar’a bağlı okulların başarısından memnun olduklarını ve Işık Üniversitesi’nin de başarılı olacağına inandığını kaydetti. Muhammed, “Ankara ile Erbil arasındaki gelişmeler siyasaldır. Bizim işimiz ise bilimsel çalışma ve eğitimdir. Son dönemde yakınlaşan ilişkilerden memnunuz’’ dedi. Muhammed, iki ülke arasında duvarlar yıkılırken açılan üniversitenin, ilişkilerin gelişmesine katkı sağlayacağına dair umutlu olduğunu dile getirdi.

Gülen cemaatinin Türkiye’de 103 okul, 460 dershane ve 500 civarında öğrenci yurdu var. Orta Asya cumhuriyetlerinde ise 126 lise, 6 üniversitesi bulunuyor. ’’

Kürt Sorunu: Politik ve Ruhsal Ortam

asiye_oguz_Tek oğlumu aldılar benden İsmail Beşikçi

Tarih: 23 Ekim 2008 Perşembe

Kurdistan-Post.Org

Son yıllarda Kürt sorunu etrafında yoğun konuşmalar, tartışmalar yapılmaktadır. Bu konuşmalar, tartışmalar çoğu yerde ve çoğu zamanda devletin gözüyle yapılsa da Kürt sorununa ilgi artarak devam etmektedir. Bu konuşmaların, tartışmaların yapıldığı ortam nasıl bir ortamdır? Bu ortamın siyasal, toplumsal ve ruhsal özellikleri nedir? Kürt sorunu derken, sorunun nasıl bir ortamda tartışıldığı, Kürt sorununa çözüm derken, çözümün hangi ruhsal ortamda arandığı irdelenmesi gereken bir durumdur.

Ekim ayının aşlarında, 4 Ekim 2008’de, Şemdinli’de Bezele Karakolu’na bir saldırı oldu. Genelkurmay ve Genelkurmay’a bağlı olarak Türk basını 15 askerin şehit olduğunu duyurdu.ismailbesikci

Bu sayı daha sonra 17’ye yükseltildi. PKK kaynakları ise bu sayının çok daha yüksek olduğunu vurgulamıştı. Türk basını haberlerinin devamında, “23 hain imha edildi” deniyordu. Türk basını bir hafta on gün süreyle şehitlerden söz etti. Çatışmalarda yaşamlarının yitiren askerler için ağıtlar yakılıyordu. Çatışan taraflardan biri için şehit deniyor, yaşamlarını yitirenler birer birer övgüye boğuluyor, PKK’li savaşçılar için ise “hain” deniyor, “23 hain geberdi” gibi, küçümseme, dışlama ve düşmanlık içeren bir terminoloji kullanılıyordu. Askerler için, “henüz bir aylık babaydı”, “terhisine üç hafta kalmıştı”, “üç ay sonra nişan töreni olacaktı” “yaşları 1-5 arasında değişen üç çocuk babasız kaldı” gibi, kamuoyunda, sempati yaratan, sempatiyi çoğaltan, duygu dolu değerlendirmeler yapılırken, PKK’liler için ise “geberdiler”, “cezalarını buldular”, “15 bin asker PKK’lı avında” gibi, kin dolu, düşmanlık dolu, dışlamayı hedef alan bir terminoloji egemendi.

Asker ailelerinin acıları, acıyı nasıl yaşadıkları, görüntülü bir şekilde ekrana getirilirken çatışmalarda yaşamlarını yitiren PKK’lilerin ailelerinin acıyı nasıl yaşadıkları, yasları, ağıtları kati surette ekrana getirilmez. Yazılı basında, gazetelerde, bunlara ilişkin bir fotoğrafa yer verilmez. Ama, Kürt televizyonları, örneğin ROJ TV, çatışmalarda yaşamlarını yitiren savaşçıların toprağa nasıl verildiklerini ayrıntılı bir şekilde göstermektedir. Cesetlerin önce, devletin elinden, morglardan alınması söz konusudur. Bunun için yoğun bir mücadele verildiği cenazelere sahip olabilmek için ısrarlı bir davranış içinde bulunulduğu biliniyor. Cenazelerin toprağa verilmesi ise, bazan binlerce, bazan onbinlerce insanın katılımıyla gerçekleştirilmektedir. Kadınlar, çocuklar, yaşlılar, gençler bu törenlerde yer almaktadır. Bazı yerlerde binlerce, bazı yerlerde onbinlerce insan, kalabalık bir kitle, etrafları güvenlik güçleriyle çevrilmiş vaziyette, sloganlarını bağırarak, pankartlarını taşıyarak mezarlığa doğru yürümektedir. Bu insanların, bu kitlelerin duygularını, düşüncelerini bilmek, anlamak elbette önemli olmalıdır. Ama Türk basınında, Türk televizyonlarında , yazılı basında, bu törenlerle ilgili hiçbir yayın, haber, görüntü vs. yoktur. Buysa, dışlamanın, umursamamanın, önemsememenin göstergeleridir. Böyle bir sürecin insanların bilincine çarpmasının önlenmesi bakımından da bu umursamama gerekli olmaktadır. Köylerin boşaltılması, yakılması, yıkılması sırasında da böyle oluyordu. Bu olaylar sırasında da basında bir görüntü veya fotoğrafa yer verilmezdi. Kış koşullarında, kar,yağmur altında sürgüne giden, ailelerin, çocukların, kadınların sürgünü nasıl yaşadıkları Türk basınının ilgisini çeken bir konu değildi. Son yıllarda Türk basını, Türk yazarları sık sık entegrasyon konusuna değinmektedir. Duygulardaki ve düşüncelerdeki ayrışmanın böylesine yoğun bir şekilde yaşandığı bir ortamda, entegrasyon nasıl gerçekleştirilebilir?

Türk devlet ve hükümet yöneticileri Kürt tarafındaki bu durumu şüphesiz biliyorlar ve izliyorlar. O zaman bu umursamama, önemsememe politikasının sistematik bir politika olduğu da belirtilebilir.

