Friday, October 31, 2008

İran’dan Kürt gazeteciye 11 yıl hapis cezası

 

ANFTahran Ceza Mahkemesi, Kürt gazeteci ve Doğu Kürdistan İnsan Hakları Örgütü (RMMK) Başkanı Mihemed Sediq Kebudwend’e verilen 11 yıl hapis cezasını onadı.
Mihemed Sediq Kebudwend, Doğu Kürdistan’da insan hakları derneği kurduğu için 11 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Tahran Ceza Mahkemesi’nin bu cezayı 23 Ekim 2008 tarihinde onayladığı bildirildi. İran’da 10 yılın üzerinde cezalar verildiğinde Yüksek Mahkeme’ye itirazda bulunulamıyor.
Merkezi Paris’te bulunan Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütü (RSF), Kebudwen hakkındaki suçlamaların temelsiz olduğunu belirterek, “insan haklarını savunmayı ulusal güvenliğe bir zarar olarak değerlendirmek bir sapma ve ülkede azınlıklara yönelik ayrımcı muameleye yazılarında uzun süre boyunca tepki gösteren bir gazeteciyi susturmak için beceriksiz bir gerekçedir” dedi.
“Bu gazetecinin en temel hakları ayaklar altına alındı” diyerek gazetecinin tedavi hakkından yararlanamadığına dikkat çeken RSF, “İran makamları tutuklunun sağlık durumundan sorumludur. Mihemed Sediq Kebudwend’in acilen cezaevi duvarları dışında sağlık incelemesine ihtiyacı var” diye belirtti.
Kebudwen’in durumuna ilişkin RSF’ye bilgi veren eşi Perinaz Hasani, gazeteci Kebudwend ile 24 Eylül 2008 tarihinden beri görüştürülmediğini kaydetti.
22 Haziran 2008 tarihinde de Tahran 15. Devrim Mahkemesi, 2004 yılında yayını durdurulan Peyame Merdome Kurdistan haftalık gazetesi yazı işleri müdürü ve RMMK başkanı Mihemed Sediq Kebudwend hakkında 11 yıl hapis cezası vermişti. Kebudwend, Temmuz 2007’den beri Tahran’da işkencesi ile ünlü Evin cezaevinde tutuluyor.

Washington'da 29 Ekim'de "Barzani resepsiyonu"

BAŞKAN BARZANİ: “TÜM KOMŞULARIMIZLA İYİ İLİŞKİLER İSTİYORUZ”barzani     

31-Oct-08 [13:7]
PNA-ABD Başkanı George W.Bush’un resmi davetlisi olarak Washington’da bulunan Federal Kürdistan Bölge Başkanı Mesut Barzani, tüm komşu ülkelerle iyi ilişkiler içinde olmak istediklerini söyledi.

Kürdistan Bölgesi Hükümetinin Washington Temsilcisi Kubat Talabani’nin Başkan Barzani’nin onuruna dün verdiği resepsiyonda konuşan Başkan Barzani, tüm komşu ülkelerle iyi ilişkiler içinde olmak istediklerini söyledi.

Resepsiyona, Richard Perle, Eski ABD Savunma Bakanı Yardımcısı Paul Wolfowitz, Paul Bremer, ABD'nin eski Bağdat Büyükelçisi ve şimdiki BM Daimi Temsilcisi Zalmay Halilzad ve diğer bazı Amerikalı yetkililer katıldı.

Resepsiyonda bir konuşma yapan Başkan Barzani, Amerikalılara, Irak’ı diktatörlükten kurtardıkları için teşekkür ederek, Kürdistan Bölgesi’nin ne kadar güvenli ve istikrarlı bir Bölge olduğunu şu örneklerle verdi:

“Kürdistan’da görev yapan hiçbir Amerikan askerinin hiçbir şekilde kanı akmadı. O kadar ki, trafik kazasında bile Amerikalıların kanları akmadı”.

Başkan Barzani, resepsiyondaki konuşmasında, tüm komşu ülkelerle iyi ilişkiler içinde olmak istediklerini belirtti.

Komşu ülkelerle en iyi ilişkileri sağlamak için çalıştıklarını belirten Başkan Barzani, Kürdistan Bölgesi’nin Kürt, Arap, Türkmen herkese açık bir Bölge olduğunu kaydetti.

Resesiyondaki konuşması sonrası, Türkiye’de yayın yapan Hürriyet gazetesinin “Türkiye’ye, Türk halkına mesajınız nedir?” sorusuna cevap veren Başkan Barzani, “Türkiye’ye dostluk ve barış mesajı gönderiyorum” dedi.

Hürriyetin, “Türkiye, sizden PKK konusunda da mesaj bekliyor. PKK konusunda ne diyorsunuz?” sorusuna da Başkan Barzani, “Hepimiz, akan kanı durdurmak için birlikte çalışmalıyız. Akan kanın kimseye faydası yok” dedi.

