Wednesday, October 1, 2008

Atatürkün Kürtlere özerklik vaadi

ataturk kurtlere ne vaat etti Atatürk Kürtlere ne vaat etti? (1-2 Vatan-Rusen Cakir/Roportaj)
‘Çözüm için adım atabiliriz’ 


* İlk defa bir genelkurmay başkanı Diyarbakır’da sivil toplum örgütü temsilcileriyle toplanıyor ve ardından da bir basın toplantısıyla gözlemlerini kamuoyuyla paylaşıyor. Sorunun çözüm yolunda sona yaklaşıyor muyuz yoksa daha çok yolumuz var mı?
Çözüm için çok önemli adımlar atabiliriz. Çünkü söylediğim gibi bir yaygın düşmanlık yok, her iki taraf da birbirini hâlâ kucaklıyor ve bu kucaklama devam edecek. Çatışmalar büyük ölçüde sona erdi, sosyo-ekonomik bakımdan birtakım girişimlerde bulunuluyor. Unutmamak lazım, etnik meseleler kolay kolay bitmiyor. İrlanda’yı, İspanya’yı hatırlayalım. Biz geniş Kürt kitlelerine her türlü yardımı götürebilirsek, onların kalkınmasını sağlayabilirsek, sosyal imkanlar tanırsak bu kitleleri tahrik eden unsurlar giderek izole olacak ve zayıflayacaklardır. rusen cakir
* Siz devletin Kürtlere olan tavrında bir etnik kaygının olmadığını, etnisitenin öne çıkarılmadığını söylüyorsunuz ancak Kürt milliyetçiliği bu ülkenin topraklarında yeşerdi. Bu nasıl aşılabilecek?
Yaygın bir etnik Kürt milliyetçiliği var mı yok mu meselesini tartışmamız lazım. Etnik milliyetçiliği benimsemiş olan kimseler eğer güçlüyseler diğerlerini kendilerine benzetmeye çalışırlar, güçsüz iseler ayrılıp gitmek isterler. Ben bu ayrılıp gitme isteğinin yaygın olduğunu düşünmüyorum. İşte Güneydoğu’da Ankara’nın memurları kendilerine biraz hoş davrandığı, Nevruz törenlerine katıldığı, ateşin üzerinden atladığı zaman bu insanlar coşkuyla tepki veriyorlar. Yaygın bir milliyetçilik olsaydı bu şekilde davranmazlardı diye düşünüyorum. Evet kendilerini tahrik etmeye çalışan PKK filan var ama genel resme baktığımda böyle bir milliyetçiliğin olmadığını düşünüyorum.


Etnik meseleler kolay kolay bitmiyor. Eğer Kürt kitlelerine her türlü yardımı götürebilirsek, onların kalkınmasını sağlayabilirsek, sosyal imkanlar tanırsak bu kitleleri tahrik eden unsurlar giderek zayıflayacakdır
Osmanlı İmparatorluğu’nda ve Türkiye Cumhuriyeti’nde Kürt kimliğine karşı bir inkar olmadığını savunan “Devlet ve Kürtler” kitabında da görüşlerini tezleriyle sunan Prof. Metin Heper’le dün başladığımız röportajın devam şöyle...