Kürt sorunu böyle bir politik ve ruhsal ortamda konuşuluyor, daha önemlisi, Kürt sorununa çözüm, böyle bir ortamda aranıyor. Bu umursamama politikasının, PKK savaşçılarını, onların ailelerini, analarını, babalarını kardeşlerini hiçe saydığı açıktır. Bunların, sayı olarak milyonlarca insanı kapsadığı söylenebilir. Bu insanların, bu ailelerin duyguları düşünceleri yok sayılarak umursanmayarak, önemsenmeyerek, nasıl yol alınabilir. Böyle bir ortamda entegrasyonun nasıl düşünülebildiği dikkate değer bir konudur. Böyle bir ortamdan çözüm, demokratik bir çözüm çıkmaz. Bu ortam sadece, devletin, zorlayıcı baskı araçlarıyla sorunu bastırma ve etkisiz bırakma operasyonlarına yol verir, bu operasyonlar için zemin hazırlar.

Ekim ayı ortalarında Cengiz Çandar ve Oral Çalışlar, Diyarbakır’da, halkın duygularını, düşüncelerini öğrenmek için çalışmalar yaptılar. Bu çalışmalar, 14 Ekim 2008 tarihli Radikal Gazetesi’nde, “Cengiz Çandar ve Oral Çalışlar’ın Sokak İzlenimler” başlığıyla verildi. O günlerde hükümet, “Diyarbakır’a 1400 özel harekatçı daha gönderilecek” şeklinde açıklamalar yapıyordu. Halk, kahvehanelerde, çarşıda, pazarda yapılan sohbetlerde, bu hükümet açıklamalarına karşı, gazetecilere, “Bize güvenlik gücü değil şefkat gücü lazım” diyerek tepki gösteriyordu. Radikal Gazetesi bu haberleri, “Diyarbakır şefkat bekliyor” diye duyuruyordu.

Çözümün konuşulacağı ortam bellidir. Sorun ancak böyle bir ortamda konuşulabilirse olumlu sonuçlar elde edilir. Bu, PKK’lilere de “bizim çocuklarımız” gözüyle bakan bir ortamdır. Bu, PKK’lilere düşman gözüyle bakmayan bir ruhsal ve siyasal ortamdır. Bu elbette, devletin yüksek katları tarafından, Cumhurbaşkanlığı, Başbakanlık, Genelkurmay Başkanlığı, İçişleri Bakanlığı, Dışişleri Bakanlığı gibi birimler tarafından yapılacak açıklamalarla oluşacak bir ortamdır. Gençlerin neden dağa çıktıkları, anlaşılması, kavranılması gereken bir durumdur. Gençler, şehirlerdeki veya beldelerdeki rahatı bırakıp neden dağa çıkmak, dağda yaşamak gibi zor olan bir mücadele biçimini benimsiyorlar? Gençler, bu işin ucunda ölümün olabileceğini de şüphesiz biliyorlar. Buna rağmen neden böyle zor bir yaşama seve seve koşuyorlar? Pek çok olumsuzluğa rağmen bu zor koşullara neden katlanıyorlar? Dağa çıkanların duyguları, düşünceleri nelerdir? Bunlar, dikkatlerden uzak tutulmaması, ayrıntılı bir şekilde irdelenmesi gereken konulardır. Bu gençlere durmadan “terörist” demek soruna hiçbir açıklık getirmez. Devlet terörü, devlet terörünün hedefleri söz konusu edilmeden, sadece “terör” den söz etmek sağlıklı bir yol değildir.

Kürt tarafında milli duyguların, düşüncelerin nasıl oluştuğuna, yaygınlaştığına derinlik kazandığına dair bir olay anlatmak gereğini duyuyorum. Bana da yakın bir arkadaşım anlatmıştı. Olay bundan üç hafta kadar önce, yani 2008 yılının Ekim ayının başlarında geçiyor.

Eve boya-badana yapılacak. İşçiler gelmeden önce, evin hanımı, boya-badana yapılacak salona, odalara gazete seriyor. Gazeteler, Azadiya Welat gazeteleri. Kürtçe günlük gazete. İşçiler, Kürt işçiler… İşçiler ekip olarak geliyorlar. Kürt işçiler Azadiya Welat gazetelerini görünce, gazetelere basmamaya özen göstererek, yavaşça toplayıp katlıyorlar ve bir köşeye koyuyorlar. “Bu gazetelerde şehitlerimizin resimleri var, bu gazetelerin üzerine basamayız.”

Aslında bu aile de yurtsever bir aile. Kürtçe Azadiya Welat gazetesini kim izliyor? Fakat Kürt işçiler daha farklı, daha duygu dolu bir hassasiyet gösteriyorlar. Bunlar sıradan işçiler. Çatışmalar sırasında köylerinden, beldelerinden kopup gelmiş, bir gün iş bulup çalışan, iki gün iş bulamayan, ev-bark sahibi, çoluk- çocuk sahibi işçiler. Bu insanların duygularının, niyetlerinin, beklentilerinin bastırılmasıyla hiçbir sorun çözülmez. Önemli olan bu duyguları, bu düşünceleri anlamaya-kavramaya çalışmaktır. Kaldı ki artık bu duyguları bastırmak da mümkün değildir. Zaten bu duygular hep bastırma sürecinde, bu süreçte kullanılan devlet terörüyle birlikte gelişip yaygınlaşmış, derinleşmiştir. Bu kişileri Türk basını “hain” kavramıyla niteliyor. Bu kişilerin milyonlarca Kürt insanının gönlünde yer ettiği de görülüyor. Bu zıtlık elbette dikkate değer bir süreçtir. Bu geniş kitlelerde, Kürt yurtseverliğinin, Kürt milliyetçiliğinin nasıl oluştuğu, nasıl geliştiği çok önemli bir konudur. Bu da incelenmesi, irdelenmesi gereken bir durumdur.