Başkan Barzani, ziyareti çerçevesinde ABD Başkanı Bush başta olmak üzere Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice, ABD Başkan Yardımcısı Dick Cheney, ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı  Stephen Hadley ve Washington Post gazetesinin yazar kadrosuyla bir araya gelmişti.


Hurriyet’e ait haber:


barzane Ankara’daki 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı “resepsiyon karmaşasına” bir “katkı” da Washington’dan; ABD’ye resmi ziyarette bulunan Iraklı Kürt lider Mesud Barzani, Washington’da resepsiyon vermek için, 29 Ekim’i seçti.

Washington’un en gözde otellerinden Fairmont’ta Barzani onuruna verilen resepsiyonda Türkiye’nin Washington Büyükelçiği'nin verdiği resepsiyonla aynı saatlere denk geldi. Türk elçiliğindeki resepsiyon Washington saati ile 17.00’de başladı, ve 20.30’a kadar sürdü. Barzani resepsiyonunun başlama saati de 18.30’du.

HANGİ RESEPSİYONA KİM GİTTİ?

Resepsiyon saatleri çakışınca, “ABD tarafından kim hangi resepsiyona gitti?” sorusu da en çok merak edilen konu haline geldi. Türkiye Büyükelçiliğindeki resepsiyonda göze çarpanlar, ABD’nin Ankara’da görev yapan eski Büyükelçileri Mark Grossman ve Robert Pearson ile, Ankara’ya yeni atanan Amerikan Büyükelçisi Jim Jeffrey oldu. Jeffrey, resmen Ankara Büyükelçisi olarak atandı. Ancak yeni görevine başlamak için Başkanlık seçimlerinin sonucunu bekliyor. Halen de, ABD Başkanı George Bush’un Ulusal Güvenlik Danışmanlığını yapan Steven Hadley’in yardımcısı olarak çalışıyor.
Irak Cumhurbaşkanı Celal Talabani’nin oğlu Kubat Talabani’nin evsahipliği yaptığı, Barzani onuruna verilen diğer resepsiyonda ise göze çarpanlar “eski tüfek neo-conlar” oldu.

 

Türkiye’nin “karanlıklar prensi” olarak tanıdığı, Irak işgalinin baş savunucularından Richard Perle, işgalin başladığı dönemdeki ABD Savunma Bakan Yardımcısı Paul Wolfowitz, işgal sonrasında Başkan Bush’un bizzat atadığı Irak’taki ilk Amerikan sivil temsilcisi Paul Bremer, kısacası “Irak savaşını çıkaran Amerikan ekibinin tümü” resepsiyondaydı.
Resepsiyonda, yine işgalin başlamasından hemen önce Saddam Hüseyin muhaliflerini örgütlemekten sorumlu olarak çalışan, işgal sonrasında ise ABD’nin Irak Büyükelçisi olarak atanan Zalmay Halilzad da vardı. Halilzad, halen ABD’nin BM nezdindeki Büyükelçisi olarak görev yapıyor. ABD sistemine göre, BM Büyükelçisi “Başkan’ın iç kabinesi” içinde yer alır. Dolayısıyla devlet hiyerarşisindeki yeri “Bakan” görevine eş düşer.
Bu açıdan bakınca, Barzani resepsiyona ABD’nin “bakan” düzeyinde bir katılımı olurken, Türkiye resepsiyonda Amerikan yönetiminin aynı şekilde temsil edilmemesi dikkat çekti.

BARZANİ’DEN “DOSTLUK” MESAJI
Barzani resepsiyonda herkesle tek tek ilgilendi. Ancak tüm konuşmalarını, kendisiyle konuşan kişi eğer Arapça ya da Kürtçe hitap etmiyorsa, tercüman aracılığıyla yaptı.
Resepsiyonda bir konuşma yapan Barzani’ye, konuşması sonrası yaklaşıp, soru sorma fırsatı bulduk. Ancak önce yanıt vermemeyi tercih etti.
Ardından, “Türkiye’ye, Türk halkına mesajınız nedir?” deyince, çevirmen aracılığıyla, “Türkiye’ye dostluk ve barış mesajı gönderiyorum” yanıtı geldi.
İlk yanıt gelince, tabii ısrar etmek de farz oldu.
Bu kez, biraz daha ileri gidip, “Türkiye, sizden PKK konusunda da bir mesaj bekliyor. PKK konusunda ne diyorsunuz?” diye sorunca, buna yanıt olarak doğrudan PKK’nın adını anmamayı tercih etti. “Hepimiz, akan kanı durdurmak için birlikte çalışmalıyız” dedi ve ekledi;”Akan kanın kimseye faydası yok…”
Bu cümlenin ardından ısrarımıza rağmen, başka ayrıntı gelmedi. Son bir hamle ile, bir soru daha sorduk; “Ankara’ya gelmeyi düşünüyor musunuz?”
Bu “ayaküstü” röportajda bu soruya da yine ancak tek cümlelik bir yanıt aldık;
“Şartlar uygun olduğunda, Ankara’ya gelmek isterim, inşallah…”

