Sunday, August 24, 2008

Kürt sorununun, dere kenarında adam vurarak halledilebilecek olduğunu sanma canavarlığı..!

Ama 28 Şubat’ın generalleri kendilerini herkesten daha akıllı, herkesten daha “vatansever” bulunca, burası cinayetler cehennemine döndü.Kürt sorununun, dere kenarında adam vurarak halledilebilecek olduğunu sanma canavarlığı, insanların hayatlarını yok etti, devleti devletlikten çıkardı. Çeteleri besledi.

O zaman yakalasalardı.../Ahmet Altan-Taraf

İşin belki de en dehşet verici yanı, devletin her şeyi bilmesi.

Ne faili meçhuller bir sır devlet için, ne Susurluk, ne de Ergenekon.

Hepsinden haberi var.

Ama yakalamıyor.

Tam aksine, koruyor.

Bundan on yıl önce, JİTEM’in “tetikçi” olarak kullandığı itirafçılardan bir grup, JİTEM bünyesinde işledikleri cinayetleri anlatıyor.

Hangi subaylarla birlikte çalıştıklarını isim isim açıklıyorlar.

Olayların bütün ayrıntılarını veriyorlar.

Korkunç şeyler var söyledikleri arasında.

Şırnak’ın İdil ilçesinde üç köylüyü öldürmeleriyle ilgili itiraflarından sonra bir grup subay, korucu ve “itirafçı” hakkında dava açılıyor.

Diyarbakır DGM Savcılığı, Jandarma Genel Komutanlığı’na bir mektup yazarak, “ismi geçen subaylar” hakkında bilgi istiyor.

Jandarma Komutanlığı cevap veriyor.

Diyor ki, “Genelkurmay Başkanlığı bu konuda bir soruşturma başlattı”.

Cevap bu.

Yani, “yargı bu işe karışmasın, biz aramızda hallederiz”.

Üç insanın ölümüyle sonuçlanan bir cinayetle ilgili olarak askeriyenin yargıya verdiği cevap bu kadar.

Diyarbakır DGM Savcılığı bu sefer Ankara DGM Savcılığı’na başvuruyor.

“Bu şahıslar hakkında bilgi alın,” diyor.

Ankara DGM Savcılığı, Jandarma Komutanlığı’na bir yazı daha yazıyor.

Bu sefer “cevap” biraz daha üst düzeyden geliyor.

Genelkurmay Adli Müşaviri Tümgeneral M. Erdal Şenel imzalı ikinci cevap hukuk tarihine geçecek cinsten.

Şöyle diyor tümgeneral:

“Genelkurmay Başkanlığı’nca gerekli inceleme ve soruşturma tarafımızdan yürütülmüştür. Bu nedenle aynı konuda tekrar talepte bulunulmasının sebebi anlaşılmamıştır.”

Aslında bu iki satır Türkiye’de askerle hukuk arasındaki ilişkinin muhteşem özetidir.

Aralarında subayların da bulunduğu bir grubun üç kişiyi öldürdüğü söyleniyor.

Genelkurmay, “biz soruşturuyoruz, yargı bunu daha niye uzatıyor” diye cevap veriyor.

Öyle ya, öldüren askerse kim ona hesap sorabilir.

Cinayet işlediyse “vatanı için işlemiştir”, bu da yargıyı hiç ilgilendirmez.

Vatan için subaylar canlarının istediğini ensesinden vurup öldürebilir.

Anlayış bu.

Bugün, Ergenekon çetesine karşı “tarafsız” kalmayı tercih edenlerin, bunu “solculuk” olarak göstermeye çalışanların bu davayı iyice bir incelemeleri gerekir bence.

Onların solcu olup olmadıklarını bilmem.

Ama eğer vicdan ve akıl sahibiyseler, “biz ne yapıyoruz” diye bir sorarlar kendilerine.

Çünkü bu davada adı geçen subayları toplum daha sonra yakından tanıdı.

Onlardan biri, bugün Ergenekon sanığı olan Veli Küçük.

Diğeri, bir başka Ergenekon sanığı Arif Doğan.

İkisi de şu anda Ergenekon davasından tutuklu.

Diğer subaylardan ikisinin adı da Ergenekon dosyalarında geçiyor.

Ergenekon’un temeli Güneydoğu’da işlenen bu cinayetlerle atıldı.

Genelkurmay’ın, “hukuk bizim subayların cinayetlerine karışamaz” demesiyle semirip gelişti.

