Türkiye’deki antisemitizm sadece bu savaş dönemiyle sınırlı kalmamıştır; 1955 yılında Türkiye’nin pogrom gecelerinden biri olan ve esas olarak İstanbul ve İzmir’de yaşanan 6-7 Eylül olaylarında, Rum ve Ermeni yurttaşlarla birlikte Yahudiler de bu şiddetten nasiplerini almışlardı. İdeolojik kökleri ortaçağ gericiliğine uzanan antisemitizm, Almanya’da Nazi faşizminin iktidarı gasp etmesinden sonra, Yahudi halkına karşı planlı bir imha savaşına dönüştürüldü. Henüz 17 yaşındaki bir Yahudi gencin (Herschel Grynszpan), Nazi zulmünü protesto amacıyla, Paris’te Alman elçilik görevlisi Ernst vom Rath’ı öldürmesini, Nazi iktidarı, Yahudi halkına karşı Almanya çapında pogromların başlatılması için “haklı bir gerekçe” saydı. Halbuki Naziler, 1933’ten beri geniş kapsamlı bir saldırının hazırlıkları içindeydiler. “Yahudi’den alışveriş yapma!” sloganı ile başlatılan “Yahudi Boykotu” gelmekte olan terör dalgasının habercisiydi. 9 Kasım’ı 10 Kasım’a bağlayan gece Yahudi kutsal mekanları, sosyal-kültürel merkezleri, dükkanları, iş atölyeleri, okulları, evleri, Nazi örgütlerin ayağa kaldırıp öncülük ettiği güruhlarca yakıldı, yıkıldı, yağmalandı… Yahudi halkının malına canına namusuna kastedildi. Aynı anda benzer pogromlar Avusturya’da da, tüm dehşetiyle sürdürülüyordu. 13 Kasım’a kadar süren devlet kaynaklı Nazi terörünün 4 günlük bilançosu çok ağırdı. Yahudi ibadethaneleri sinagogların neredeyse tamamı pogromlardan payını almıştı. Bazıları hiç kullanılamayacak derecede yakılıp tahrip edilmişken, bazıları ağır hasar görmüştü. Resmi veriler, katledilen insan sayısını Almanya’da 91, Avusturya’da 30 olarak verirken, gerçek sayının 1300’den fazla olduğu belirtiliyordu. Almanya’da 30.000, Avusturya’da 7800 Yahudi erkeği, zindanlara, temerküz kamplarına kapatılmak üzere sürüklenip alınıyorlardı. Varını yoğunu Almanya’da bırakan obinlerce Yahudi, yaka paça sınırdışı ediliyordu. Son yolculuğun başlangıcı Dünya insanlık tarihinin yüzkarası olan 9 Kasım Nazi pogromları, vatandaşlık ve insan hakları tamamen elinden alınan Yahudi halkı için, Ausschwitz-Birkenau, Maidanek, Dachau, Bergenbelsen, Treblinka, Mauthausen ve daha nice temerküz kamplarında, gaz odalarında imha amaçlı son yolculuğun başlangıç tarihi idi. 9 Kasım pogromları, Avrupa çapında Nazi faşizminin elinin uzandığı her yerden 6 milyon Avrupa Yahudi’sinin, onlarla aynı kaderi paylaşan 500.000 Sinti ve Roman halkının, kitleler halinde toplanarak ölüme gönderilmelerinin, bir başka ifadeyle Holocaust’un startı idi. İktidara gelir gelmez Almanya’yı bir çalışma kampına dönüştüren Nazi faşizmi, dünyayı kana bulamak için çılgınca silahlanmaktaydı. Faşist iktidarlar (Hitler Almanya’sı, Hirohito Japonya’sı, Mussolini İtalya’sı) insanlığa meydan okudular. Faşist iktidarların meşruiyetini “Komünizm belasına” yeğleyen büyük güçler, (ABD, İngiltere, Fransa) Holocaust’a adeta seyirci kaldılar. Faşizmin zaferine kesin gözüyle bakan “tarafsız” irili ufaklı faşist, yarı faşist devletler, (Türkiye, İspanya, Arjantin, Brezilya vb.) el altından faşist saldırganları desteklediler. Hem Holocaust’a, hem de dünyanın kana bulanmasına, şu ya da bu ölçüde suç ortağı oldular. Faşizme karşı ortak cephe Eşi benzeri görülmedik barbarlık ve dünyanın her tarafına taşan faşist saldırılar, insanlığın tahammül sınırlarını fazlasıyla aştı. Kamuoyunun yoğun baskıları iki kutuplu dünyayı faşizme karşı ortak bir cephe yaratmaya mecbur etti. Anti-Hitler Koalisyonu’nun hayata geçirilmesinde, Nazi saldırı savaşının kaderini tayin eden Stalingrat yenilgisi de, önemli bir rol