“KÜRDİSTAN’DA TEK BİR AMERİKAN ASKERİNİN KANI AKMADI”

Barzani, resepsiyonda kısa da bir konuşma yaptı. Amerikalılara, Irak’ı “diktatörlükten kurtardıkları” için teşekkür eden Mesud Barzani, Kuzey Irak’ın “ne kadar güvenli ve istikrarlı bir bölge” olduğunu ise, şu çarpıcı örnekle verdi;
“Kürdistan’da (Kuzey Irak’ı kastediyor) görev yapan hiçbir Amerikan askerinin hiçbir şekilde kanı akmadı; O kadar ki, trafik kazasında bile Amerikalıların kanları akmadı…”
Konuşmasında Türkiye’ye ya da PKK terörüne hiç değinmeyen Barzani, sadece “tüm komşularımızla iyi ilişkiler istiyoruz” dedi. Barzani, Irak Kürdistanı’nın “Türkmen, Kürt, Arap, herkese açık bir bölge olduğunu” da söyledi.
KUBAT TALABANİ: BENİ TÜRK RESEPSİYONUNA ÇAĞIRMADILAR

Barzani ABD programı gereği Washington’da yaklaşık bir hafta kalacak. Peki neden, bu bir haftalık süre içinde, Barzani onuruna verilen resepsiyon, Türkiye Cumhuriyeti’nin en önemli günü, 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı ile aynı güne denk getirildi? Tesadüf müydü, yoksa planlanarak mı yapılmıştı?
Bu soruyu da, resepsiyonun “ev sahibi” olan, Kubat Talabani’ye yönelttik.
Kubat, Kuzey Irak’taki Kürt gruplardan diğerinin lideri olan, şu anda da Irak Devlet Başkanlığı görevini yürüten Celal Talabani’nin oğlu. Şu anda, sadece babasının partisini değil, “tüm Kuzey Irak’ı” Washington’da temsil ediyor.  
Kubat Talabani, Barzani’nin resepsiyonu için seçilen gün konusundaki soruya “yeminler ederek” yanıt veriyor;
“29 Ekim’in Türkiye’nin Bayramı olduğunu düşünemedim. Başkan Barzani’nin programındaki en uygun akşam 29 Ekim akşamıydı. Özellikle seçmedik, program nedeniyle bu gün olması gerekiyordu…”
Kubat Talabani’nin, biz resepsiyondan ayrılırken söylediği sözler ise çok ama çok çarpıcıydı:
“Zaten Türkiye Büyükelçiliği de beni 29 Ekim resepsiyonuna davet etmedi. Lütfen haberinizde bunu özellikle yazın. Bu durumda, Başkan Barzani’nin resepsiyonunu planlanker, aynı gün Türkiye’nin de resepsiyonu olduğunu nereden bilebilirdim ki..”
Böyle bir açıklama gelince sormadan olmaz;
Peki Kubat Talabani, kendi resepsiyonuna Türkiye Büyükelçiliği’nden birini davet etmiş miydi? Yanıt bu kez net oldu;
“Evet davet ettim. Ancak davet ettiğim diplomat bana çok kibar bir mesaj atarak, Türkiye Cumhuriyeti’nin de aynı gün resepsiyonu olduğunu, bu nedenle katılamayacağını bildirdi…” Zeynep Gürcanlı-Hurriyet


DZEYİ: ‘’BAŞKAN BARZANİ’NİN PROĞRAMINDA TÜRK HEYETİ İLE GÖRÜŞME YOK’’    

31-Oct-08 [11:46]
sefin dizayi dzeyi PNA-Kürdistan Demokrat Partisi (PDK) Dışilişkiler Sorumlusu Sefin Dzeyi, Türkiye heyetinin ABD ziyaretinin Kürdistan Bölgesi (FKB) Başkanı Mesut Barzani’nin ABD ziyaretine denk gelmesinin sonucunda yapılan yorumlar hakkında Kürdistan TV’ye yaptığı özel açıklamada, Türk heyetinin ABD’ye gitmesinin ABD ile ilişkileri olan Türkiye hükümetinin bir proğramı olduğunu söyleyerek bunun güya Kürt tarafı ile Türk tarafı arasında görüşme olacağı yönünde bahsedilen görüşmenin ne Kürdistan Bölge Başkanı’nın programında, ne de onların programında olduğunu söyledi.

Dzeyi, program dışı olarak Kürdistan Bölgesi Başkanı ile görüşmek için talep olmasının olumsuz bir yönünün olacağını düşünmediğini söyledi.