Herhangi bir insan, anadil gibi bazı doğal haklarını, yani doğumla birlikte kazandığı, sahip olduğu hakları, pürüzsüz bir şekilde kullanmak ister, bunu için çalışır. Doğal hakların kullanımına bir baskı, bir engelleme, sorun çıkarır, tepkiyle karşılaşır. Doğal haklarla reel durum, yani baskı, engelleme, diyelim pozitif hukuk arasında çok büyük bir zıtlık vardır. Doğal haklarını kullanarak bu zıtlığı aşmaya çalışan, baskıya, engellemeye karşı mücadele eden kişi, bu süreç içinde giderek özgür birey haline gelir. Özgür birey elbette, baskıyı engellemeyi organize eden kurumlara, siyasal iktidara, devlete karşıdır. Özgür birey bir taraftan bu baskılara karşı çıkarken, bir taraftan da , baskıdan azade kalacağı kendi yönetimini oluşturmaya bunun için ortam yaratmaya gayret eder. Kendi yönetimi, federasyon, bağımsız devlet gibi birimler olabilir. Özgür bireyin bu çift yanlı tutumunun kavranılmasında yarar vardır. Berzan Boti’nin nasname sitesindeki, “Özgür Birey-Devlet ve Devletleşme İlişkisi” başlıklı yazısı (15 Ekim 2008) bu bakımdan dikkate değer bir yazıdır. Berzan Boti bu yazısında, Abdullah Öcalan’ın, devlet-özgür birey konusundaki düşünsel yaklaşımlarını da eleştirmektedir.Bu konuyu ayrı bir yazıda incelemek gerekecektir.

İsmail Beşikçi

Ergenekon Kürdistan’a uğramamış!

dtp_logo İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi heyeti, Ergenekon Davası’nın ikinci duruşmasında, müdahillik taleplerini karara bağladı. Cumhuriyet Gazetesi ile İstanbul Tıp Fakültesi Öğretim Üyesi Dr. Şebnem Korur Fincancı’nın müdahillik talepleri zarar gördükleri gerekçesiyle kabul edilirken; DTP’lilerin talebi kabul görmedi. Emekli Tuğgeneral Veli Küçük, İşçi Partisi (İP) Genel Başkanı Doğu Perinçek, Cumhuriyet Gazetesi imtiyaz sahibi ve başyazarı İlhan Selçuk ile eski İstanbul Üniversitesi (İÜ) Rektörü Prof. Dr. Kemal Yalçın Alemdaroğlu’nun da aralarında bulunduğu 46’sı tutuklu 86 sanığın yargılandığı Ergenekon Davası’nın dün ikinci duruşması görülmeye devam etti. Bu duruşmada ilk günkü gibi izdiham yaşanmadı. Gazeteci sayısı azaltılıp, salon büyütülüp, savunma avukatı sayısı kısıtlanıp, tutuklu sanıkların ifadesi öne alınanca duruşma salonunda boş yer dahi kaldı. Köksal Şengün’ün başkanlığındaki İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi heyetinin yönettiği mahkemede dün ilginç diyaloglar yaşandı zaman zaman seslerin yükseldiği salonda, ara ara da alkış sesleri duyuldu. Reddi hakim ile duruşma salonunun yerinin değiştirilmesi taleplerini kabul etmeyen mahkeme heyeti, dünkü duruşmada ilk olarak müdahillik başvurularını karara bağladı.
Kürt katliamı bu davada yok
DTP milletvekilleri Ahmet Türk, Sebahat Tuncel, Akın Birdal, Diyarbakır Belediye Başkanı Osman Baydemir, Pervin Buldan, Musa Anter’in oğlu Dicle Anter, Vedat Aydın’ın eşi Şükran Aydın, Mehmet Sincar’ın eşi Cihan Sincar ve Serdar Danış’ın kardeşi Yakup Danış, İnsan Hakları Derneği (İHD) ile Çağdaş Hukukçular Derneği’nin (ÇHD) müdahillik talepleri hakkında mütaala veren savcılık sözkonusu taleplerin ret edilmesini istedi. İstanbul Tıp Fakültesi Öğretim Üyesi Dr. Şebnem Korur Fincancı’nın ve Cumhuriyet Gazetesi’nin müdahillik başvurusunun ise kabul edilmesini istedi. Duruşmaya veriler kısa aranın ardından mahkemenin konuya ilişkin kararı okundu. Savcılığın mütaalasına katılan mahkeme heyeti aynı yöndeki kararını açıkladı.
Devlet Gladio’yu aklıyor
Müdahillik talepleri ret edilen DTP Batman Milletvekili Bengi Yıldız, DİHA’ya verdiği demecinde, savcının kararını şok etkisi yarattığını söyledi. Savcılık makamının iddianamesinin baştan beri göstermelik olduğunu ifade eden Yıldız, “Biz bunun devletin kendi Gladyosu’nu aklama iddianamesi olduğunu düşünüyoruz. Gerçek anlamda JİTEM ve Ergenekon deşifre edilmek ve cezalandırılmak isteniyorsa, Kürt coğrafyasında yaşanan realitenin araştırılması gerekir. Bu iddianame AKP’nin kendini kabul ettirme ve devlet ile uzlaştığının bir göstergesidir” dedi.
Musat Anter’in oğlu Dicle Anter’in avukatı Uğur Olca ise “Savcılık makamı hazırladığı iddianamede bölgede yaşanan bütün olayların bağlantısının Ergenekon’da olduğunu belirtmesine rağmen mahkeme heyetine verdiği mütalaada bu kurumların başvurmalarının ret edilmesi ciddi bir çelişkidir” dedi. Verilen kararın kabul edilecek bir karar olmadığını belirten Olca, “Sürpriz karar oldu” dedi.
DİHA/İSTANBUL