Eğer Türkiye, “siz ne karışıyorsunuz” tavrından, emekli orgenerallerin tutuklandığı bir noktaya geldiyse, bunun önemli bir gelişme olduğunu anlamak gerekir.

Bugün bu gelişmeyi desteklemezseniz, 28 Şubat’ın o kanlı ve hukuksuz dönemine geri dönersiniz.

Böyle korkunç bir ihtimale destek olmanın adına “solculuk” diyen bir toplum olduğunu da hiç sanmıyorum.

Solculuk kavramını bu kadar kirletmeye de gerek yok.

İnsan sadece “korkak”, sadece “çıkarcı”, sadece “işbirlikçi”, sadece “faşist” olabilir...

Korkaklığını “solculuk” maskesinin arkasına saklamaya çalışmak, ödlekliği gizlemeye yetmez, ona bir de ahlaksızlığı ekler, o kadar.

Bizde hiçbir kurum davranması gerektiği gibi davranmıyor.

Ne ordu ordu gibi davranıyor, ne yargı yargı gibi, ne kendilerine “solcu” diyenler solcu gibi, ne aydınlar aydın gibi, ne de siyasetçiler siyasetçi gibi...

Bu karmaşada da köylüler dere kenarlarında enselerinden vuruluyor.

İnsanlar sokaklarda öldürülüyor.

Bombalar patlatılıyor.

Eğer on yıl önce, ordu “28 Şubat ordusu” gibi değil de gerçek bir ordu gibi davransaydı, kendisinden istenen bilgileri yargıya verseydi, kendisinin “hukuktan üstün” olduğunu sanmasaydı, daha sonra öldürülen birçok insan öldürülmezdi.

Cinayetler engellenirdi.

Ama 28 Şubat’ın generalleri kendilerini herkesten daha akıllı, herkesten daha “vatansever” bulunca, burası cinayetler cehennemine döndü.

Kürt sorununun, dere kenarında adam vurarak halledilebilecek olduğunu sanma canavarlığı, insanların hayatlarını yok etti, devleti devletlikten çıkardı.

Çeteleri besledi.

Türkiye henüz tümden temizlenemediyse de, o gün bulunduğu noktadan daha ileri bir noktaya ulaşmayı başardı.

Hiç olmazsa sanıklar ortaya çıkarılıyor, davalar açılabiliyor.

Henüz “muvazzaflara” dokunulamasa da, hiç olmazsa emeklilere “siz ne yaptınız” denebiliyor.

Ordu gerçek bir ordu olup da “hukukun üstünlüğünü” tam anlamıyla kabul ettiğinde, eğer varsa, Ergenekon’un ordu içindeki uzantıları da budanacaktır.

Belki o zaman kendilerine solcu ya da aydın gibi sıfatlar takmaktan hoşlanan bazıları da “hukukun üstünlüğünü kabul etmiş bir orduyla” yaşamanın iyi bir gelişme olduğunu fark eder.

Türkiye her şeye rağmen gelişiyor.

Daha da gelişecek.

O zaman her şeyin gerçeği ile sahtesi birbirinden ayrılacak.

Cinayetler karşısında “tarafsız” kalan “solcular” ve cinayetler işleyen çeteciler sahneden çekilecek.

Daha aydınlık bir sahnemiz olacak.

Daha güvenli.

Ve, daha dürüst.

AKP Yanlısı Basın Psikolojik Savaş Karargâhı Haline Gelmiştir

Berfin...

300 Aydın : Ergenekon Derinleştirilsin

YORUM - Yüz yıllık temizlik

Ergenekon Raporu: DIŞ GÜÇLERLE BAĞLANTILI ve İKTİDAR YANLISI MEDYA

Türkiye'yi yöneten 50 kişi içinde Abdullah Öcalan’da var!

Türkler ve Kürtler: ‘Kürt sorunu’ nu tartışıyor

Abant'ta Kürt sorunu tartışılacak

Taraf yazarlarından Türk silahlı kuvvetlerine tepki!

Türk Genelkurmayında şok! - Altan : “Haber kaynaklarımız Genelkurmay'ın içinden”

Darbeci Kemalizm devletten kazınacak

Güneydoğu’nun geleneksel kibarlığıyla hal hatır sorduktan sonra tam ayrılacakken kolumdan tuttu...