Türkiye’nin, ABD’nin şemsiyesi altında Başkan Barzani ile görüşmek için ABD’yi seçip seçmediğine ilişkin Dzeyi, “Hayır, ABD şemsiye altında değildir. İki komşu olarak ilişkilere ihtiyacımız var. Bu ilişkiler de zamanında olmuştur. 2003 yılından sonra  bazı engeller uğrayan bu ilişkilerin yeniden kurulmasının karşılıklı çıkar temelinde olduğu doğrudur. Biz, genel ofis olarak geçmiş yıllarda görüşmeler için Ankara’yı ziyaret ettik. Ancak liderlik düzeyinde Başbakan Neçirvan Barzani, 1 Mayıs 2008’de Bağdat’ta Türk heyeti ile bir görüşme gerçekleştirdi. Heyetle daha sonra Kürdistan Bölgesi Başkanı Mesut Barzani de bir görüşme gerçekleştirdi. Bununla beraber ABD ve İngiltere tarafı aramızda doğrudan görüşmelerin olması için herzaman ısrar ediyordu. Sorunları doğrudan ve diyalogla çözebilmesi için görüşmelerin gerekli düzeyde olması gerektiğine inanıyorlardı’’ dedi.

Türkiye Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ’un ülkesinin Başkan Barzani ile doğrudan görüşmelerini olumlu olarak nitelemesine Kürdistan Bölgesi Hükümetinin bu tutuma nasıl baktığı hakkında Sefin Dzeyi, “Şüphesiz Türk ordusu önemli bir kurumdur. Çünkü bölgedeki durum ve Türkiye’nin dış siyaseti üzerinde doğrudan etkisi vardır. Bir süre önce açıkça Kürdistan Liderliği ile hiçbir şekilde müzakerelerin yapılmamasından bahsediyorlardı. Eğer Türkiye hükümeti de müzakere yapmak isterse böylece kendisi karar verebilir. Ancak ordu bu sürecin bir parçası olmaz. Şuanda sergiledikleri tutum şüphesiz iyi ve olumludur. Türkiye ordusu çok defa PKK sorununun sadece askeri tarafla çözülemeyeceğinin sinyalini veriyordu. Diplomatik, ekonomik ve diğer açılımlara da gerek var. Bu iyi bir tutum. Madem ki ordu destekliyor o zaman bu Türkiye hükümetinin de üzerine düşer. Öyle bir siyaset hazırlanmalı ki sorunlar diyalogla çözüme kavuşturulabilsin. Kürdistan Bölgesi bütün dostluk ilişkilerini olumlu karşılıyor.”dedi.

Türkiye hükümetinin bölgedeki geşlişmeler ve Yeni Irak’taki Kürdistan liderliğinin konumu karşısındaki değişikliği konusunda da Dzeyi, ‘’Türkiye hükümeti duruma şuanda daha gerçekçi  bir şekilde bakıyor. Kürt ve Kürdistan siyasi güçlerinin Irak’ı özgürleştirme sürecinde etkili rolleri var. Liderlerimiz Bağdat’ta Irak’taki yeni siyasi ve yeniden yapılandırma sürecinde önemli bir rol üstlenmiştir. Başkan Barzani’nin son Bağdat ve ABD ziyareti ardından ortaya çıktı ki mevcut sorunları değerlendirmek ve çözüm yolunun bulunması için Başkan Barzani’nin tam desteğine ihtiyaç var.” dedi.

Dzeyi açıklamasında, bugüne kadar Türk yetkilerle yapılan müzakerelerde hiçbir gizli gündemin  görüşülmediğini, müzakerelerin tamamen açık bir şekilde yapıldığını belirterek, ikili görüşmelerin de eskiden olduğu gibi adım adım üst düzeye ulaşmasını beklediklerini kaydetti.

Duran: Kürt meselesi bir tarafın ağzı kapatılarak çözülemez

Gazeteci Ragıp Duran, Kürt basınına yönelik baskıların kabul edilemez olduğunu belirterek, '90'lardan sonra öldürülen gazeteci arkadaşımızın sayısı 23-24'tür. Bunlara gazetelerin kapatıldığını ekleyin. İnternet özgürlük alanı deniliyor internette hangi Kürt sitesine girmeye kalksanız, bilmem ne mahkemesinin kararı ile kapatılmıştır diyor. Kürt meselesi bir tarafın ağzı kapatılarak çözülemez. Siz karşı tarafın görüşünü sözünü serbestçe ifade etmesine izin vermedikten sonra o sorunu çözmeniz mümkün değil' diye konuştu.