‘Kontrgerilla halen faaliyette’
Çeşitli siyasi parti ve sivil toplum örgütleri Ergenekon Davası’nda kontrgerillanın yargılanacağına inanmadıklarını belirterek, kontrgerillanın halen faaliyette olduğuna dikkat çekti. DTP, SDP, EHP, ESP, TÖP, SPG ve SODAP görülmeye devam eden Ergenekon Davası’na ilişkin dün İHD İstanbul Şubesi’nde basın toplantısı düzenledi. Kurumlar adına konuşan SDP MYK Üyesi Yaman Yıldız, kontrgerillanın halen faaliyette olduğu bir dönemde bu davada kontrgerillanın yargılanacağına inanmadıklarını belirtti. Darbe girişimlerinde bulunanlar ile birlikte darbeci generallerin sanık sandalyesine oturtulmadığı bir mahkemede adalet olmayacağına dikkat çeken Yıldız, “Son bir kaç gün içinde yaşanan gelişmeler kontrgerillanın görevi başında olduğunu bir kez daha gösterdi. Silivri Cezaevi’nde tutuklu bulunan sanıkların mahkeme karşısına çıkarılacağı günlerde İmralı Cezaevi’nde tecrit koşulları altında tutuklu bulanan Abdullah Öcalan’a fiziksel şiddet uygulandığı ve ölümle tehdit edildiği avukatları tarafından kamuoyuna açıklandı. İmralı Cezaevi’nde kendini gösteren kontrgerilla yaptığı eylemlere tepkisini ortaya koyan ve sokaklara dökülen Kürtlere hemen cevabını verdi. Kontrgerilla Kürt sorununda çözümsüzlüğün ve kirli savaşın devam etmesi için her türlü eylemi gerçekleştirmeye devam edeceğini açıklamış oldu” diye konuştu.
‘Özkan kotrgerillanın son cinayeti’
Doğubeyazıt’ta Ahmet Özkan’ın öldürülmesini kontrgerillanın son cinayeti olarak değerlendiren Yıldız, iddianamenin Mehmet Ağar, Tansu Çiller ve Yaşar Büyükanıt’a dokunmadığını söyledi. Yıldız, “Ergenekon’un bir kontrgerilla örgütü olduğu çok net olarak görülüyorsa kontrgerillanın da çetelerin de devlet olduğu açıkça görülmektedir. Bu mahkemenin Ergenekon’u devlet içinde örgütlenmiş bir çete örgütlenmesi olarak göstermeye çalışması bu gerçekliğin üstünü örtmez” dedi.

Derine inmeyeceği anlaşıldı
Gazeteci Mete Çubukçu da mahkeminin bu kararını şöyle değerlendi: “Birçok kişi için davanın bam teli olarak görülen ve davanın derinşelerek ilerlemesi anlamına gelen faili meçhul cinayetler, kayıplar konusundaki müdahil olma talepleri reddedildi. İddianamede yer alan DTP’li Ahmet Türk, Akın Birdal, Osman Baydemir için suikast girişimi iddiaları bu davada görülmeyecek, Ya da Silopi kayıpları ele alınmayacak. Ya da 1990’larda Kürt işadamlarının faili meçhulleri konuşulmayacak. Mahkemenin gerekçesi ise doğrudan bu dava ile ilgili olmadığı ve kanıt bulunmadığı idi. Peki o zaman bu konuların bazıları iddianamede neden yer aldı? Yer aldıysa en azından bağlantı bulunabilir miydi? Bu sorular yine tarihe havale edilirken en azından davanın çok derinlere inmeyeceği, bu iddianamenin bu haliyle ele alınacağı ortaya çıktı.
YENİ ÖZGÜR POLİTİKA

ODTÜ'lü öğrenciler anadilde eğitim istedi

odtuedibeseanadil TZPKurdi'nin başlattığı 'Êdî Bes e anadilde eğitim istiyorum' kampanyasına destek veren ODTÜ'de okuyan Yurtsever Demokratik Gençlik (YDG) üyesi öğrenciler, taleplerini dile getirmek amacıyla dersleri boykot etti.
ODTÜ'de okuyan YDG üyesi öğrenciler hazırlık sınıfları önünde toplanıp, değişik fakültelerde dersleri boykot etme çağrısı yaptı. Çağrı üzerine onlarca öğrenci sınıflardan çıkarak, yemekhanenin önüne kadar devam eden yürüyüşe destek verdi. Yürüyüş sırasında öğrenciler, 'Zimane me rumate meye', 'Dilimiz onurumuzdur', 'Êdî Bes ê', 'Bê ziman jiyan nabe', 'Anadil haktır engellenemez', 'Parasız bilimsel anadilde eğitim', 'Em zimanê Kurdî dixwazim' sloganları attı. Yemekhane önüne gelen grup, aynı içerikte Kürtçe ve Türkçe basın açıklaması yaptı. Türkçe basın açıklamasını okuyan Abdullah Cangir, Türkiye'nin kuruluşundan dayatılan tek millet, tek dil ve tek din yaklaşımına dikkat çekerek, Kürtler üzerinde inkar ve imha asimilasyon politikalarının sürdüğünü belirtti. Yapılan inkar ve imha politikalarıyla Kürtler üzerinde olumsuz etki yaratıldığına dikkat çeken Cangir, 'Bir insanlık hakkı olan anadilde eğitim istiyoruz. Kürt halkının inkara ve asimilasyona karşı vermiş olduğu mücadeleye rağmen Kürt dili üzerinde baskılar hala sürmektedir. Kürtçe anadilde eğitim isteği en sert şekilde cezalandırılmaktadır' diye konuştu.
Kürtçe kurslar kapatılıyor
Cangir, bir yandan devletin Kürtçe televizyon açma hazırlığına dikkat çekerken, öte yandan Kürt izlediği Kürtçe televizyon kanallarının engellediğini dile getirdi. Kürtçenin önündeki engellerin kaldırılmasını isteyen Cangir, 'İlköğretimden üniversiteye anadilde eğitim istiyoruz. Üniversitede Kürtçe seçmeli ders olmalıdır. Üniversitelerde Kürdoloji bölümü kurulmalıdır. Eşit, anadilde parasız eğitimin koşulları yaratılmalıdır' talebinde bulundu. Türkçe açıklamanın ardından aynı içerikte Kürtçe metni okuyan Serhat Vural'ın konuşmasından sonra kitle, sloganlar atarak sessiz bir şekilde eylemlerine son verdi. Öğrenciler, bir gün boyunca derslere girmeyerek, dersleri boykot etti. Eylem nedeniyle jandarmalar okul içinde ve dışında yoğun güvenlik önlemi aldı.
ANKARA (DİHA)