oynadı. Sonuçta Anti-Faşist Cephe, muazzam bir özveri ve kararlılıkla faşizme karşı savaştan zaferle çıktı. Almanya yenilgiyi 8 Mayıs 1945’te kayıtsız koşulsuz kabul etti. Böylece hem Nazi esareti altındaki halklar, hem de Alman halkı Hitler faşizminden kurtarılmış oldular. Savaştan yenik çıkan Almanya, müttefiklere teslim olmasıyla birlikte kendisine dayatılan koşulları kabul etmek zorunda kaldı. Savaşın getirdiği yıkıntılardan ötürü toplumda Naziler’e karşı büyük bir tepki oluşmasına karşılık, anti-semitizm, ırkçılık ve bunlara “yabancı düşmanlığı” da eklenmiş olarak toplumun derinliklerinde ve yönetim kademelerinde halen önemli bir tehdit olarak yaşamaya devam etmektedir. Almanya soykırımı tanıdı Almanya Yahudi soykırımını, geçte olsa Sinti ve Roman soykırımını da tanıdı. Gerek savaş suçundan, gerekse soykırım suçundan kaynaklanan sorumluluğu gereği belli bir miktar tazminat da ödedi. Aslında bu maddi “fedakarlık” dökülen kanın, çiğnenen insanlık onurunun, gasp edilen, tahrip edilen emek değerlerinin, milyonda biri bile değildi. Almanya savaşın ve soykırımın açtığı yaraları sarmak için mümkün olanın en azını vermeyi denedi. Tarihi geçmişin her yönüyle hesaplaşma çabası içinde olan aydınlar ve onların yarattığı kamuoyu ne yazık ki, azınlıkta kaldı. Özellikle iki Almanya’nın birleşmesinden sonra ırkçı motifli Nazi saldırıları, büyük bir artış gösterdi. Kundaklamalar, yaralamalar, ölüm tehditleri, ırkçı hakaret ve sataşmalar haricinde Nazi çeteler, 140’ın üzerinde bilinen cinayetler işledi. Naziler, hem Yahudi şahsiyetleri, hem de Yahudi kurumlarını, özel saldırı hedefi olarak görmektedirler. Bilinen bir gerçek varsa o da şudur: Alman adaleti Nazi terör suçlarına, sol motiflerle işlenen suçlar gibi yaklaşmamaktadır. Bu gün Almanya’da bulunan Yahudi kamu kurumları (Sinagog, okul, anaokulu, yaşlılar yurdu vs.) ırkçı sadırı tehlikesi nedeni ile günün 24 saati polis gözetiminde tutulmaktadır. Tüm bu gerçekler, Alman toplumunun tarihi geçmişinden hala gerekli dersleri çıkaramadığının bir göstergesidir. Genel anlamda dünya insanlık ailesi için de aynı tespitin geçerli olduğunu söylemek mümkündür. Bu nedenle 20. yüzyıl soykırımlar yüzyılı olmuştur. Buna rağmen antisemitizmin hala dünya çapında bir olgu olduğu göz önünde bulundurulduğunda bu durum, gerçeklerin bilincinde olan her insan için adeta bir uyarı anlamına gelmektedir. Türkiye’de antisemitizm Eğer ki, bu bağlamda bir de Türkiye’nin konumuna, toplumsal yargılarına, doğrusu önyargılarına göz atacak olursak, durumun hiçte iç açıcı olmadığı rahatlıkla görülebilir. Her ne kadar TC, kendini dünya kamuoyuna büyük “Yahudi kurtarıcısı” olarak lanse etse de, tarihi gerçekler, şişirme propagandadan daha farklı bir dil konuşmaktadır. Türkiye’de yaşayan Yahudi azınlık, bol vergi verdiği ve hiç hak iddia etmediği sürece tahammül edilir bir “gavur” ya da “yabancı” olarak kabul görmüştür. Halbuki, hem Osmanlı hem de TC, ülkenin modernizasyonu için daima Yahudi sanatkarlara, bilim insanlarına, ticaret uzmanlarına ihtiyaç duymuştur. Buna rağmen antisemitizm hep varolagelmiş ve özellikle de Cumhuriyet Türkiye’si, Yahudi halkı için riskli bir ülke olmuştur. Sahte Yahudi dostluğu, Yahudi azınlık üzerindeki baskının, şantajın, bir başka ifadeyle antisemitizmin maskelenmesi için bir araç olmuştur. Nazi faşizminin iktidara gelmesi, temeli soykırım üzerine inşaa edilmiş TC’yi bir hayli cesaretlendirmiştir. Tam da o döneme tekabül eden uygulamalar TC devletinin hem fırsatçı karakterinin, hem antisemit duruşunun anlaşılması bakımından üzerinde kısa da olsa durmaya değer. 