PKK'nin başlattığı '29. Kürt İsyanı' Ağustos 1984'ten bu yana 25. yılına girerken; devam eden savaş hali ve 'Kürt meselesi', Türkiye'nin en büyük ve en temel sorunu olarak başat konumunu koruyor. Geride kalan 24 yılda neler yaşandı, nasıl acılara tanık olundu ve nereden nereye varıldı? 'Beşinci kol' medyanın manipülasyon ve dezanformasyonlarının ötesinde, bütün bunların Türkiye'de mikro ya da makro analizinin yapıldığını; savaşın, aktörlerin, strateji, politika ve uygulamalarının geçen zaman içinde gerçekçi ve bilimsel yöntemlere riayet edilerek incelendiğini, değerlendirilebildiğini söylemek neredeyse imkansız. Ortada ismi konulamayan bir 'mesele' ve sürüp giden bir savaş var. Lakin çeyrek asırdır Türkiye'nin bütün dengelerini sarsmasına ve geleceğe dair (potansiyel) ürkütücü sonuçlarına rağmen Türkiye 'akademisi' ve düşün dünyası (çok cılız bazı çabaları dışında tutarsak) ya tümüyle kör-sağır ya da tarafgir bir tutum içinde. Kuruluşunun üzerinden 30 yıl geçmesine rağmen PKK gerçeğine komplo teorilerinin ötesinde bir açıklaması olmayan bu cenahın, Kürt toplumuna ve savaşın yol açtığı değişim ve tahribatlara dair bilimsel, analitik çalışmalara yönelmemiş olması ya da böyle bir çabadan ısrarla imtina etmesi bir eleştiri konusu olduğu kadar, ortak bir gelecek inşasına dair karamsarlıkları da besleyen bir husustur. Yanlı ve yanlış bilgi üzerine bina edilmek istenen bir egemenliğin sorunları çözemeyeceği ve kalıcı olamayacağı kabul edilmelidir. Türkiye'de 'akademi' dünyası bu konuda çalışmalara alakasız kaladursun, dünyanın ileri gelen birçok üniversitesinde 'Kürt çalışmaları' hayli prim yapmakta ve kayda değer, tartışma yaratacak fikir ve yayınlar ortaya çıkmaktadır. Burada tanıtımını yapacağımız kitap da bunlardan birisi olmakla birlikte; hem yöntembilimsel açıdan, hem de vardığı sonuçlar ve ileri sürdüğü tezler açısından, son yıllarda üretilen en önemli kaynaklardan biri konumundadır. Hollandalı Joost Jongerden'in kaleme aldığı 'Türkiye'nin İskan Sorunu ve Kürtler' isimli kitabı, Kürtlerin yaşadığı illerde 1984'ten beri devam eden savaş sırasında köylerin boşaltılmasını, insanların göçertilmesini ve geri dönüş sürecinde rehabilitasyon çalışmalarını inceleyen sosyolojik bir çalışma. Jongerden 2002-2005 gibi görece çatışmaların azaldığı bir dönemde çalışmasını yürütmüş. 'Kürt çalışmaları' konusunda dünyanın en önemli isimlerinden olan Martin Van Brunessen'in kitabın Sunuş'un da yazdığına göre Jongerden; '...Kürt kırsal alanında süren rehabilitasyon çabalarını ve köye dönüş sürecini gözlemleyen tek akademik gözlemcidir.' Kitabında göç ve iskan olgusuna odaklanan yazar, bir yandan olgunun tarihsel evrimine mercek tutarak karşılaştırmalı bir yöntem izlerken, diğer yandan aynı yöntemi politikalar ve kavramlar üzerinden yürütmektedir. Bu konuda kendisinin kullandığı 'yeniden iskan' kavramı kilit bir yer teşkil edip, kitabın temel tezi, önermesi konumundadır. Yazar kendisine örnek olarak seçtiği Diyarbakır'ın dört köyünde derinlemesine inceleme ve gözlemlerle geri dönüş ve rehabilitasyon çalışmalarını mercek altına almış. Özellikle 'köye dönüş' konusundaki algılama hatalarına dikkat çekerek, köye dönüşün nasıl sorunlu bir kavram ve