ataturk * Kitapta çok net biçimde görünce çok etkilendim Mustafa Kemal’in Kurtuluş Savaşı sırasında Kürtlere özerklik vaat ettiğini, daha sonra bunun gerçekleşmediğini belirtiyorsunuz. Niçin böyle bir vaat vardı ve neden bu vaat yerine getirilmedi?
Neyi kastettiği çok belli değil ama bir özerklikten bahsediyor. Bu biraz Atatürk’ün Osmanlı zabiti olduğunu gösteriyor çünkü Osmanlı’da daima bir özerlik tanındı Kürtlere. Aslında üç çeşit düzenleme vardı devletle Kürtler arasında. O dağların uçsuz bucaksız köşelerinde yaşayan Kürtler tamamen kendi hallerine bırakılmışlar bazılarına tamamen Osmanlı sistemi uygulanmış bazılarına ise bazı konularda özerklik verilmiş bazılarına verilmemiş. Osmanlı’nın tamamen pragmatik bir yaklaşım içinde olduğunu görüyoruz, Kürtlerin bir başka devlet kurmamasının ötesinde, Kürtlere fazla dokunulmuyor. 19. yüzyılın sonu kritik ve o dönemde gayet iyi biliyoruz Abdülhamit’in en güvendiği askerler Kürtler. Bir Osmanlı zabiti olarak Atatürk de merkeziyetçi değil ama entegre bir sisteme, asimilasyona değil de birlikte yaşamaya alışık. O dönemde bundan bahsediyor, ancak sonra devlet kurulmaya başlandığı zaman daha merkezi bir sisteme, laik bir sisteme gidiyoruz. Kürtler artık bir aşiret hayatı sürdüremezler, merkezi devlete bağlı olmaları lazım. Zaten aşiret reislerinin meşruiyeti büyük ölçüde dinden geliyor, ona rağmen biz daha laik bir sistem kabul ediyoruz ve zaten Şeyh Sait İsyanı’na da bu yol açıyor.