İdil'de karakollar işkencehaneye dönüştü

Şırnak'ın İdil İlçesi'nde 20 Ekim'de meydana gelen olaylarda yaralananlar, polisler hiçbir uyarı yapmadan yaşlı, çocuk ve hasta demeden sert müdahalede bulunduğunu belirterek, karakolların işkencehaneye dönüştüğüne dikkat çekti. İdil'de incelemelerde bulunan DTP Eşbaşkan Yardımcısı Selma Irmak, halkın demokratik tepkisine karşı bu şekildeki bir tahammülsüzlüğü kabul edilemeyeceğini ve halkın en demokratik taleplerini her koşulda dile getirmeye devam edeceğini söyledi.
polisrsaldiriyasliadam Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan'ın fiziki saldırıya uğramasını protesto etmek için İdil'de 20 Ekim'de DTP İlçe Örgütü tarafından yapılmak istenen yürüyüşe polisin sert müdahalesinin ardından aralarında DİHA muhabiri Vedat Yıldız, İdil Gazetesi muhabiri Mahmut Nas, İdil Güney Ekspres çalışanı Lokman Dayan ile Baran Menteş ile çok sayıda kişi, özel harekat timlerinin sert müdahalesinde yaralanmış ve gözaltına alınmıştı. İdil'de yaşananların OHAL dönemindeki müdahaleleri aştığı belirtilirken, olay günü korucuların da kente getirilerek kitleye müdahale ettiği ifade edildi. Yine Elazığ takviye olarak getirtilen özel harekat timleri ve polislerin de müdahaleye katılarak, kadın, çocuk ve hasta dinlemeden gaz bombası, cop, tazyikli su ve silah dipçikleri ile müdahalede bulunulduğu bilgisi verildi.
'Düşmanmış gibi saldırdılar'
Şırnak ve Cizre'den sonra İdil'de incelemelerini sürdüren ve aralarında DTP Şırnak Milletvekili Sevahir Bayındır, DTP Eşbaşkan Yardımcısı Selma Irmak, görevden uzaklaştırılan Cizre Belediye Başkanı Aydın Budak ve DTP PM Üyesi Alican Önlü'nün bulunduğu heyet ise bilgi almak için öncelikle DTP İdil İlçe binasına ziyarette bulundu. DTP'li heyete bilgi veren İdil Belediye Başkanı Resul Sadak ile DTP İlçe Başkanı Sait Çatak, yaşananların tam bir 'vahşet' olarak tanımlayarak, özel harekat timlerinin adeta halka ölümcül darbeleri ile müdahale ettiğini anlattı. Halkın buna rağmen tepkisini dile getirdiğini ifade eden Resul Sadak, 'Halkın en demokratik tepkisine adeta düşmanları karşılarında imiş gibi rast gele ellerindeki tüm araçları kullanarak saldırdılar. Çok sayıda kişi yaralandı. Kiminin kolu, kimin omuzu kırıldı kiminin gözü yarıldı. Bu şekilde bir de gözaltına aldılar. Gazetecilerin bunları belgelemesine izin vermediler. Görüntülerine el koydular' dedi.idil20102008
'Geri adım atmayacağız'
DTP Eşbaşkan Yardımcısı Selma Irmak ise halkın demokratik tepkisine karşı bu şekildeki bir tahammülsüzlüğün kabul edilemeyeceğini ve halkın en demokratik taleplerini her koşulda dile getirmeye devam edeceğini vurguladı. Irmak, Şırnak'ta devletin bir kez daha gerektiği zaman hala OHAL zihniyeti ve uygulamalarını devreye koyabileceğini gösterdiğini aktararak, 'Ancak Kürt halkı halkımız hiç bir zaman özgürlük mücadelesinden geri adım atmayacaktır. Bizler halkımızın yanında olacağız halkımızla birlikte onların talepleri doğrultusunda mücadelemizi yükselteceğiz' diye konuştu. DTP Şırnak Milletvekili Sevahir Bayındır'da halkın demokratik tepkisini dile getirdiğini ve orantısız güç kullananlar hakkında gerekli yasal işlemlerin başlatılması gerektiğini ve bunun için girişimlerde bulunacaklarını kaydetti.
'Önceden hazırlıklı idiler'
DTP'liler daha sonra esnaf ziyarette bulundu. DTP'liler daha sonra gözaltındakilerin durumu hakkında bilgi almak için avukatları ziyaret etti. Avukatlar Veysel Vesek ile Cihan Vesek yaşananlar hakkında bilgi verirken, kolluk kuvvetlerinin daha önceden müdahaleye hazırlandığını söyledi. Avukatlar, 'Yani karakolda her şey hazırlanmış. Sanki müdahale olacak ve onlarca kişi gözaltına alınacakmış gibi, daktilolar kurulmuş, gözaltı yerleri hazırlanmış. Kimlerin ifade alınacağı bile belliydi. Bu da gösteriyor ki, önceden müdahalenin kararı alınmış' diye belirtti.
'Üzerimize çullandılar'
Gözaltında iki gün kaldıktan sonra serbest bırakılan İdil Güney Ekspres çalışanı Baran Menteş yaşananları şöyle anlattı: 'DTP İdil ilçe binası önünde PKK Lideri Abdullah Öcalan'a yönelik yapılan fiziki saldırıya ilişkin yapılması düşünülen yürüyüşü diğer basın çalışanı arkadaşlarla takip ediyorduk. DİHA, AA, Güney Ekspress çalışanlarının aralarında bulunduğu 5-6 basın çalışanı vardı. Müdahalenin hemen sonrasında robokop giyimli çevik kuvvet giyimli polisler adeta üzerimize çullandılar. Müdahale 5 saniye içinde oldu biber gazları, robocop ve özel hareket timleri çok sert bir şekilde müdahale etti. Çok kaba bir şekilde müdahale ettiler.'
'Karakolda işkence var'
Özel harekat timlerinin müdahalesinde sol kulak memesi yırtılan ve vücudunun çeşitli yerlerinde darp izi bulunan İdil Güney Ekspres çalışanı Lokman Dayan, 'Kolluk kuvvetleri basın falan dinlemedi. Beni özel harekatçılar döve döve gözaltına aldılar. Elimi arkadan bağlayıp vurmaya başladılar. Tekmelerle beni yere yatırıp vuruyorlardı. Karakolda da bu devam etti. Herkes şunu bilsin ki, karakollar artık işkencehaneye dönüşmüştür. Halen gözaltında işkence var ve karakollarda bu sürüyor' dedi. Dayan, sorumlular hakkında suç duyurusunda bulunduğunu da belirtti.
'Protez olan ayağıma vurdular'
Kitlenin polise herhangi bir tepkisi gelişmeden müdahalenin başladığın anlatan Menteş, 'Üstelik orda bulunan kitle tek bir taş dahi atmamıştı. Doğal bir şekilde tepkilerini ve sloganlarını dile getiriyorlardı. Gazeteci olduğumuz söylememize rağmen sanki düşmanmışız gibi üzerimize saldırdılar. Ne kadar bağırdık çağırdık fayda etmedi. DİHA muhabiri Vedat Yıldız sol elmacık kemiği ve sol gözünde darbeler sonucu yaralar oluştu. İdil Gazetesi muhabiri Mahmut Nas darp edildi. İdil Güney Exsppres çalışanı Lokman Dayan müdahale sonucu sol kulak memesi yırtıldı. Ben de müdahale esnasında darp edildim. Bir ayağımın protez olduğunu söylememe rağmen dinlemediler ve vurmaya devam ettiler. Yaklaşık 10 özel hareket ve robokop üzerime çullandı. Ellerimi arkadan büktüler nerdeyse kırılıyordu' diye konuştu.
'Kalaslarla saldırdılar'
Gözaltına alınan ve her iki gözü polisin kaba dayağı sonucunda moraran Salih Gümüş adlı yurttaş ise şu bilgileri verdi: 'Yolda yürüyordum hiçbir şeyden haberim yoktu. Kalasla başıma vurduktan sonra beni yere yatırdılar ve yere vurmaya başladılar. Yapalar özel hareket timleri idi. Hiçbir soru sormadan saldırdılar.Yüzüme ve gözüme postallarla vurdular.Yüzümü savunmaya çalışıyordum ama nafile.Yaklaşık10 özel hareket timi başımda toplanmıştı.Daha önce geçirdiğim bir trafik kazasında kafatasım açılarak ameliyat edilmiştim Ama o esnada kalaslarla saldırdılar bana. Bunu emniyet amirine söyledi. Hastaydım yeşil kartımla ilaç alacaktım ben niye böyle yaptınız diye biz değil dışardan gelen özel harekatçılar yaptı.'
HİKMET ERDEN / VEDAT YILDIZ - ŞIRNAK (DİHA)