karmaşık bir olay olduğu, ve yeni 'yerleşim örüntüleri' yarattığı üzerinde durmuş. Çeyrek asırdır devam eden savaşın taraflarının incelenip, profillerinin çıkarıldığı kitapta, köy boşaltmalarının amacı olarak tespit ettiği 'kontr-gerilla stratejisi' üzerinde durulmakla birlikte; TC devletinin idari yapılanması ve TSK'nin örgütlenme biçimi, istatistiki bilgilerle değerlendirilmektedir. Yine cephenin karşı tarafındaki PKK gerçekliğine dair, kuruluşundan, kırsal alandaki örgütlenmesine, öngördüğü savaş stratejilerine, Kürt toplumundaki yankısına kadar gerçekçi bir değerlendirme yapılmaktadır. Tarafların savaş stratejileri bağlamında kırsal alanın boşaltılmasının konu edildiği kitapta, 1991 öncesi ve sonrası olmak üzere hedef ve politikaları iki ayrı döneme ayırmaktadır. Jongerden'in sosyolojinin alan çalışması ve örnek olay incelemesi yanında, mikrotarihçiliğin önemine yaptığı vurgu ve Diyarbakır özgülünde bu yönlü yaptığı çalışma ve öne sürdüğü tezler kitabını benzersiz kılan özelliklerdir. 1895 ve 1915 Ermeni olayları ekseninde Diyarbakır'daki yerel seçkinler arası gruplaşmanın Ermeni olaylarına yansıması ve yazarın bu konuda öne sürdüğü tezler hayli tartışma yaratacak niteliktedir. Genel kanının aksine; kıra ve aşiret yapısına dayanan Hamidiye Alayları'ndan ziyade, şehrin ileri gelen ailelerinin olaylara müdahil olduğu tespiti ve bu yönlü Milli İbrahim Paşa ve Pirinççizadeler karşılaştırması, tarihe sorgulayıcı yaklaşmamız gerektiğini bir kez daha bize hatırlatıyor. Bu anlamda disiplinlerarası karşılaştırmalı bir yöntem izleyen Jongerden, bugüne kadar kullanılmamış birçok kaynağı tartışmalara katarak dikkat çekici bir ürün ortaya çıkarmış. 'Çatışma sonrası yeniden inşa konusuna özel önem veren Wageningen Üniversitesi'nde', 1991 yılında, kırsal alan sosyolojisi üzerine lisansüstü eğitimini tamamlayan Joost Jongerden, çevirisi yapılan bu kitabı 2006 yılında doktora tezi olarak aynı üniversiteye sunmuş. Önceki yıllarda Uluslararası Af Örgütü adına çalışmalar yapan Jongerden, 1996 yılında İstanbul'da toplanan BM İnsan Yerleşimleri Konferansı (Habitat) toplantılarına da katılmış. Yerlerinden edilen Kürtlerin sorunlarının görmezden gelinmesini protesto eden sivil toplum örgütlerinin düzenlediği 'Alternatif Habitat' toplantılarına da katılan yazar, bu dönemde İstanbul'da göç mağduru insanlarla yüz yüze görüşmeler yapmış. 2001 yılında tekrardan İstanbul'u ziyaret ederek göç ettirilen köylülerle yeniden mülakatlar yapmış. Ardından Hollanda Bilimsel Araştırmalar Örgütü'nün (NWO) sağladığı ödenekle, 'geri dönüş' sürecini yerinde izlemek üzere Diyarbakır'a yerleşen yazar, Bölge'yi boydan boya gezerek gözlemlerde bulunmuştur. Üç yıl boyunca yürütülen gözlem ve araştırmaların neticesi olarak ortaya çıkan bu kitap, sunuş ve önsözün ardından yedi ayrı bölümden oluşmaktadır. Kitap iskan ve yeniden iskan kavramlarına getirdiği açılımlar ve tartışmalar ile zihinsel evrenimize yeni ve önemli katkılarda bulunuyor. Kürtlerin 1980 ve 1990'larda maruz kaldığı göç olgusuna dair kuramsal düzeyde açıklayıcı bir kavram ne yazık ki üretilememiştir. Çeyrek asırlık tarihimizin en büyük 'sosyal felaketi' olmasına rağmen sorunun görmezlikten gelinerek, tarif