ragipduran1 Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ'un göreve gelir gelmez basına brifing vererek medyayı kontrol altına almaya çalışması ve AKP Hükümeti'nin 'kendi' medyasını yaratma çabalarının ardından, medyanın TSK ve hükümete eleştirel yaklaşması medyanın tutum değiştirip değiştirmediğini akıllara getirdi. Gazeteci Ragıp Duran, medyanın bu değişimi, Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan'a yapılan fiziki saldırıyı protesto amacıyla bölgede düzenlenen gösteriler, gösterilere güvenlik güçlerinin sert müdahalesi sonucu yaşanan olaylar ve Kürt sorunundaki çözümsüzlük üzerine sorularımızı yanıtladı.
TSK'de yaşanan görev değişiminden sonra medya brifingleri, haftalık bilgilendirme gibi toplantıların yapıldığı yeni bir dönem başladı. Bu gelişmeyi nasıl değerlendiriyorsunuz?
Yapılan medya brifingleri ve Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ'un İngilizce bir kitapla toplantıya gelmesi yeni dönemde medyaya daha fazla önem verileceğini gösteriyor. Burada, medya ile ilişkilere önem vermek başlı başına olumlu ya da olumsuz bir şey değil. Çünkü TSK şimdiye kadar kapalı bir kutu, çok fazla bilgi vermiyor, medya ile teması yok, akreditasyon nedeniyle bazı gazetecileri devre dışı bırakıyor. Dolayısıyla haftalık brifingler, hele uzmanlaşmış muhabirlere yönelik brifinglere bir itirazım yok. Ama burada esas amaç, mümkün olduğu kadar medyada Genelkurmayı olumlayan haberlerin yer almasıdır. İlk başlarda, İlker Başbuğ göreve geldiği zaman Türk medyası, 'Entelektüel komutan, diplomat komutan' gibi bir takım nitelendirmelerde bulundu. Daha çok ta övgü dolu nitelemelerdi. Ama çok kısa süre içinde ne diplomat ne de entelektüel olmadığı anlaşıldı. Bir kere entelektüel silahla külahla uğraşmaz. Entelektüel fikirle uğraşır, üstelik ilke olarak muhaliftir. Öyle devlet yanlısı Genelkurmay Başkanı'na entelektüel denilmez. Son açıklamalarında bağıra çağıra konuşması el kol hareketleri ile medyaya yönelik yaptığı hakaretler hiçte diplomatça olmadığını gösterdi. Zaten Genelkurmay Başkanı'ndan entelektüel ve diplomat olması beklenemez. Diplomatsa gitsin bir üniversitede çalışsın ya da bir fikir kulübünde yer alsın.
Neden bu tür olumlama haberlerine ve girişimlerine ihtiyaç duyuluyor? Medyanın son dönemlerde Genelkurmay'a yönelik eleştirilerine nasıl bakıyorsunuz?
Genelkurmay belirli ölçüde, gerçek hayatta durumun çokta parlak olmadığını biliyor. Özellikle Dağlıca, Aktütün bunun çok somut örnekleri, çok parlak olmayan bir durumu hiç olmazsa medyada, amiyane tabiri ile cevahiri kurtarmak adına, gerçek hayatta son derece olumsuz kötü şeyler olsa da Genelkurmay 'Biz bunu medyada iyi gösterelim ya da olmamış gibi gösterelim' diye düşünüyor. Geçen günkü tutum bunun çok iyi gösteriyor. 'Aktütün'de hiç hata olmadı' diyor. Birgün gazetesi 'Maazallah birde hata olsaydı' diye manşet attı. Ama medyayı da kullanarak gerçeği inkar etmek çokta akıllıca değil. Çünkü bu tür ajitasyon, propaganda, dezenformasyon yani haberi tarif etmek ya da mizerformasyon yani haberi gizlemek ile bir süre bir kesim insanı aldatabilirsiniz. Nihayetinde bugün bir takım insanlar bir süreliğine 'Gerçekten Genelkurmay haklıymış' diyebiliyor. Ama bir, iki, üç... Her seferinde de hakiki gerçekleri medyatik yolla yalanlamak çare değil. Bu çare olsaydı, şimdiye kadar medya yoluyla daha büyük zaferler elde edilebilinirdi. Bu sadece Genelkurmay'a has değil. Bütün iktidar odakları medyayı kendi lehine bir şekilde kullanmaya çalışıyor. Zaman zaman bunda başarılı da oldular. Ama orta vadede muhalif basın son Aktütün olayında egemen medyanın bazı kalemleri Hıncal Uluç bile Genelkurmay'ın bu manevralarının pek de geçerli olmadığını gösterdi. Genelkurmay önemli bir kurum. Diğer bütün kurumlar gibi, hükümet, başbakanlık, teknik direktörlük, milli futbol takımı, nasıl eleştiriliyorsa, Genelkurmay Başkanlığı da eleştirilmeli sorgulanmalıdır. Bunun orduyu falan yıpratmakla alakası yok. Medyanın esas görevi, çok çeşitli resmi kurumun çalışmalarını izlemek, burada bir sakatlık aksaklık varsa kamu çıkarı ve insan yaşamı açısından bunları teşhir etmektir. Genelkurmay başkanlığının operasyon ile ilgili tutumunu eleştirirken medya görevini yapıyor. Burada insan hayatı var, 17 asker ölüyor. İnsanlar çocuklarını askere sağ salim geri almak için veriyorlar. 