Soykırım demeyelim de...

ahmetturkdtpmilletvekilleri İzin verirseniz, dünya haberleriyle ilgili bu köşeyi, 12 Eylül'lü yılları hapishanelerde geçirmiş biri olarak, Ahmet Türk'ün hakkında soruşturma açılan sözlerine ayıracağım.

Sayın Türk, '12 Eylül, hem Kürtler hem de tüm Türkiye için siyasal, sosyal ve ekonomik bir soykırım olmuştur' demiş. Elimde tam metin yok. Gerek de yok. Yani merkez medyanın duyduğu kadarıyla konuyu ele almak istiyorum. Türk televizyon ve gazeteleri 'soykırım' kelimesini duyunca hop oturup, hop kalktı; sağcı partiler demeç verme kuyruğuna girdi ve savcı bile sonunda soruşturma açmak zorunda kaldı.
12 Eylül darbesinin ABD'nin yeşil kuşak projesiyle ilgisine, meclisi kapatıp, anayasayı rafa kaldırması gibi, yapanların en ağır cezalara çarptırılmasını gerektiren temel yönlerine falan girmeden neler yaptığını bir hatırlamakta yarar var:
650 bin kişi göz altına alındı.

1 milyon 683 bin kişi fişlendi.

Açılan 210 bin davada 230 bin kişi yargılandı.

7 bin kişi için idam cezası istendi.

517 kişiye idam cezası verildi. İdamları istenen 259 kişinin dosyası Meclis'e gönderildi. Haklarında idam cezası verilenlerden 50'si asıldı.

71 bin kişi TCK'nin 141, 142 ve 163. maddelerinden yargılandı.

98 bin 404 kişi örgüt üyesi olmak suçundan yargılandı.

388 bin kişiye pasaport verilmedi.

30 bin kişi sakıncalı olduğu için işten atıldı.

14 bin kişi yurttaşlıktan çıkarıldı.

30 bin kişi siyasi mülteci olarak yurtdışına gitti.
300 kişi kuşkulu bir şekilde öldü.

171 kişinin işkenceden öldüğü belgelendi.

937 film sakıncalı bulunduğu için yasaklandı.

23 bin 677 derneğin faaliyeti durduruldu.

3 bin 854 öğretmen,

üniversitede görevli 120 öğretim üyesi

ve 47 yargıcın işine son verildi.

400 gazeteci için toplam 4 bin yıl hapis cezası istendi.

Gazetecilere 3 bin 315 yıl 6 ay hapis cezası verildi.

31 gazeteci cezaevine girdi.

300 gazeteci saldırıya uğradı.

3 gazeteci silahla öldürüldü.

Gazeteler 300 gün yayın yapamadı.

13 büyük gazete için 303 dava açıldı.

39 ton gazete ve dergi imha edildi.
Cezaevlerinde toplam 299 kişi yaşamını yitirdi.

Bunlardan 144 kişi kuşkulu bir şekilde öldü.

14 kişi açlık grevinde öldü.

16 kişi kaçarken(!) vuruldu.

95 kişi çatışmada öldü.

73 kişiye doğal ölüm raporu verildi.