edilmekten kaçınılması tümüyle siyasi saikler sebebiyledir. Sorunu tarif ederken bugüne kadar kullanılan; 'zorunlu göç' ya da 'ülke içinde yerinden edilme' kavramları olgunun kapsamını yansıtamadığı gibi tarihsel perspektiften koparmakta ve uygulamanın ana mantığını vermemektedir. TESEV tarafından hazırlanan ve 2006'da kamuoyuna sunulan raporda (1) kullanılan 'ülke içinde yerinden edilme' kavramı, uluslararası insan hakları hukuku kapsamında BM bünyesinde üretilmiş bir kavram. İç savaş veya çatışmalar nedeniyle bir grup insanın yerinin zorunlu veya keyfi nedenlerle değiştirmesini 'ülke içinde yerinden edilme' olarak tanımlıyor. BM'nin bağlayıcılıktan ve yaptırım gücünden uzak 'Yol Gösterici İlkeleri' kapsamında kullanılan bu kavram, sorunu devletlerin egemenlik hakları içerisinde değerlendirerek baştan iki yüzlüce bir tu tum takınıyor. Ayrıca maruz kalınan göç olayının etnik ve tarihsel boyutunu, sınırları aşan yönlerini görmezlikten geliyor. Kürtler tarafından da yaygınca kullanılan 'zorunlu göç' kavramı yeterince açıklayıcı olmayıp, belirsizlikler taşımaktadır. Öncelikle göçün kaynağındaki neden, bunu dayatan 'zor'un kimliği ve güttüğü amaç, bu kavram özgülünde somutluk kazanmıyor. Bu belirsizliklerin en önemli sebeplerinden birisi de, uygulamanın iki yüzlüce, ismi konulmadan, yani görünürde bir plan ve şema olmadan, gizlenerek, fiilen uygulanmış olmasıdır. Aradan yıllar geçmesine rağmen Kürtlerin göçertilmesine dair resmi bir yazı ya da belge ortaya çıkmış değil. Bu konuda çıkarılmış bir yasa ya da karar da ortada yok. Sadece OHAL Valiliği'nin yetkileri kapsamında gerekli görüldüğünde bazı mekanların boşaltılabileceğine dair bir madde var. Oysa cumhuriyetin ilk yıllarında 1920 ve 1930'larda isyanlar nedeniyle göç ettirilen Kürtler hakkında, tıpkı 1927'de olduğu gibi kanunlar çıkarılmış, göç edecekleri bölgeler, kaç kişinin göç edeceği, sayıları, iaşe ve barınma koşulları, bununla ilgilenecek resmi kurum vb bir plan dahilinde yürütülmüştür. Jongerden'in kitabında kullandığı 'yeniden iskan' kavramı, sorunu açıklamaya daha yatkın bir mahiyete sahip görünüyor. Fakat yazar 'yeniden iskan' kavramını cumhuriyet tarihi boyunca yürütülen iskan politikaları bağlamında ele alıyor. İlk kez imparatorluklardan ulus-devletlere geçiş sürecinde gündeme gelen uygulamaların tarifi için kullanılan kavramın fikir babası, siyaset bilimci Robert Koehl, yeniden iskanı; 'kontrol edilemez olduğuna inanılanların, hakim olunan bir bölgeden uzaklaştırılması ve onların yerine kontrol edilebilir bir nüfusun iskan edilmesi' biçiminde tanımlıyor. Devletlerin uyruklarının özellikleriyle ilgilenmelerinin sonucu olarak gündeme gelen 'yeniden iskan' uygulamaları, nüfus değişiklikleri ve etnik 'temizlik' biçiminde tezahür ediyor. 20. yüzyılın başında üç büyük imparatorluğun parçalandığı coğrafyada kurulan yeni ulus-devletlerin pratiklerinde ve ulusçuluk algılarında bunlar kendini gösterir. 