* Kitapta Anadolu’daki Kürt ayaklanmalarının hiçbirinde etnik boyutun çok belirleyici olmadığını söylüyorsunuz. Yani Kürtler tarafından yapılmış olsalar bile Kürtçü isyanlar olmadıklarını ileri sürüyorsunuz...
Evet çünkü gerek 1920’lerden 1938’e kadar süren dönemde, gerekse 19. yüzyılda Osmanlı’da yaşanan Kürt isyanlarının ortak nedenlerinden biri devletin daha merkezi bir sistem kurmaya çalışması. Merkezi sistem esasında Tanzimat’la birlikte kurulmaya çalışılıyor, daha o zamandan itibaren buna karşı çıkıyor Kürtler. İkincisi, Tanzimat’la birlikte bir Batılılaşma başlıyor. Halbuki bu aşiret reislerinin meşruiyeti İslam’a dayanıyor. Batılılaşma yeni bir hayat tarzı olarak ortaya çıkmaya başlıyor, bundan da memnun değiller. Sonra bu isyanların bir kısmı çeşitli şeyhler, ağalar arasındaki kavgalardan da çıkıyor ve zaten hemen her isyanda şeyhlerin, ağaların bir kısmı hükümet tarafında oluyor, bir kısmı Kürtlerin tarafında oluyor. Aynen Cumhuriyet döneminde olduğu gibi Osmanlı Dönemi’nde de bu Kürt şeyhleri, isyan edenler önce sürgüne gönderiliyor, sonra tekrar İstanbul’a getiriliyor ve bunlara, onların çoluğuna çocuğuna bir süre sonra devlette önemli görevler veriliyor. Etnik bir asimilasyon arayışı olsa sürgüne gönderirsiniz, bir daha onu geri getirmezsiniz... Halbuki hem Kürt kimliği tanınıyor, hem de kendilerine bazı devlet görevleri veriliyor. Onu siz kendinizden çok değişik görmüyorsunuz, özellikle onların da Müslüman olması burada çok önemli bir rol oynuyor, Osmanlı’da birine “siz kimsiniz?” diye sorduğunuzda, “Elhamdülillah Müslümanım” der ya da “ben Rumum, Ermeniyim” filan der.
* Özellikle Cumhuriyet döneminde Kürtlere yönelik birtakım baskıları anlatıyorsunuz, mesela dile yönelik yasaklar, hem çocuklara Kürtçe isim konmasının yasaklanması hem de bazı yer isimlerinin değiştirilmesi gibi. Bu örneklerin Kürt kimliklerini yok etmeye yönelik çalışmalar olmadığını söylemek çelişki değil mi?
Yok yok, çelişki yok. Çünkü eğer bu bir asimilasyon değilse ne olduğunu bir izah etmem gerekiyor. Bir kere şu noktadan başlıyorum asimilasyon olmasına imkan yok çünkü böyle bir geleneğimiz yok.
*İnkar yok diyorsunuz fakat PKK hareketi nasıl ortaya çıktı ve bugünlere gelebildi?
1984’te başlayan ikinci çatışma döneminin en önemli sebebi kimilerinin Türkiye’de Marksist-Leninist bir devlet kurmaya çalışmasıdır. Bunu yapmaya çalışanlar önce bazı sosyal sınıfları mobilize etmeye çalıştılar edemediler, sonra etnik bazı grupları mobilize etmeye çalıştılar. Bir sebep bu. Tabii bu arada bazı dış mihraklar da bunu teşvik etti. Kürtler arasında bunun geniş bir tabanı olduğunu zannetmiyorum. Gençlerin PKK’ya katılmasında esas neden ekonomik açıdan yapacak başka bir şeylerinin olmaması. Her ne olursa olsun Kürtler arasında Türklere, Türkler arasında da Kürtlere karşı yaygın bir düşmanlık yok.
* Ama bunu tahrik etmek isteyenler var...
Olur tabii, her konuyu tahrik edebilirsiniz ve çevrenize birkaç bin kişiyi toplayabilirsiniz ama mühim olan genel resimdir. Genel resim de öyle görünmüyor. Devlet de daha önceki tutumunu sürdürüyor. Mesela ilk olay 1984’te gazetelerde küçük bir haber olarak çıkıyor. Peşinden daha büyük bir olay olunca dönemin Başbakanı Turgut Özal “Evet öyle bir şey oldu, biz bu işin peşindeyiz” diyor. Bazıları yakalanınca “yakalandılar ve bu iş bitti” deniyor. 1925’teyse Ankara’ya bir telgraf geliyor. O sırada Köşk’te hem İsmet İnönü, hem de dönemin başbakanı var. Atatürk telgrafı önce Başbakan’a gönderiyor. Başbakan bakıyor ve briç oyununa devam ediyor “olur böyle şeyler” diye. Sonra Atatürk, İnönü’ye göndertiyor o telgrafı ve o hemen telaşlanıyor. Zira İnönü bu gibi konularda çok daha hassas, kalkıyor sigara içiyor... Başbakan ilk başta Şeyh Said olayına hiç ehemmiyet vermiyor.
* Yeni Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un son Güneydoğu gezisinden sonra sizin kitabınızı okudum ve onun orda söylediklerine çok benzer sözler gördüm.
Evet, Sayın Başbuğ da “dikkat edelim ikincil kimlik birincil kimliğe dönmesin” dedi. Fakat ikincil kimlik konusundan Org. Büyükanıt da, Ahmet Necdet Sezer de bahsetmişlerdi. Aslına bakılacak olursa, sadece İsmet İnönü’yle Atatürk değil, Celal Bayar olsun, tabii Süleyman Demirel olsun, Özal olsun o ilk çizgi devam ediyor. Şunu unutmamak lazım: Bizde devlet, bürokrasi sadece Kürtlere değil, genel olarak halka daima üstten bakmıştır.
* Fakat kitabın bir yerinde bölgede görev yapan memurların Kürtlerden olmamasına dikkat edildiği dönemlerden söz ediyorsunuz...
Tabii, o gözardı etme, birtakım tedbirler alma olmuş. Ama bu bahsettiğimiz husus yakın yıllarda büyük ölçüde değişti. Bölgede sivil ve askeri güvenlik güçlerimiz halkla kaynaşmaya başladı. Askerler Güneydoğu Anadolu’da, Doğu Anadolu’da seyyar sağlık ekipleriyle bölgeyi tarıyor, öğrencileri ÖSYM sınavlarına hazırlıyor ve bütün bunlar tabii çok olumlu etki bırakıyor.
- BİTTİ – Kaynak:Vatan

Altınova'da adli olay, Kürtleri linç etmeye dönüştürüldü

Balıkesir'in Ayvalık ilçesinin Altınova beldesinde gençlerin sözlü sataşmasıyla başlayan ve 2 kişinin ölümüyle sonuçlanan kavganın ardından yaşanan olaylarda, belde de yaşayan Kürt yurttaşların evleri taşlandı, işyerleri talan edildi, arabaları yakıldı.