43 kişinin intihar ettiği bildirildi. Cuntanın halka verdiği zarar böylesine korkunç olunca, bazı ayrıntılar önemsenmedi. Oysa cuntacı anlayışın siyasi partilere ve siyasetçilere olan güvensizliği yeni anayasa ve siyasi partiler yasasına olduğu gibi yansıdı ve siyasi partilerin kapatılmasının yanı sıra, siyasetçilere de siyaset yasağı getirilmesinin önü açıldı.
12 Eylül cuntası o dönemde var olan 18 partiyi kapattığı gibi, söz konusu partilerin yöneticileri ve meclisteki üyelerine; yani tam 723 kişiye -partilerin merkez yöneticilerine 10 yıl, milletvekili ve senatörlere 5 yıl- siyaset yasağı getirdi. Böylece 1983 yılında siyasi partilerin kurulmasına izin verildiğinde ne 12 Eylül öncesi partiler yeniden kurulabilecek ne de onların yöneticileri durumundaki 723 kişi, yeni kurulan partilerin kurucusu, yöneticisi veya denetçisi olabilecekti. Siyaset yasağı söz konusu kişilerin yeni kurulan partilerden aday gösterilmesini de önlüyordu. Bu yasak kolayca kaldırılamasın diye 1982 Anayasası'na da kondu. Anayasa'nın Geçici 4. maddesi 723 kişiye getirilen yasağı düzenliyordu. Türkiye'nin bu ayıptan kurtulması için 1987 yılını beklememiz gerekti.
Ancak 12 Eylül Cuntası'nın siyasetçiye olan güvensizliği ya da ülkedeki siyaseti kendi anlayışına göre dizayn etme anlayışı, yeni partilerin kuruluşunda da devam etti. Cunta 1983 seçimleri öncesi kurulan MDP'nin 3, Halkçı Parti'nin 7, ANAP'ın 7, SODEP'in 37, YGP'nin 62, DYP'nin 320 kurucu üyesini ilk aşamada veto etti. Böylece en az 30 kurucu üyeye sahip olması gereken kimi partilerin seçime girmesi fiilen engellenmiş oldu. Cunta seçime girmesine lütfen izin verdiği partilerin milletvekili adaylarına da karıştı ve 1683 adaydan 672'si veto etti. Bu konuda hızını alamayan cunta, Büyük Türkiye Partisi'ni 79 sayılı kararla Adalet Partisi'nin devamı olduğu iddiasıyla kapattı.

 
Tüm bu yaşananlara 'soykırım' demeyelim de; peki ya ne diyelim?

Hüseyin Aykol Gundem

Babası ile aynı kaderi paylaştı

ahmetozhan Babası işkenceyle katledilirken Ahmet 10 yaşındaydı. 25 yaşındaki Ahmet, polis kurşunuyla yaşamını yitirirken; arkasında bir yaşındaki Mehmet Ali'yi bıraktı. Anne Özkan, 'Devlet benim kocamı öldürdüğü gibi oğlumu da öldürdü. Oğlumun hesabının sorulmasını istiyorum' diye feryat etti.
Ağrı'nın Doğubeyazıt ilçesinde Öcalan'a yapılan saldırıyı protesto etmek için yapılan gösterilerde Ahmet Özkan (25) yaşamını yitirdi. Henüz 10 yaşında iken babasını da işkence sonucu kaybeden Özkan'ın bir yaşındaki bebeği de yetim kaldı. İsyanları ile tarihte yer edinen Ağrı, son günlerde yaşanan gösterilerle bir kez daha tarihteki yerini aldı. 1926, 1927 ve 1930 yıllarında isyanların bastırılmasından sonra Ağrı Dağı, 'Hayali Kürdistan burada meftundur' sözüyle hatırlanır oldu. Ancak Ağrı'da isyan hiç bitmedi. 78 yıldır sürekli ayaklanmaların yaşandığı Ağrı'da en son 21 Ekim'de KCK Önderi Abdullah Öcalan için gösteri düzenlendi. Doğubeyazıt'ta düzenlenen gösteride 25 yaşındaki Ahmet Özkan polisin açtığı ateş sonucu sırtından vuruldu. Özkan'ın ölümü Ağrı'da büyük bir tepkiye yol açtı.
Babası işkenceden öldü
Ahmet Özkan, 1984 yılında Doğubeyazıt'ın Hallaç Köyü'nde doğdu. PKK'nin silahlı mücadeleyi başlattığı yıllarda doğan Özkan'ın köyü de gelişen çatışmalardan sürekli nasibini aldı. Çatışmaların doruğa çıktığı 1993 yıllında Hallaç Köyü yakılarak, boşaltıldı. Henüz 9 yaşındayken ailesiyle Doğubeyazıt'a göç etmek zorunda kalan Ahmet, 10 yaşına geldiğini de babası Polat Özkan tutuklandı. Gözaltında gördüğü işkencelerin izlerini taşıyan babası Polat Özkan, cezaevinde kısa bir süre kaldıktan sonra tahliye oldu. Gördüğü işkencelerden dolayı felç olan babası tahliyesinin ardından hayata gözlerini yumdu.ahmetozkancenaze
Küçük yaşta büyük sorumluluk
Evin 6. çocuğu olan Ahmet, babasının ölümünün ardından 11 kardeşiyle yetim kaldı. Annesi aynı zamanda çocuklarına babalık yaptı. Diğer kardeşleri gibi Ahmet'in de küçük omuzlarına ağır bir yük binmişti. Çobanlık yapmaya başlayan Ahmet, koyunlarını Ağrı (Ararat) Dağı'nın eteklerine götürüp otlatıyordu. Ararat ile dost olan Ahmet, Ararat'tan başı dik ve onurlu olmayı öğrenmişti. Taşıdığı kimliğin bilincindeydi. Kürt sorununun çözümünde katkısı olacağına inandığı her eyleme katılıyor, panzere ve kurşunlara aldırış etmeden en önde yer alıyordu. Bir yandan da babasına verdiği sözü unutmayarak, ailesini geçindirmeye çalışıyordu.
Oğlu da kendi gibi yetim kaldı
Ahmet 20 yaşına geldiğinde askere gitmek zorunda kaldı. 2003 yılında askere giden Ahmet, askerliğini bitirdikten sonra Zeynep'le evlendi. 2007 yılında genç yaşında baba olan Ahmet'in Mehmet Ali adındaki çocuğunun kendisi gibi yetim büyümesini istemiyordu. Oğlu ve ailesi için gece gündüz çalışıyordu. Ancak oğlunun kaderi de kendisininkinden çok farklı olmadı. Öcalan'a İmralı Cezaevi'nde yapılan saldırıyı protesto eden kitleye katılan Ahmet, sırtından aldığı ve kalbinden geçen kurşunla yaşamını yitirdi. Babası ölürken 10 yaşında yetim kalan Ahmet, yaşama gözlerini yumarken, bir yaşındaki oğlu Mehmet Ali de yetim kaldı. 22 yaşındaki eşi Zeynep'i, babasının emaneti olan 10 kardeşini geride bıraktı. Ahmet geride bir yetim, genç bir dul kadın, yaşlı bir anne ve şu an askerde olan bir kardeş bıraktı.ahmetozkan
Annenin ağıtları Ararat'a yükseldi
Anne Şükran Özkan'ın oğlu için yaktığı ağıtlar, Ağrı Dağı'nda yankılandı. Anne Özkan Kürtçe söylediği ağıtlarında, 'Devlet benim evladımı öldürdü. Devlet benim kocamı da işkencelerde katletti' dedi. Oğlunun babasız büyüdüğünü ve çobanlık yaparak geçimlerini sağladığını belirten Anne Özkan, 'Devlet benim kocamı öldürdüğü gibi oğlumu da öldürdü. Oğlumun hesabının sorulmasını istiyorum. Devletten davacıyım” diye konuştu.
'Kanı yerde kalmasın'
Gözleri ağlamaktan kuruyan eşi Zeynep Özkan ise konuşmakta güçlük çekti. Konuşacak ve ağlayacak hali kalmayan Zeynep Özkan, sadece şunları haykırabildi: “Benim kocam çobandı. O gün yine çobanlığa gidecekti. Yapılan haksızlığı duyunca evden çıkarak eyleme gitti. Benim kocamın kanı yerde kalmasın. Kanı alınsın.'
'Devletten hesap soracağız'
1993 yılında kardeşini öldürenlerin şimdi de yeğenini öldürdüğünü ifade eden amca Mehmet Özkan ise devletten çok çektiklerini söyledi. Ahmet'in çobanlık yaparak ailesini bu güne getirebildiğini belirten Amca Özkan, “Bütün aileye o bakıyordu. Ama babası gibi devlet onu da öldürdü. Devletten bu hesabı soracağız ve bu hesabı sorarken bütün Kürt halkının desteğini istiyoruz' dedi. Ahmet'in yurtsever ve iyi bir insan olduğunu belirten arkadaşı Ahmet Çağlı, Ahmet'i şu cümlelerle anlattı: 'Hiçbir zaman haksızlığı kabul etmiyordu. Mert ve delikanlı bir kişiliği vardı. Hayatı boyunca hiç kimse ondan şikâyetçi olmadı. Herkes onun çok iyi bir insan olduğunu biliyordu.'
ERCAN ÖKSÜZ/ REMZİ COŞKUN - VAN / DİHA