'Bu yeni ulusçuluk kavramı, politik birliğin (devletin) sınırları ile kültürel birliğin (ulusun) sınırlarının birbiriyle örtüştüklerini, bir devletin gücünün büyük ölçüde ulusu nitelendirdiğine inanılan özel kültürel kimlik idealine bu devlet uyruklarının ne derecede uyum sağladıklarıyla belirlendiğini kabul eder (Koehl, 1953: 231).' Yani etnik, kültürel farklılıklar güçlü bir devletin ve ulusun inşası önünde engel olarak görülür ve devletin tüm uyruklarının aynı kültürü, kimliği ve ideali 'özümsemeleri' dayatılır. Ulus-devletin mekana yaklaşımını da bu bağlamda ele almak gerekir. Yeniden iskan ile 'mekanın üretilmesi' kavramları birbirinden ayrılamaz. Mekanın üretilmesi ile güdülen amaçta, nüfusun yönlendirilmesi, 'etnik mühendislik' çalışmalarıyla mekanın ulusal kılınması ve 'ulusal insanın' yaratılmasıdır. Bu anlamda; Türkiye'de milliyetçi, hatta ırkçı söylemin kendini en çıplak bir biçimde dışavurduğu yazılı metinlerin, iskan kanunları olması şaşırtıcı olmasa gerek. Haziran 1934'te çıkarılan 2510 sayılı iskan kanunu bunlar içerisinde çok özel bir yere sahiptir. Osmanlı'dan cumhuriyete iskan işleri uzmanı olarak hep görev başında kalan ve 2510 sayılı kanunun mimarı olan, dönemin dahiliye vekili Şükrü Kaya'nın ifadesiyle, gelmiş geçmiş en kapsamlı iskan kanunu olup, cumhuriyetinde en temel kanunlarından biridir. Türkiye nüfusunu Türk ırkına mensup ve Türk kültüründen olanla olmayan biçiminde ikiye ayıran kanun, üç bölgeye taksim edilen 'mekanı' Türklüğün çoğaltılıp hakim kılınması temelinde yeniden düzenlemeye ve yerleşime açıyor. Biliminsanı kimliğinin ödünsüz ismi İsmail Beşikçi; 'Kürtlerin Mecburi İskanı' adlı kitabıyla kanunu sorgulayıp, Kürtler açısından değerlendirerek ciddi bir eleştiriye tabi tutmuştur. Jongerden ise kitabında Beşikçi'yi ve Kürtler adına yasayı değerlendiren başka kimseleri, kanunu sorgularken 'dar ve eksik' kalmakla eleştiriyor. Kanunun sadece Kürt isyanlarını bastırmak için bir araç olarak çıkmadığına, Türkler için bir anavatan yaratmak hedefinde olduğuna işaret etmiştir. Anadolu'nun Türkler için bir anavatan olarak tasarlanması ve böyle bir misyonla yüklenmiş siyasi coğrafyaya dönüşümü İttihatçılarla birlikte başlar. Yine cumhuriyet rejimi de Anadolu'nun ulusal bakımdan sahiplenilmesi için çokça fikir yürütüp, uğraş içinde olmuştur. Konuya dair 1930'ların iki önemli fikir dergisinin (Kadro ve Ülkü) karşılaştırıldığı kitapta, dönemin önemli isimlerinden sosyolog Nusret Kemal Köymen'in görüşlerine genişçe yer verilir. Toprak ile halk arasında yeni bir ilişki yaratılmasının zorunlu olduğunu, çıkarılan 2510 sayılı iskan kanununun bu temelde bir ulus inşasına olanak tanıyacağını savunan Köymen; köylülüğün halka dönüştürülmesi, ulusun bütünleştirilmesi doğrultusunda hayli kalem oynatmış. Kırsal alanın kontrol altına alınması, köylülüğün halka dönüştürülmesi ve ulusun bütünleştirilmesi 1930'lar Türkiyesi'nin çokça tartıştığı konular olmuş. Modernleşme ve ulus inşası çalışmalarının birlikte yürüdüğünün adı olan bu tartışmalarda ileri sürülen bazı çözüm önerilerinin bugün hala tartışılıyor olması dikkat çekici. Kırsal alanda yaşamayı ve devletle çok sınırlı bir ilişki içinde bulunmayı sorun olarak addeden bu zihniyetin sahipleri, bir yerleşim yerini ve zaman içinde orada filizlenen kültürün varlığını yok sayarak, kağıt üzerinde merkez-köyler, köy-kentler ya da şehirköyler inşa etmekle, yeni bir toplum yaratmayı tasarlamışlardır. Tarım ve sanayinin bir araya