kurtler_linc_girisimi_balikesir Linç edilmek istenen Kürtler, ülkücü grupların provokasyonuyla olayların büyüdüğü belirtiliyor. İHD olaylara ilişkin beldeye heyet gönderdi.
Gençler arasında sözlü sataşmayla başlayan kavgada 2 kişinin ölümüyle birlikte Kürtlere yönelik linç girişimine dönüştürülmesinin ardından akşam saatlerinde yaşanan olayların bilançosu ortaya çıkmaya başladı. Olaylarda yaralanan Oğuz D. (23) adlı kişi hastaneye kaldırılırken yolda yaşamını yitirirken, kavgaya karışan Ezer K. (31), Ercan T. (31), Murat K. (39), Mustafa K. (25), Enver G. (40) ve H.T. (17) adlı 6 kişi de yaralandı. Ağır yaralanan Ezer K. Balıkesir Devlet Hastanesi'de yaşamını yitirdi. Altınova'da Kürtlerin yaşadığı bilinen çok sayıda evin taşlandığı ve işyerlerinin de talan edildiği, arabalarının da yakıldığı öğrenilen olayların kısmen yatıştığı, ancak ilçede gerginliğin sürdüğü de belirtildi. Grup, 'Şehitler ölmez, vatan bölünmez' sloganını atarak, İstiklal Marşı okudu.turkiye_linc
'Öldürmek istiyorlardı'
Olaylar sırasında boş bir binada sıkıştırılan Kürtlerden Seyfettin Gere, bin kişilik bir grubun ırkçı sloganlar atarak kendilerini linç etmek istediklerini iddia ederek, 'O an ne yapacağımızı bilemiyorduk. Jandarma bizi ablukaya almıştı, ancak yine de can güvenliğimizden endişe ediyorduk. Kalabalığın tek amacı bizi öldürmekti. Bütün evlerimiz, iş yerlerimiz talan oldu. Jandarma aracıyla evimize getirildik, ama gece boyunca uyumayacağım. Çünkü dışarıda hala sloganlar atarak yürüyüş düzenleyen gruplar var' dedi.
İHD, yetkili makamlara ulaşamadı


Logo_ihd[1] Altınova'da yaşanan olayları değerlendiren İHD Genel Sekreteri Sevim Salihoğlu da olayı duydukları andan itibaren gerek jandarma, gerekse de emniyet yetkililerine ulaşmak istediklerini, ancak irtibat sağlayamadıklarını belirterek, insanların can güvenliğinin bir an önce sağlanmasının ve gerginliğin daha da büyümemesi için gerekli önlemlerin alınmasını istedi. Olaylarda can kaybının olmasının oldukça üzüntü verici olduğunu ifade eden Salihoğlu, 'Yaşam kaybı ciddi sonuçlar doğuruyor. Bunun örneklerini daha önce gördük ve üzücü olaylar yaşadık. Altınoluk'ta yaşananları yakından takip ediyoruz. Önümüzdeki günlerde bir heyet göndererek olayları inceleyeceğiz. Yaşamını yitiren Oğuz D.'nin ailesine ve yakınlarına başsağlığı diliyorum' diye konuştu. BALIKESİR / DİHA

TÜRKLER (Türkiye halkı?) ÇOK SOPA YİYOR

CetinAltan »Türkiye halkı niye bilmiyorum demez, kitap okumadığından mı?

Hayır! Çok aşağılık duygusu var Türklerde. Çok sopa yiyor Türkler. Önce annesi dövüyor, babası dövüyor. Okula gidince öğretmen dövüyor. Askere gidince çavuş dövüyor. Kız çocuğunu da kocası dövüyor. Bu kadar sopa yiyince bilmiyorum diyemezsin. Bilmiyorum dersen, neden bilmiyorsun diye basarlar sopayı. Bilmiyorum demek azaltıyor çünkü insanı. Bilmediği halde biliyormuş gözükmek lazım.

 

Birgün Çetin Altan, okuyucularına düşüncenin engin okyanuslarında bir fener gibi yol gösterdi. Basit, duru, anlaşılır ve neşeli yazı diliyle okuyucularına sosyolojiden, felsefeye, ekonomiye, tarihe dönük eserler verdi. Gün geldi ateşli sözlerin ve hamaset nutuklarının büyüsüne kapılıp giden kul yığınlarının nasıl büyük tehlikelerle yüz yüze geldiğini hatırlattı. Gün geldi bir ülkenin gelişmesi için o ülkede makam sahiplerinden çok, meslek sahiplerine değer verilmesi gerektiği konusunda aydınlattı.