Onlara Bahane Bırakmayın

Lice'de askerler köy yaktı!

image AMED / Türk ordusu ‘kirli savaş’ uygulamlarına geri dönüş yaparak, 1990’lı yıllarda olduğu gibi bir köyü yakarak ateşe verdi. Diyarbakır'ın Lice İlçesi'ne bağlı Hedik Köyü'nde askerlerin köylülere ateş açtığı ve köyü yaktıkları belirtildi.

Edinilen bilgiye göre, daha önce boşaltılan ve birkaç yıldan beri köylülerin yazın giderek hayvancılık yaptığı Hedik Köyü akşam saatlerinde askerler tarafından tarandı. Köylülerin kaldığı çadırların da yakıldığı belirtilirken, köylülerin Lice'de bulunan yakınlarından yardım istediği ancak askerlerin "Çatışma var can güvenliğinizi sağlayamayız" gerekçesiyle köye giriş çıkışları yasakladığı belirtildi.  ANF NEWS AGENCY

Artık Ergenekon’u ben de yazabilirim!

Henüz ortada ne Susurluk vardı ne de Ergenekon. Ne "Yeşil" biliniyordu ne de JİTEM. PKK itirafçıları daha ortaya dökülmemişlerdi. Faili meçhul cinayetlerin ardı arkası kesilmiyordu.

Tam o günlerde, bugün artık adını herkesin bildiği bir subayla tanıştım; Binbaşı Ahmet Cem Ersever... Ersever’i öldürenler nüfus cüzdanını bana gönderdi; ölüm sırası bendeydi. Bugün, avazı çıktığı kadar bağıranların o gün sesleri hiç çıkmıyordu. Evet, geliniz Ergenekon’u bir de benden dinleyiniz; çünkü kafanızı çok karıştırdılar.

 

files

Soner YALÇIN

ERGENEKON soruşturması/davası konusunda son günlerde ortalık biraz sakinleşti; "kayıkçı kavgası" bitti gibi.

Eee artık Türkiye’nin bu sözde derin gündemi hakkında birkaç söz edebilirim. Sanıyorum bu konuda bir şeyler söyleyecek kadar bu konuyla ilgili haberler, kitaplar yazmış ender gazetecilerden biriyim.

Önce "Binbaşı Ersever’in İtirafları" adlı kitabımı yazdım. Yıl: 1993.

Binbaşı Ahmet Cem Ersever ile 7 Haziran 1993’te tanıştım.

Ersever’in cesedinin bulunduğu 4 Kasım tarihine kadar geçen beş aylık sürede çeşitli görüşmeler yaptım. Bunların çoğu yazılmamak üzereydi.

JİTEM’i, JİTEM’in neden ve nasıl kurulduğunu, ilk komutanının kim olduğunu; "Yeşil" kod adlı Mahmut Yıldırım’ı, Vedat Aydın’dan Musa Anter’e kadar nice yargısız infazın nasıl yapıldığını, PKK itirafçılarının kimler olduğunu, bunların hangi cinayetlerde kullanıldığını Binbaşı Ersever anlattı.

İlk kez bir subay, Güneydoğu’daki hukuk dışı hareketler konusunda, kontrgerilla hakkında konuşmuştu. Ve çok şey biliyordu. Ersever’i hep şaşırarak dinledim.

Zamanla Ersever’le görüşmemizi birileri öğrendi. Ve daha fazla konuşmaması için onu öldürdüler. Nüfus cüzdanını beyaz bir zarf içinde bana gönderdiler. Zarfta başka hiçbir şey yoktu.

Sonra birileri bazı gazeteleri arayarak, "Sıra Soner’de" diye telefon ettiler.

Kaçtım, kayboldum.

Ve o kaçak günlerde Ersever’in bana anlattıklarının hepsini "Binbaşı Ersever’in İtirafları" adlı kitapta yazdım.

Ersever’e yazmayacağıma söz vermiştim ama artık yazmak zorundaydım. Belki bu yazdıklarım sonucu katillerinin bulunacağına inanıyordum. Ne safmışım o yıllar! Neyse.

Ersever’in anlattıkları, bugün konuşulan Ergenekon soruşturmasından daha değerli bilgiler içeriyordu. Ancak "Binbaşı Ersever’in İtirafları" kitabı hiçbir gazetede, dergide, TV’de haber ol(a)madı.

Bir Binbaşı elleri ayakları bağlanıp, kafasına sıkılan iki kurşunla infaz edilip Ankara’nın çıkışına bırakılıyor ve kimsenin bu cinayetle ilgili sesi çıkmıyordu!

Oysa, Türkiye’de o tarihe kadar tam 20 yıldır kontrgerilla konusu tartışılıyordu.