1934 yılında Trakya’da Yahudiler’e dönük provokasyon girişimleri sonucu 15 bine yakın Yahudi’nin evlerini terk ederek İstanbul’a ve Filistin’e kaçması, unutulmaması gereken bir örnek oluşturuyor. Trakya’da süt endüstrisi ve mandıracılıkla geçinen Yahudi toplumuna yönelik antisemit kampanyayı başlatan Cevat Rifat Atılhan, Nazi Almanya’sında Julius Streicher’in yanında siyasi eğitim görmüş, İstanbul’a döndüğünde Milli İnkılap Dergisi’ni çıkarmaya başlamıştı. Yazdığı yazılarla Yahudi düşmanlığını harekete geçiren Atılhan’ın, Yahudiler’in sömürücü oldukları temasıyla başlattığı antisemit kampanya kısa sürede provokatörlerin kışkırtmalarıyla saldırılara dönüştü.15 bine yakın Yahudi evlerini terk ederek İstanbul’a doğru kaçmaya başladı. Saldırılarda evler, iş yerleri yakılıp yağmalanıyor, insanlar dövülüyor, kadınlara tecavüz ediliyordu. Olaylar sırasında bir de onbaşı öldü. Neden sonra ancak olayların 4. gününde Ankara müdahale etti ve görünürdeki bazı kışkırtıcıları tutuklattı. Yahudi düşmanlığı resmileşti Yine II. Dünya Savaşı öncesinde Nazi Almanya’sının zulmünden kaçan pek çok Yahudi Türkiye’ye göç etmekteydi. Bunların içinde kendi dallarında uzman bilim insanları ve sanatçılar da bulunmaktaydı. 1938’de Türkiye’ye dönük Avrupa’daki Yahudi göçünün önlenmesi için bir yasa tasarısı verildiyse de kabul edilmedi. Fakat özellikle siyaset bürokrasisi içinde Almancı eğilimin güçlenmesine koşut olarak hükümet Yahudi düşmanlığını resmi bir politika haline getirmenin işaretlerini vermeye başladı. Dönemin başbakanı Refik Saydam’ın emriyle ülkenin tek resmi haber ajansı olan Anadolu Ajansı’nda çalışan 26 Musevi personelin işine son verildi. Bu arada aynı günlerde 6 Musevi genç Yahudiliği yaymak suçlamasıyla yargılanmaya başladı. Bu gençlerin evinde bulunan 700 kitaptan sadece 7 tanesi Siyonizm hakkındaydı. Bu yıllarda basın yayın organlarında Yahudiler’i aşağılayan, onları vurguncu, soyguncu, mal canlısı, paragöz olarak lanse eden “Mişon-Salamon” tiplemesi karikatürler ve haberler gazetelerin ana sayfalarına egemen oldu. Aynı günlerde yaşanan “Struma Faciası” gelişmelerin seyri hakkında ürkütücü bir manzara ortaya koymaktadır. Cüzzamlı muamelesi 1941 yılının Aralık ayında Nazi kontrolündeki Romanya Hükümeti ülkedeki Yahudiler’i toplamaya başlamış ve bu kırımdan kurtulmak için 769 Romen Yahudisi Köstence limanından “Struma“ adında eski ve bozuk bir gemiyle Karadeniz’e açılmıştı. Gemi 11 Aralık 1941 tarihinde İstanbul/Sarayburnu açıklarında arızalandığında Yahudiler, Türk hükümetine Filistin’e gitme taleplerini iletti. Ancak Türkiye ne geminin geçişine ne de karaya çıkmalarına izin vermedi. Boğazlar Sözleşmesi’ne aykırı biçimde geminin boğazlardan geçişinin engellenmesi sonucu, yolcular 2,5 ay bir cüzamlı adası gibi denizde karantina altında tutuldular. Gemide bulaşıcı hastalık ve açlık baş göstermişti. İstanbul’daki Musevi cemaatinin ve Kızılay’ın gemiye ulaştırmaya çalıştıkları giyecek ve yiyecek yardımları bu insanların kaderini değiştirmeye yetmedi. Gemiden ancak birkaç nüfuzlu kişi çeşitli gerekçelerle karaya çıkmayı başarabildi. 