3 ay sonra tabutu geldiği zaman kaçınılmaz olarak, asker ailelerinin kendi çocuklarının kaderi konusunda bilgi sahibi olması gerekiyor.ragipduran2
Medyanın Genelkurmay'a yönelik eleştirileriyle tutumunu değiştirdiği yönünde bir gelişmenin yaşandığı düşünülebilinir mi?
Dağlıca ve Aktütün olayından sonra muhalif basın ve egemen medyanın bir bölümü bu durumu eleştirme ve sorgulama operasyonuna belirli ölçüde katıldı. Çok somut bir şekilde 'Türk egemen medyası safını değiştirdi, tutumunu değiştirdi' diyecek bir durum yok. Zaten bir günde iki günde olacak bir şey yok. Ama gerçekten bundan 5-10 yıl önce bir Genelkurmay Başkanı ne dese ya manşet ya da sür manşet oluyordu. Hem de üstelik sorgulanmadan, söylediği doğru mu değil mi diye bakılmadan verilirdi ki bu durum gazetecilik ilkelerine aykırı bir şey. Bugün bu tutumda biraz daha tedbir var. 'Genelkurmay Başkanı bunu söyledi ama acaba bu doğru mu?' diye bakılıyor. Çünkü doğru olmadığına dair çok güçlü emareler var. Bu genel olarak egemen medyanın Kürt sorununda bakışında ve askeriyenin egemenliğini sorgulamasında olumlu bir durum. Eskiden olduğu kadar, ezbere gözü kapalı dogmatik bir şekilde askeriyenin tutumları medyada yansıtılmadığını görüyoruz. Biraz daha temkinli, biraz daha eleştirel biraz daha filtre takmış bir durum var. Sadece Genelkurmay bakış meselesinde değil, iktidar yanlısı olmamak, halk yanlısı olmak, toplum yanlısı olmak için; teknik açıdan bakıldığında yapılan her açıklamayı, incelemeden alıp manşet yapmadan, 'Bakalım ya bu doğru mu yanlış mı bir bekletelim, ayrıntısına bakalım, en az iki kaynaktan çek (doğrulatma) ettirelim' gibi hem siyasi hem de mesleki reflekslerde bir gelişme olduğu doğru.
Bahsettiğiniz bu yaklaşımlar ya da medyanın tavrındaki iyileşme, başta Kürt sorunu olmak üzere diğer sorunların çözümüne katkı sunabilecek düzeyde mi?
Kürt meselesinin çözümü konusunda da başta DTP olmak üzere başka kesimler, mesela Tarhan Erdem yeni bir kitap yayınlamış Metin Heper yeni bir kitap yayınlamamış, yayıncılık alanında gelişmeler var. Çünkü insanların boğazına geldi. Yani her gün TSK'ya mensup askerler veya, Kürt silahlı militanları veya Kürdistan İşçi Partisi'nin mensupları dağlarda ölüyor. Ölüm bir çözüm yolu değil. Çözümün başka bir yolunun ortaya çıkması lazım. Ama artık Türkiye'deki Kürt meselesi, Ankara ile PKK arasında çözülecek bir sorun olmaktan çıktı. Bugün 84'de Diyarbakır, Hakkari, Van üçgeninde başlayan ve o dönemki Başbakan'ın '3-5 çapulcunun işi' dedikleri bir mesele bugün dünya çapında bir mesele haline geldi. Bugün Kürt meselesi, sadece Ankara ve Diyarbakır'da değil, Erbil'de Şam'da, Bağdat'ta Tahran'da da konuşuluyor. Buralarla da sınırlı değil, Washington'da, Berlin'de, Paris'te Moskova'da ve Telaviv'de de Kürt meselesi konuşuluyor. Kürt meselesi bugün artık bölgesel değil, uluslar arası global bir sorun haline geldi. Dolayısıyla bugün Kürt meselesine müdahale eden tarafların sayısı arttı. Bugün medya açısından bakıyorum, herhangi bir İngiliz, Rus ve Amerika gazetesine baktığımız zaman bir hafta içinde mutlaka ama mutlaka Kürt sorunu ile ilgili bir haber bir yorum çıkıyor.
*Kürt sorunu artık bütün dünyayı ilgilendiren bir sorun diyorsunuz...