getirilmesiyle oluşturulacak Tarsan'lar, köy ve kent arasındaki çelişkiye son verecek köy-kentler veya en çok rağbet gören haliyle merkez-köy projeleri yıllarca tartışma gündemlerinden ve uğraşıdan eksik kalmamıştır. Kitaptan öğrendiğimize göre, bu projelerin uygulanması için devlet birkaç kez karar almış ancak uygulamada bu hep akamete uğramıştır. Bu yönlü dikkat çekici kararlardan biri Aralık 1983'te Bakanlar Kurulu tarafından alınan merkez-köy projesinin uygulanması olup, bu kapsamda 4319 merkez-köy kurulması için bir liste yayınlamıştır. Listede yer alan köylerin yüzde 26'sının Kürt illerinde kurulacak olması elbetteki kararın en dikkat çekici yönüdür. 1990'ların ikinci yarısından sonra boşaltılan köylerin yeniden yerleşime açılması konusu gündeme geldi. 1998 yılında 'Köye Dönüş ve Rehabilitasyon Projesi' kapsamında yaptırılan araştırmalarda, köylerin boşaltılmasının büyük acılara sebep olduğu fakat, kırsal alanın yeniden şekillendirilmesi anlamında merkez-köyler kurulması için bir fırsat oluştuğu ve bu fırsattan yararlanılması gerektiği tavsiye edilmiştir. Lakin ordu ve Bölge'de güvenlikten sorumlu diğer makamlar önerilere karşı çıkmış, Bölge'nin yeniden yerleşime açılmasına sıcak yaklaşmamıştır. Bugünde aynı tutumunu sürdüren çevreler, kontrol dışı kırsal alanda gerillanın yeniden zemin bulacağından çekindikleri için 'köye dönüş' önünde zorluklar çıkarmaya devam etmektedirler. Jongerden bu sorunlu 'geri dönüş' sürecine dikkat çekerek, Diyarbakır'a bağlı İslamköy, Beruk, Matrani ve Mira köylerinde yaptığı gözlem ve araştırmaları sunuyor. Türkiye'de 'yeniden iskana' tabi tutulan insanların sayısında net bir rakam olmadığı gibi, geri dönüşler konusunda da somut ve gerçek rakamlar bilinmemektedir. Gerçek istatistiki verilerin ortada bulunmaması, sorunu daimi bir belirsizlik evrenine sürükleyip, gerçekliğine koşut bir değerlendirmenin yapılmasının önünü kesmektedir. Bu anlamda geçmiş 'iskan' uygulamalarından ayrılan bugünkü 'yeniden iskan' pratiği, oldukça bilinçli bir tarzda belirli bir planlama ve şemadan kaçınılarak icra edilmiştir. Benzer uluslararası deneyimlerden çıkarılan sonuçların ışığında, göçe zorlanan insanlar, merkez-köy veya kamp tarzı yerleşim yerlerinde toplu olarak bulundurulmaktan kaçınılmıştır. Bunun meseleyi görünür kılacağı, uluslararası bir boyut kazandıracağı ve belirli yerlerde biriken kitleyi radikalleştireceği düşünülerek ısrarla uzak durulmuştur. Bu şekilde gerçekleştirdiği eylemi inkar eden devlet, suçlarını gizleyebildiği gibi, her türlü sorumluluktan da kendini azat etmiş oluyor. 'Bazı açıklamalara göre Türkiye, 20. yüzyılın sonunda dünyada görülen yerlerinden edilen insanlarla ilgili ikinci en büyük örneğin yaşandığı bir ülke. Ne var ki uluslararası insan haklarıyla ilgili topluluklar, bu konuda hemen hemen hiçbir şey yapmış değiller. Bu tepkisizlik, yerlerinden edilen vatandaşların (korunması ve bakımıyla ilgili) devletin herhangi bir sorumluluk almamasının sonucu, bunun nedeni de mağdurların ortada görülmemeleri (ABD, Mülteciler Komitesi, 1999: 1).' (1) Zorunlu Göç ile Yüzleşmek : Türkiye'de Yerinden Edilme Sonrası Vatandaşlığın İnşası. TESEV Yayınları.2006. NAMIK KEMAL DİNÇ Tarihci-Araştırmacı |