Yazar, düşünür Çetin Altan ile zamanın absürtlüklerine bazı bazı dem vuran geniş boyutlu geleceğe bakan doyumsuz bir düşünce yolculuğuna çıktık. Yazarın kendi evinde gerçekleşen bu geniş boyutlu sohbeti merak ediyorsanız, kimsenin sizi rahatsız edemeyeceği bir ortam ve zaman ayarlayın, cep telefonunuzu kapayıp okumaya başlamanızı tavsiye ederim…

»Gazeteciliği bir meslek olarak görmediğinizi söylüyorsunuz.

Tek başına yapamazsın da ondan. Tek başına bir gazete çıkarabilir misin? Başkasının kölesi olacaksın. Bunun için okumaz ki insan. Birçok gazeteci işsiz, kaldı ki gazetenin Türkiye’de piyasası yok. Türkiye’de gazete satışları toplam 5 milyon.

»Biyografinizde okudum. Siz de yıllarca gazetecilik yapmadınız mı?

Onlara sen niye inanıyorsun? Hukuk Fakültesi’ni gazetecilik yaparak bitirdim. Babamdan para almadım yani… Babasından para alarak fakülteyi bitiren çocuklardan bir bok çıkmaz çünkü. Babam da bana kızdı, sensör oldu diye. O, benim büyükelçi olmamı istiyordu. Ben avukatım aslında. Bu işlerde mahkûm oldun mu, kimse kimseye bakmaz. Bakıma muhtaç olmayacaksın. Benim kitabımı yayınevi basıyor, yazımı gazete basıyor, gazeteye falan gitmiyorum kadrosunda falan değilim.

»O zaman siz kendinizi sadece yazar olarak görüyorsunuz, öyle mi?

Sağ iken insan yazar olamaz. (Elindeki  gazeteyi gösteriyor) Bak Dostoyevski’yi yazmışlar ama yanlış yazmışlar. Dostoyevski gibi, öldükten 100 sene sonra sözün geçiyorsa yazarsındır. 100 sene içinde bir tane yazar yetişir. O da öldükten 100 sene sonra anlaşılır. Yoksa bir kalem, bir kâğıt al yazar olursun. Türkiye’nin yazarı var mı? Burada 6 kişiye bir kitap düşüyor, 20 kişiye bir gazete düşüyor. Daha okuma yazma dönemine geçmiş değil burası.

»Bu ülkede niçin az kitap okunuyor, köylülükten mi kaynaklanıyor?

Köylülüğün tarifini yapmak lazım, senin büyükannenin evinde kitap salonu var mıydı? Aynı evde 150 sene oturmadıkça kentli olunmaz. Hiçbirimiz kentli değiliz, de özeniyoruz biz.

»Bayrağında hilal bulunan toplumların, din yüzünden değil köylü kaldıkları için geri kaldıklarını söylüyorsunuz. Din anlayışının dünya hayatına önem vermeme öğretisi kentleşmeye engel olmuyor mu?

Türkiye’de hiç, ‘bilmiyorum’ diyene rastladın mı? Bu dinin mi kabahati?  Bunun dinle ilgisi yok. Dinle başka bir şeyin ilgisi var yalnız. Bin 500 sene içerisinde milyarlarca erkek çocuğu sünnet oldu mu? Hepsi doğru mu sünnet edildi? Mümkün değil. Kozmos, kâinat, evren böyle bir organda hata yapar mı? Üretim organında! Nedir bu erkek milletiz lafları? Kadın libidosundan korkuyorlar. Bunu söylersen linç ederler seni.

»Türkiye halkı niye bilmiyorum demez, kitap okumadığından mı?