Ege'deki YDG'li öğrenciler dersleri boykot etti

egeuniversiteanadil Ege Bölgesi'ndeki üniversitelerde okuyan Yurtsever Demokratik Gençlik (YDG) üyesi öğrenciler, TZPKurdi'nin başlattığı 'Êdî Bes e anadilde eğitim istiyorum' kampanyasına destek vermek amacıyla bir günlük ders boykotu yaptı.

YDG üyesi öğrenciler, 'Êdî Bes e anadilde eğitim istiyorum' kampanyasına destek vermek amacıyla gerçekleştirdikleri ders boykotuna ilişkin EÜ 1 No'lu Yemekhane önünde basın açıklaması yaptı.

EÜ Edebiyat Fakültesi önünde toplanan öğrenciler, Kredi ve Yurtlar Kurumu önüne kadar yürüdü. 'Êdî Bes e em perwerdeyi ya bi ziman e kurdi dixwazin' pankartı açan grup, 'AKP vekilleri Kürtlerin katilleri', 'Bu ateş sizi de yakar', 'Azadi wek hevi, ziman e zikmaki', 'Ciwan hezen parastina ziman' dövizleri taşıdı. Yürüyüş sırasında 'Feda feda Öcalan'a can feda', 'Önderimize uzanan elleri kırarız', 'Halkımızın işkenceye karşı direnişini selamlıyoruz' sloganları attı.egeuniversiteanadil2

Öğrenciler adına açıklama yapan Seyit Yalnız, Kürtlerin, bütün baskı, asimilasyon ve inkar politikalarına karşı varlığını koruduğunu belirterek, 'Kürt halkı bundan sonra da kendini korumasını bilecektir. Kürtler çok köklü tarih, dil ve kültüre sahip bir halktır. Babe Tahire Hemedani'den Evdile Goran'a, Cegerxwin'den Feqiye Teyran'a kadar yüzlerce edebiyatçı, bilim ve düşünür insanı Kürtçede eser vermiştir' dedi. Kürtçenin kreşten üniversiteye kadar resmi dil olarak okutulması ve anayasal güvencesi altına alınması gerektiğini vurgulayan Yalnız, 'Devlet Kürt diline ve kültürüne uyguladığı asimilasyon politikasından ve Kürt halkının muhataplarına karşı uyguladığı fiziki saldırılardan, işkencelerden, onur kırıcı muamelelerden ötürü Kürt halkından özür dilemeli. Bu uygulamalar Kürt gençleri için kabul edilemez. Kürtçe eğitim dili olmalı ve yaşamın her alanında kullanılmalı. Kürtçe önündeki yasal engeller kaldırılmalıdır' diye konuştu.

İZMİR (DİHA)