Kürt meselesi de artık Filistin sorunu gibi çözümü bütün dünyayı ilgilendiren bir sorun. Belki çözümü için yerel dinamikler değil, uluslararası dinamiklerin bir şekilde denk düşmesi ile mümkün olabilecek. Bu durum aynı zamanda çözümü de zorlaştıran bir durum. Bu soruna müdahale eden devlet, siyasi güç sayısı artıkça sorunun çözümü zorlaşıyor. Çünkü, hem Amerika, hem İsrail, hem Irak, hem Kuzey Irak, hem Telaviv hem Ankara, hem de PKK, hepsinin bir ortak noktası olması lazım o ortak noktayı da bulmak zor. Senaryo olarak söylüyorum, 1925 yılında sadece Ankara ile Diyarbakır arasında çözmek çok daha kolaydı. 84'te mesele Diyarbakır, Van, Hakkari arasında iken çözmek bugüne oranla daha kolaydı. O fırsatlar kaçırıldı. Bugün artık daha global aktörlerin bir araya gelip bu meseleyi çözmesi gerekecek.
Bugünün koşullarında global aktörlerin bir araya gelerek Kürt sorununu çözmesi mümkün mü?
Mümkün, ama kısa vadede değil. Bugün dar alanda güçlere baktığımız zaman, ABD'nin Irak'taki varlığı, siyasi iktidarı desteklemesi, Kuzey Irak'la ilişkilerin gidişatı belirli ölçülerde bunu engelliyor. Dün, Erbil'de yayın yapan Kürdistan Glob diye bir internet sitesinde çok ilginç bir yorum okudum. Başlığı 'PKK istikrarsızlık unsurudur' şeklindeydi. Yorumun tümünde söylediği şu, 'PKK Kuzey Irak'ta ciddi bir devlet oluşmasını engelliyor. Türkiye-Ankara PKK'yi bizim üzerimize saldı' diyor. Bunun üzerine yorum yapmıyorum. Ama bugüne kadar Türk medyasında okuduğumuz yorumlardan oldukça farklı. Türkiye'ye PKK konusunda Barzani ve ABD'yi suçluyor. İşler bu kadar karmaşık hale gelmişken, çözümü yakın bir dönemde beklemek, bana çok mümkün görünmüyor. Uluslararası faktörlerin gidişatına bakmak lazım.
Son günlerde bölgede 90'ları anımsatan olaylar yaşandı. Medya bölgedeki olayları nasıl yansıtıyor, medyanın 90'lı yıllardaki tutumu ile bugünkü tutumu arasında bir değişiklik var mı?
Düşünüyorum ama büyük ölçüde bir değişiklik yok. Türk egemen medyasındaki Kürt karşıtı tutum, işte o zamanda 'Çocukları öne sürüyorlar' diyorlardı, bugün de 'Çocukları öne sürüyorlar' diyor. O zamanki karşı çıkışlar, bugünkü toplu gösteriler arasında belirli bir fark var. Her ikisinin de kitlesel olduğunu kabul etmek gerekiyor. O zaman Abdullah Öcalan'ın cezaevinde değil de yurt dışında olduğu dönemlerde, daha geniş, daha genel bir takım ideolojik, ulusal talepler uğruna, Newroz'du, ilk kurşundu gibi çeşitli gerekçelerle, bu tür kitlesel eylemlerin yapıldığını hatırlıyoruz. 3 milyon insanın bölgeden gönderildiğini ve köylerin boşaltıldığını hatırlarsak, bu insanların yaşadığı metropollerde de eylemler oluyor. Benim nispetten yakından izlediğim kadarıyla 1990'lı yıllara oranla bugün yepyeni bir kuşak, gerek bölgede, gerekse metropollerde o dönemki mücadelenin devamını sürdürüyor. Diyarbakır Baro Başkanı Sezgin Tanrıkulu Diyarbakır'da (28 Mart olayları) ayaklanma çıktığında 'Biz bu çocukların hiç birini bilmiyoruz' diyordu. Yeni bir kuşak bunlar 15-25 yaşında gösteri yapan insanları düşündüğümüzde, çatışmaların, o kitlesel eylemlerin en yoğun olduğu dönemde bunlar daha doğmamıştı yahut bebektiler. Bu durum Kürt hareketi açısından belirli bir süreklilik arz etmesi açısından önemli, bu yeni kuşak mücadele eden gençler ve çocuklar. Hiç kimse çocuğunu ateşin önüne atmaz. Eskiden 1990'lı yıllarda daha örgütlü daha denetim altında belirli bir siyasi önderlik temelinde kitlesel eylemler oluyordu. Sanki o denetim şimdi biraz daha azalmış gibi. O yüzden yeni kuşak gençler siyasi örgütlenme açısından bana daha hırçın, daha az disiplinli, daha kendiliğindenci bir eylem tarzı benimsemiş gibi gözüküyor.
Bölgede son günlerde yaşanan olaylarda güvenlik güçlerinin çocuklara yönelik kötü muamelesini, çocukların tutuklanmasını görmezlikten gelen medya, çocukları devleti yıkmak isteyenler olarak gösterdi. Filistin'de taş atan çocuklar ise yüceltiliyor....