Hayır! Çok aşağılık duygusu var Türklerde. Çok sopa yiyor Türkler. Önce annesi dövüyor, babası dövüyor. Okula gidince öğretmen dövüyor. Askere gidince çavuş dövüyor. Kız çocuğunu da kocası dövüyor. Bu kadar sopa yiyince bilmiyorum diyemezsin. Bilmiyorum dersen, neden bilmiyorsun diye basarlar sopayı. Bilmiyorum demek azaltıyor çünkü insanı. Bilmediği halde biliyormuş gözükmek lazım. Halbuki Sokrates’in bir sözü vardır 2300 sene önce yazılmış: “Bildiğim bir şey hiçbir şey bilmediğimdir.”

»Bir taraftan ‘komünist olmamak kozmosa aykırıdır’ diyorsunuz, diğer taraftan ‘kapitalizm gitgide dünya üzerindeki iktidarını perçinlerken ‘enseyi karartmayın’ gibi geleceğe umutla bakan yazılar yazıyorsunuz. Ne oluyor, kapitalizmin sonu mu yaklaşıyor, yoksa komünizme mi dönüşüyor?

Ama siz bunu sadece politik olarak düşünüyorsunuz. Lenin komünist değildi mesela… Balıklar, kuşlardır komünist. Rejim değildir komünizm, kozmosun düzenidir. Yıldızın, ağaçların, çiçeklerin, böceklerin sistemidir. Sen o sistemin dışında mısın?

»Tabii ki içindeyim, ama anlayamadığım, bununla nasıl bir komünizmden bahsettiğiniz?

Sen Türk değilsin dünya vatandaşısın demek istiyorum. Hiçbir şey, hiç kimse seni yönetmeyecek demek istiyorum.

»Marks’ı bilinenden farklı yorumluyorsunuz.

İki büyük hatası oldu 20’nci yüzyılın; birincisi Lenin’i komünizm zannetmek, ikincisi de ekonomiyi ulus-devlet modeli içindeki partilerin kullanabileceği bir mekanizma zannetmek. Mesela fiziği tartışıyor musun? Kapitalist, sosyalist fizik olur mu? Kim değiştiriyor dünyayı? Edison lambayı geri alsa Ortaçağ’a düşeriz. Bir kişi değiştiriyor. Ama fizikçi o! Fizikçi de doğanın yasalarını alıyor, çıkarıyor insanlığın kullanacağı hale getiriyor. O ekonomiyi de değiştiriyor mu? Marks, “Burjuva egemenliği yeni yatırımlarla, fizikçinin yeni buluşlar yapmasını engeller” der. Onun için “işçi sınıfı, toplanınız, ayağa kalkınız!” laflarıyla yeryüzü işçi sınıfına hitap ediyor ki, işçi pahalıya gelsin. İşçi pahalıya geldiği vakit sermaye yatırım yapar.

Sovyetler uzaya giderek batırdı kendisi, ama birdenbire NASA girdi devreye. Yoksa Amerika 100 sene gitmezdi uzaya. Kârlı değil. Diyalektik çalışıyor o zaman. Ama bu Ruslara pahalıya maloldu. Çünkü Lenin öngöremedi. Alt yapıyı yaptı, kimse ondan sonra çalışmaz oldu. Nasıl olsa aynı parayı alacaksın, niye sen fazla çalışasın? Sonra şampanyayı burjuva içer, bilmem ne bilmem ne içer, puroyu burjuva içer… Şampanya, puro bilmem ne burjuva meselesi değil. Onu içebilmenin hangi merdivende gerçekleştiğinin şeffaflaşması önemli. Picasso da Komünist Partisi üyesiydi. İçmesin mi bir kadeh şampanya, burjuva içkisi diye? İkinci bir tuzak; ‘yoksul yoksulu kurtarır’ diye kurdular meseleyi… Yoksul yoksulu kurtarabilir mi?

»Nasıl kurtulacak yoksullar?