İlk kez içeriden biri, kontrgerilla faaliyetini ayrıntılarıyla açıklıyordu. Yapılanların kanunsuz olduğu ortadaydı. Ama kimsenin sesi çıkmıyordu.

Çünkü terör herkesi esir almıştı. Sanılıyordu ki, terörle mücadelede her yol mübahtı!

O yıllar, 1990’lı yılların başında Güneydoğu’da oluk oluk kan akıyordu. Faili meçhul cinayetlerde büyük artış vardı. Herkes canından bezmişti ve kimsenin aklına hukuk gelmiyordu.

Sadece Güneydoğu’da değildi bu kanunsuz hareketler. Dev-Sol gibi sol örgütlerin İstanbul-Ankara’daki hücre evlerine yapılan baskınlarda teslim olanlar bile infaz ediliyordu. Yargısız infazlar dönemi başlamıştı.

Devletin bir bölümü, terörü böyle bitireceğine inanıyordu.

Susurluk’a uzanan kanlı yol işte böyle oluşturuldu.

Susurluk’a uzanıyor

Daha Susurluk meselesi ortaya çıkmamıştı.

Ama Susurluk çetesi ardı ardına cinayetler işliyordu. Yöntemleri aynıydı; polis yeleği giyip "biz polisiz" deyip kişileri evlerinden, işyerlerinden, araçlarından indirip götürüyor ve infaz ediyordu.

Bu yöntemi ilk Güneydoğu’da denemişler; SP Şırnak il yöneticisi İbrahim Sarıca, HEP Diyarbakır İl Başkanı Vedat Aydın, ÖZDEP Erzincan İl Başkanı Cemal Akar, ANAP Varto İlçe Başkanı Kerim Geldi ve niceleri aynı yöntemlerle öldürüldü.

O günlerde Başbakan Tansu Çiller’in ilginç bir demeci oldu.

Çiller, 4 Kasım 1993’te İstanbul’daki Holiday Inn Oteli’nde basın mensuplarına şöyle konuştu: "Türkiye, milis hareketi niteliğine dönüşmüş ve yaygınlaşmış bir terör hareketiyle karşı karşıyadır. PKK’nın haraç aldığı işadamları ve sanatçılarının isimlerini biliyoruz, hesap soracağız."

PKK’ya yardım eden 67 Kürt işadamı ve sanatçısının bulunduğu bir listeden bahsediliyordu.

Listenin ilk başında Behçet Cantürk vardı.

Ve Behçet Cantürk 14 Ocak 1994’te İstanbul’da evine giderken, polis yeleği giymiş kişiler tarafından otomobilinden indirilerek bilinmeyen bir yere götürüldü. Bir gün sonra cesedi bulundu.

Behçet Cantürk’ü diğer cinayetler takip etti: Fevzi Aslan, Salih Aslan, Savaş Buldan, Adnan Yıldırım, Hacı Karay, Sefa Erciyes, Yusuf Ekinci, Namık Erdoğan, Medet Serhat, Faik Candan gibi Kürtler, İstanbul ve Ankara’da kaçırılıp öldürüldü.

Haziran 1996 tarihinde, "Behçet Cantürk’ün Anıları" adlı kitabımı çıkardım. Daha Susurluk’taki o malum kaza olmamıştı. Devleti çıplak görmüştüm.

Ne yalan söyleyeyim, çok korktum.

İtalyan gladiosunu ortaya çıkaran Savcı Fellice Casson’un bir lafı vardır: "Gladioyu keşfettikten sonra ondan örgüt elemanlarının haricinde haberdar olan tek kişinin kendin olduğunu bilmek, bunun neticesinde de seni her an öldürebileceklerini düşünmek korkunç bir duygu."

Korktum ama yine de Susurluk Çetesi’nin cinayetlerini ve yöntemlerini, "Behçet Cantürk’ün Anıları" kitabımda yazdım.

Aslında ortada pek de gizli saklı bir durum yoktu. Cinayetlerin görgü tanıkları, Susurluk Çetesi’nin infaz timlerinin robot resimlerini bile çizdirmişti. Dava dosyalarında birçok ayrıntı vardı. Ama bunların üstüne gidecek ne bir siyasi güç ne de yargı vardı.

Para, para, para

Terörle mücadele maksadıyla yola çıkan Susurluk Çetesi, Kürt işadamlarının infaz edilmesi sürecinde parayla tanıştılar. Öldürülmekten korkan herkes, canını kurtarabilmek için oluk oluk para dağıtıyordu.