Türk medyasının temel karakteri çifte standarttır. Mesela söyledim okulları tatil edip çocukları Cumhurbaşkanı'nı karşılamaya götürürler. Veyahut bir takım resmi bayramlara ve tatillere götürürler biz de gittik. Kimse sormadı bize 'Cumhurbaşkanı'nı karşılamaya gitmek istiyor musunuz?' diye. Türk egemen medyasında, temel nitelik Kürt karşıtlığı olduğu ve Kürt sorununa herhangi bir empati duymadığı için, üstelikte mesleki olarak da 'Ya bu çocuklar niye sokağa dökülüyor' diye kimse gidip sormadı. Bunlar öyle bebekte değil, git o çocukla konuş. 'Sen niye polise taş atıyorsun, kim seni gönderiyor, neden eylem yapıyorsun gibi' diye onları dinle. Dürüst ve düzgün bir gazetecilik yapılsa bu tür çifte standartlara yer kalmaz. Bu tür dürüst ve düzgün gazetecilik yapılmıyor.
Türkiye'de genel bir medya fotoğrafı çekerseniz, nasıl bir tablo ortaya çıkar?
AKP'nin hükümet olmasından sonra İslami basının devletle, ordu ile bir takım meseleleri var. Ama herkesin motivasyonu farklı. İşte Yenişafak'ın orduya karşı çıkması ile, Gündem'in, Birgün'ün Evrensel'in, Taraf'ın karşı çıkması farklı. Ama TSK'nın bu olumsuz uygulamalarının medya tarafından sorgulanması olumlu. Son 10-15 yılda medyada tayin edici bir değişim olduğunu sanmıyorum. Medya mülkiyeti konusunda da Sabah öteki tarafa geçti. Bir eğilim olarak, siyasi iktidarın medya alanında güçlendiğini görüyoruz, Bugün ile başlayıp, Star gazetesine el koyması, TV'lerde zıt kutupta olan Kanaltürk'ün hükümet yanlısı olması, yani sadece İlker Başbuğ değil, Erdoğan'da medyaya çok önem veriyor. Ama medya medyatik gerçek, sanal gerçek üretir. Sanal önemlidir ama tayin edici değildir. Tayin edici olan gerçek hayattır.
Tayip Erdoğan, İlker Başbuğ medyaya verdiği önemi gerçek hayata verse, daha başarılı olurlar. Keza muhalif solcu, Kürt medyası açısında da, bir takım kaygılarım ve kuşkularım var. Bizim dünyamızda yani muhalif medya dünyasındaki faaliyetlerinde biz hala siyasi ve ideolojik çizgiyi, mesleki ve teknik çizginin çok üstünde görüyoruz. Tabii ki her gazetenin bir ideolojik çizgisi olacaktır, ama bunu gazetecilik alanına doğru bir şekilde tercüme etmek için, mesleki açıdan da yeterince yetkinleşmemiz lazım. Maalesef yeteri kadar önemli bir etki yaratacak yaptığı haberlerle, gelemedik. Zaman zaman bazı başarılar elde ediliyor. Mesele Gündem gazetesi geleneğinin tank tarafından sürüklenen gerilla fotoğrafını hatırlıyorum. Çok acı çok trajik bir fotoğrafta olsa bunu elde edip yayınlamak önemli bir gazetecilik başarısıydı. Giderek Türkiye'de siyasi kutuplaşma nedeniyle, bunu Ergenekon meselesinde de Kürt meselesinde gördük, gazetecilik alanı, gazetecilerin etkin olduğu, gazetecilik tekniklerinin mesleki mekanizmaların işletildiği bir yöntemden daha çok, siyasilerin ve siyasi bakış açısının egemen olduğu bir alan haline geliyor. Bunu doktorluğa uyarlayın birçok hasta ölürdü. Türkiye'de çok doğru dürüst gazetecilik yapılmıyor ve bundan da hepimiz yurttaşlar olarak etkileniyoruz. Herhangi bir olayı olguyu bütün cepheleri ile doğru bir şekilde eğilip bükülmeden o gerçeğe ulaşamıyoruz. O gerçeğe ulaşmak için bin tane şey okumamız lazım herkesin de bu kadar zamanı yok.
Bu eleştirilerinizde Kürt ve muhalif basın üzerindeki baskıların etkisi yok mu?
Kürt basınına yönelik baskılar kabul edilemez tabii. Yeterince özgürlük olmadığını söyledim. Eğer siz söylemek istediğinizi 'Ben bunu söylersem beni tutuklar' diye gazetecilik yapıyorsanız, bu gazetecilik olmaz. Türkiye'de direk olarak daha eski dönemlerde, 90'lardan sonra öldürülen gazeteci arkadaşımızın sayısı 23-24'tür. Bunlara gazetelerin kapatıldığını ekleyin. İnternet özgürlük alanı deniliyor internette hangi Kürt sitesine girmeye kalksanız, bilmem ne mahkemesinin kararı ile kapatılmıştır diyor. Ondan sonra da Türkiye'de Kürt meselesini bir tarafın ağzı kapatılarak çözülemez. Siz karşı tarafın görüşünü sözünü serbestçe ifade etmesine izin vermedikten sonra o sorunu çözmeniz mümkün değil.
KENAN KIRKAYA / ANKARA (DİHA)