Birisi biraz para verdiği vakit hepsi iniyor aşağıya… Sendikacıya biraz para versen o kendi paçasını kurtarır. Buna rağmen taş devrinden nasıl gelindi uzay çağına? Değişmeyen tek şey değişimdir. Türkiye’yi Avrupa Birliği’ne aldıkları vakit, federasyon yahut konfederasyonun içinde Avrupa’nın yani dünya vatandaşlığının merdivenleri kuruluyor mu? Peki 55 Müslüman ülkesinin egemenliği? Baştakiler egemen, onlar eşdeğer yaşıyor Bush’la falan. Ama aşağıdakiler? Yazık değil mi insanlara? Onların da alım yapmasını isteyen müspet bir ekonomi var. Piyasayı genişletmek istiyor. Kimisinin yapmaktan vazgeçtikleri şeyleri yaptıracak. Hâlâ daha otomobil yapmakla mı uğraşacak İsveç? 9 milyon nüfusu var, 95 milyar dolar ihracatı... Kimsenin yapamadığı bir şeyi, elektronik santraller yapıyor. Kaç tane Nobel’lisi var, bir de oradan bak. İki defa yenildi Almanya, 47 tane Nobel’li adamı var. Nobel’lilerin de bir hayatına bak bakalım. Belki onlar değiştiriyordur?

»Marks, ‘Kapital’de’, kapitalist sistemin ilerleyen evrelerinde sermayenin tekelleşmeye başlayacağından, bununda işsizliği artırarak ezilen kitlelerin yaşamını zorlaştıracağından bahsetmiyor mu?

Marks’ı anlamak gerekir. Öyle kulaktan dolma olmaz. Marks’ı yazabiliyor musun? Yazamadığın şeyi konuşma hayatta! Onu kendi anadilinde yazdığın zaman, kimseye de rezil olmayacak şekilde yazarsan biliyorsun sayılır. Marks bir kere niye aranıyordu? Kimin talebesiydi? Hangi fakültede okumuştu? Doktora tezi hangi konularda? Bunları merak etmek lazım, merak ettiğin vakit özdeşleşirsin. Evin var mı senin? (Hayır, diyorum) Evi olmayan insan merak edebilir mi? (Yazılarında dile getirdiği 3 temel dürtüden; yani beslenme, barınma ve cinsellik gibi ihtiyaçlar karşılanmaz ise beyinsel radarların çalışmayacağından bahsediyorum.)

»Anadolu’da beslenme, barınma, cinsellik gibi 3 temel güdüyü karşılama sorunu neden çözülemedi?

Niye denizleri kullanmadı? Sen kozmosla çatışırsan cezası büyük olur. Evrenle çatışıyor Türkiye’de ondan oluyor.  Ancak farkında değil onun, öldükten sonra iş için…

»Yüzyıllardır devam eden bir süreç bu, niçin Anadolu yüzyıllardır evrenle çatışma halinde?

Çünkü onun başındaki kişiler, İyonya uygarlıkları. Düşün ki Diyojen de Sinoplu. Efes diye bir yer var orada, tiyatrolar var, onlarla sentez yapmayı kapattı. Bir kere Muhammed kapattı. Ona ‘cahiliye dönemi’ dedi. Pisagorlar, Aristolar, Sokratesler güme gitti. Niye buna inandı, olay bizimle başlıyor. Bunun cezasını ödüyoruz.

»Yazılarınızda, “mutlulukla başarı bir arada olmaz” diyorsunuz.

Kristof Kolomb, mutlu olsa ülkesinden uzaklara gider miydi? Okyanuslara açılır mıydı? Marco Polo 16 yaşında ayrıldı evinden. Hem de yaya Çin’e gider miydi? Mutlu olsa adam evinden ayrılır mı?

»Peki, siz hiç mutluluğu bulamadınız mı?

O başlangıçta oluyor. 81 yaşında mutlu olup olmamanın bir anlamı yok. “Hülyası kalmayınca hayatın ne zevki var / Bitsin hayırlısıyla bu beyhude sonbahar / Ölmek değildir ömrümüzün en feci işi / Müşkül budur ki ölmeden evvel ölür kişi”. Umudum var falan… O umudun duvarlarını da görmüyorsun. O zaman keşke demeyeceksin. Keşkesiz de yaşamış insanlar vardır. Anatole France 23 yaşında yazdı ilk kitabını. “Sylvestre Bonnard’ın Suçu”nu keşke yazmasaydım, der mi? Yazı olduğu vakit keşkesi kalmaz işin. Neden konuşuyoruz ki, konuşarak bir bok olmaz. Yazmak da gazete yazısıyla olmaz, kitap yazmak gerekir. İnsanlar ikiye ayrılır: Mezarlıklara girenler, ansiklopedilere girenler. Ansiklopedilere girenlerin bir de hayatlarına bak, neleri göze almışlar.