24 Şubat 1942’de Gemi İstanbul limanından kovularak Karadeniz’e geri gönderildi. Gemi Karadeniz’deki savaş gemilerinden birinin gönderdiği torpil sonucu batarak 760 yolcusuyla birlikte sulara gömüldü. Yolculardan sadece bir kişi sağ olarak kurtuldu. Olayın duyulması üzerine bir açıklama yapan başbakan Refik Saydam sorunu bir cümleyle özetlemekteydi; “Türkiye başkaları tarafından arzu edilmeyen insanlara mekan olamaz.” Türkiye’de ölüm kampları 1942 yılında çıkarılan “Varlık Vergisi”nin ekonomik olarak çökertmeyi hedeflediği toplumların başında gelenlerden biri de Yahudiler’di. Gerçek servetlerinin birkaç katı “vergi” ödemeye mahkum edilen Yahudi tüccar, işveren veya küçük esnafı bir gecede bütün mülklerini kaybettiler. Bu vergilendirmelerden “Muhtedi” ya da “Dönme” adı verilen Müslümanlığı seçmiş olan Musevi kökenli insanlar da nasiplerini aldılar. Düzenlemeye göre vergi borçlarını ödeyemeyenler yok pahasına bütün mülklerini kaybettikleri gibi, Erzurum Aşkale’de kurulan sorunlu çalışma kamplarına sevk edildiler. TC, Naziler’den örnek aldığı çalışma kamplarını yürürlüğe koymuş Rum, Yahudi, Ermeni vatandaşlarını ölüm kampları olarak tasarladığı yerlere göndermeye başlamıştı. Nitekim Türk devleti, İstanbul Emniyet Müdürü Haluk Nihat Pepe’yi ve Azınlıklar Şube Müdürü’nü 1943 Şubat ayında Almanya’ya göndererek, özel istekle Sachsenhausen toplama kampını incelettirmişti. Savaş suçlusu olarak yargılanan kamp doktoru SS Dr. Heinz Baumkotter’in mahkemesindeki ifadesine göre; “Kampı ziyaret eden Türk heyeti, ülkelerinde de benzer kamplar yapmak istediklerini” belirtmişlerdi. Aynı günlerde yine Nazi hükümetiyle yapılan görüşmeler sonucu soykırım suçlusu Talat Paşa’nın Berlin “Türk Şehitliği”nde bulunan mezarı açılarak, kemikleri Nazi armalı bir trenle İstanbul’a götürüldü. 1915 soykırımının baş sorumlularından Talat, İstanbul’da gösterişli bir cenaze töreni ile karşılandı. Devlet tüm bu uygulamaları ile etnik yok etme politikasına dayalı mirasını kararlılıkla sürdüreceği mesajını veriyordu. Ne var ki Almanya’nın yenileceğinin kesinleşmesi üzerine planlar bozuldu. TC devleti, Nazi faşizminin yerle bir edilmesinden sonra, 8 Mayıs 1945’te kapitülasyonu koşulsuz kabul eden Almanya’ya, gülünç bir tarzla 25 Şubat 1945’te, “savaş” ilan ediyordu. Aslında bu tavır, “Almancı” ve antisemitist resmi politikanın üstünü örtme telaşından başka bir anlam taşımıyordu. Pogrom geceleri Türkiye’deki antisemitizm sadece bu savaş dönemiyle sınırlı kalmamıştır; 1955 yılında Türkiye’nin pogrom gecelerinden biri olan ve esas olarak İstanbul ve İzmir’de yaşanan 6-7 Eylül olaylarında, Rum ve Ermeni yurttaşlarla birlikte Yahudiler de bu şiddetten nasiplerini almışlardı. Her kriz döneminde neredeyse bütün bunalımlardan Yahudileri sorumlu tutan, her olayda “Yahudi komplosu” arayan resmi ve hoşgörüyle karşılanan gayri-resmi bir söylem Yahudileri sürekli bir nefret hedefi haline getirmiştir. Yahudiler’in kutsal mekanlarına ve tanınmış şahsiyetlerine onlarca kez saldırılar, suikastler düzenlenmiştir. Sonuncusu 2003 yılı Kasım ayında İstanbul’da Neve Şalom ve Beth İsrael Sinagoglarına yapılan saldırılarda 23 kişi hayatını kaybetmişti. Bu saldırıların Almanya’daki ‘İmparatorluk pogrom gecesi’nin yıldönümü olan Kasım ayına denk getirilmesini, Yahudi toplumuna karşı yapılmış bir “hatırlatma / tehdit” olarak yorumlamak mümkündür. Türk toplumundaki “derin“ Yahudi düşmanlığının ne yazık ki bir kısım demokrat çevrelerde de rağbet görmesi son derece düşündürücü ve tehlikeli bir boyuta işaret etmektedir. Soykırım ve etnik yok etme politikalarının hedefi ve kurbanı olmuş olan halklardan başlıca olan Yahudi toplumuna karşı girişilen bu kampanyaları geçmişte kalan olaylar olarak görmemek gerekiyor. Antisemitizm halen hem Avrupa’da, hem de Ortadoğu ve Türkiye’de ciddi bir tehdit ve tehlike olma konumunu sürdürmektedir. Buna karşı mücadele bir insanlık görevidir. ALİ ERTEM (Soykırım Karşıtları Derneği (SKD) Başkanı) YENİ ÖZGÜR POLİTİKA |