Terörün finans kaynağı silah kaçakçılığı ve uyuşturucudan elde edilen paraların büyüklüğü, bu sözde idealist çetenin aklını başından aldı.

Para için "kumarhaneler kralı" Ömer Lütfi Topal öldürüldü.

Ve artık bir büyük oyun sahneleniyordu; önde terörle mücadele görüntüsü vardı; arkada para paylaşımı.

İşin içine para girince çete elemanları birbirine düştü.

Bir taraf Tarık Ümit’i yok ederken, diğer taraf "Yeşil" kod adlı Mahmut Yıldırım’ın başına bela oldu.

Çete içindeki kavga kamuoyunda, "İkinci MİT Raporu" olarak bilinen raporun ortaya çıkmasına neden oldu. Rapor basında elden ele dolaşmaya başladı. Kimse yazmaya cesaret edemedi. Aydınlık Dergisi, 21 Eylül 1996 tarihinde raporu kamuoyuna açıkladı. Rapor yalanlandı. Meselenin üstü bir kez daha örtüldü.

3 Kasım 1996’daki Susurluk’taki trafik kazası, raporu doğruladı.

Yaranın irini akmaya başladı. Basın kararlılıkla olayın üzerine gitti.

Biz de Doğan Yurdakul ile birlikte "Reis, Gladio’nun Türk Tetikçisi: Abdullah Çatlı" ve "Bay Pipo, Sıradışı Bir MİT Görevlisi: Hiram Abas" kitaplarını yazdık.

Sonra ne oldu; Refah Partisi-DYP koalisyon hükümeti, Susurluk’u "fasa fiso" ilan etti. Basının gayretlerine rağmen Susurluk’un üzeri örtüldü.

Aradan yıllar geçti...

Ergenekon soruşturması patlak verdi.

Evet, üzerine dört kitap yazdığım Ergenekon meselesi konusunda bir şeyler söyleyebilirim artık.

Ergenekon’u doğru okuma kılavuzu

ERGENEKON aslında Susurluk’tur.

Peki, Susurluk gladio mudur?

Bu soru kafaları çok karıştırıyor. Bu nedenle önce gladio nedir ona bakalım:

Gladioyu II. Dünya Savaşı’nın bitimiyle birlikte CIA ile anlaşan eski Naziler kurdu. Hedefi komünist örgütlerdi.

Ve her NATO ülkesinde bir gladio teşkilatı kuruldu.

Türkiye, soğuk savaşın başladığı iki kutuplu dünyada safını Batı olarak belirledi.

NATO’ya girdi. Ordusunu, istihbaratını ve bürokrasini ABD’ye teslim etti.

Türkiye’nin hedefinde bir tek güç vardı; Sovyetler Birliği ve sözde "uzantısı" içerideki komünistler. CIA ve dolayısıyla gladionun yardımlarıyla solculara karşıt sivil örgütler meydana getirildi; Komünizmle Mücadele Derneği, İlim Yayma Cemiyeti gibi.

Türkiye’de sol kitleselleştikçe karşısına bu kez inanmış idealist ülkücüler çıkarıldı. Komando kampları kurulmaya başlandı.

Türkiye siyasal cinayetlere sahne oldu. İlginçtir, öldürülen ilk 10 kişinin hepsi solcuydu. Öldürülen ilk 100 kişinin 76’sı da solcuydu.

Birileri halkı ve vatanı için ölüme koşan idealist gençlerini kışkırtmak için elinden geleni yaptı. Toplumda saygı gören isimler öldürülmeye başlandı. Ardından kitlesel katliamlar geldi; K.Maraş, Çorum gibi.

Toplum, akan kanlarla askeri darbeye mecbur edilmek isteniyordu. Zaten 12 Eylül 1980’de darbe yapanlar açıklamışlardı: "Durumun olgunlaşmasını iki yıl bekledik!"

Bugün artık ortaya çıkmıştır ki, Türkiye’deki bu katliamların sorumlusu CIA/Gladio güdümündeki örgütlerdi.

CIA, Türkiye’yi sola teslim etmek istemiyordu.

Bunun dış politik nedenleri de vardı: ABD’nin bugün nasıl "Büyük Ortadoğu Projesi" varsa, 1970’li yıllarda da "Yeşil Kuşak Projesi" vardı. CIA’nın planına göre Sovyetler Birliği; Türkiye, İran, Pakistan, Afganistan gibi Müslüman ülkelerle çevrilecek ve bunlar içerideki Müslümanları etkileyerek Sovyetler Birliği’ni yıkıma yol açacak büyük ayaklanmalara neden olacaklardı.