»Ansiklopedilere girenler, ölümsüz olmak için mi, yoksun ve acılı yaşamları göze almışlar?

O sırada, o işi yaparken aç kalacağını bilmesine rağmen aldığı zevk nedir biliyor musun,  100 kişilik bir orkestrayı yönetirken bir orkestra şefinin? Kerhanedeki karıya da âşık olabilirsin, cinayet de işleyebilirsin. Ne karşılığı? O sırada onun tatminini düşünebiliyor musun? Parayla pulla olacak iş mi bu? Var olduğunun yansıması o be!  Nasıl olsa bir gün ölecek.

»Meslekler bitiyor diyorsunuz, peki gelecekte insanlar ne iş yapacak?

O zaman akla gelmedik şeyler çok daha eğlenceli olur. Senin şehrinde ilk kadın berberini kim açtı gibi… Sokrates zamanında karikatür falan yoktu, ama onun ilk karikatürünü yapan bir herif var. Kimdi onu merak edersen, bütün dünya televizyonları senden bahseder. İlk karikatürleri yapan adamları bul mesela… Daha önce o karikatür hiç yapılmamış, portre karikatürden bahsediyorum. Onu merak ettiğin vakit evin harcamalarını çıkarırsın. İlkokul çocuklarının çok rahat algılayabileceği bir CD yapsan, bitti hikâye. Hayatının sonuna kadar milyarder gibi yaşarsın. 21’inci yüzyıl çalışma dönemi gayet zevkli bir yüzyıl. Senin yüzyılın benim değil.

H. BURAK ÖZ /Birgun

 

Yazsam da ne yazsam diye düşünerek olmaz; fışkırıverir o


»Köylüler sanatçı olamaz mı?

Köylü çocuğu olur ama. Kaldı ki sanat demek, bu zamana kadar yazılmışa artı getiriyorsan sanattır. Yapılmışı bir daha yapıyorsan bir anlamı yok onun. Dünyanın en büyük şairleri 16-20 yaşında vermişlerdir en büyük ürünlerini… Bak bakalım yazarlar ne kadar zaman içinde kaç kitap yazmışlar? Onlar insan değil miydi? Bizden üstün insanlar değillerdi. Ama anneleri de piyano çalıyordu evlerinde… Evinde kaç cilt kitap olacak seni? Git merak et bakalım adamların evlerini, hepsi müze. Bir de kendi olduğun tarafa bak. Bir kere senin dilin bu işe müsait değil. İspanyolca bilsen, bambaşka bir şey olurdun. Resim, heykel müzesi var mı senin şehrinde? Birde Louvre, British Museum’a bakalım. Van Gogh, Hollanda, Flaman bilmem ne falan ressamları, şunları bunlar… Bir de katedraller bak, heykel var, müzik var resim yok. Daha vaftiz olurken oradan çıkıyor çocuk. Hepsi sanatçı olmuyor  ama meslek sahibi oluyorlar. Yaptıkları işten zevk alıyorlar.

»Siz, kitaplarınızı bu şekilde, birden içinize gelen ilham ile mi yazıyorsunuz?

İçinden gelirse zaten kâğıda dökersin. Öyle, yazsam da ne yazsam diye düşünerek olmaz o. Fışkırıverir o… Sen, roman ne demek olduğunu biliyor musun? Kökeni nereden geliyor bir kere? Bak çingenelere de roman diyorlar. (Kökenini incelemedim diyorum). Hepsini bana anlattırma yoruldum be… Git biraz bak. 81 yaşındayım ben. Yeryüzünde ikinci bir yazar yok 81 yaşında kalkıp gazeteye her gün yazı yazan. Bu niye oluyor peki? Türklerin eşekliğinden! Benim yaşımda bir adam multi milyarder olur. Ama sen okumazsan başkaları niye okusun? Bir de bak bakalım başka yazarlar ne yapıyor. Eski piyesleri oynar, bir daha oynar, or’da oynar şur’da oynar telif hakları gelir... Kaynak: Birgun