Ancak CIA’nın isteği gerçekleşmedi: İran’da ABD karşıtı İslam Devrimi oldu; Sovyetler Birliği Afganistan’a girdi. Mısır, Irak, Suriye’de ABD karşıtı Baas hareketleri güçlüydü; iktidardaydı.

ABD Türkiye’yi kaybetmeyi göze alamazdı.12 Eylül askeri darbesine giden kanlı yolları gladio/kontrgerilla döşedi.

Ve...

1989’da Berlin Duvarı yıkıldı. Doğu Bloku çöktü. Sovyetler Birliği dağıldı.

Avrupa’daki gladiolar bir bir ortaya çıktı: Batı Almanya’daki adı "Sword"; Avusturya’da "Schwert"; İngiltere’de "Secret British Netword Revealed"; Belçika’da "Bdra8"; Hollanda’da "Command"; İsviçre’de "P:26" ve "P27"; Yunanistan’da "Sheepskin" idi. Fransa’daki adı Teoman’ın şarkısının adıydı: "Rüzgárgülü!"

Neo-Ergenekoncular

Hepsi komünist hareketlere karşı gizlice görev yapmıştı. İlginçtir, sadece Türkiye’deki gladio açığa çıkarılmadı.

Gladio, kontrgerilla ya da Ergenekon adı ne idiyse, bugün kamuoyunun kafasını karıştırmaya devam ediyor.

Elinizde kaba bir şablonunuz varsa; kontrgerillanın/Ergenekoncuların, gladio olduğundan emin olabilirsiniz. "Dün öyleydi ve bugün ortaya çıkan çeteler bunun uzantısıdır" kolaycılığı sizi yanıltır.

Bakınız: Soğuk savaş döneminde öyleydi. 12 Mart ve 12 Eylül darbelerinde CIA-Gladio vardı. ABD’nin hedefi-amacı belliydi.

Peki, bugünkü Ergenekon’un altında/arkasında CIA olabilir mi?

Sorunun yanıtını soru ile vermemiz gerekiyor: ABD’nin bölgedeki Kürt politikası belli; AKP’ye bakışı belli; Yeni Dünya Düzeni’nin hedefi belli; diğer yanda Ergenekoncuların da sözde hedefleri belli; o halde?

Üstelik Ergenekon’a karşı savaş açan dinci-liberal takımının ABD-AB ilişkileri de malum.

Gladio bugün; Ergenekoncuların mı, yoksa güya Ergenekonculara savaş açmış gibi görünüp Kemalist Cumhuriyet’i yıkmayı amaçlayan Neo-Ergenekoncuların mı arkasında? Sorunun yanıtını "Gladionun Babası" ABD’nin dış politikalarına bakarak yanıtlayabilirsiniz.

Bugün ortaya çıkarılan Ergenekon’un gladio olduğunu söylemek zor. Ancak gladiodan kötü bir anlayışı devraldığını söylemek zorundayız.

Peki, bugün ortaya çıkan Ergenekon nedir?

Ergenekon devlet içindeki çetedir. Yereldir; yani uluslararası bağlantıları yoktur.

Bakınız: PKK terör örgütüne karşı Türk Silahlı Kuvvetleri büyük bir mücadele vermektedir. Ancak terör örgütüyle mücadelede, kendini herkesten çok "kahraman" ve "milliyetçi" gören bazı kişiler hukuk dışı yollara sapmışlardır. Ergenekon, devlet içinde çeteleşmiş ve kişisel çıkar peşinde olan mafyadır.

Neo-Ergenekoncular aksi görüştedir. Onlara göre, Ergenekon salt bir çete değil, bir devlet örgütlenmesidir. Kanunsuzluğunu TSK’dan aldığı güçle yapmaktadır. Amacı darbe yaparak AKP’yi yıkmaktır. Devletle, TSK ile hesaplaşmadan bu sorunun ortadan kalkamayacağı görüşündedirler.

Siz hangi gruba dahilsiniz!

Şaka bir yana, Türkiye’de yıllardır yapılan ilkel soruşturma Ergenekon’da da karşımıza çıktı: Delilden sonuca gidileceğine, sonuçtan delile gidildi.

Daha soruşturma aşamasında, ortada kamuoyunu ikna edecek bir delil bile yokken; yıllarca kontrgerillayla mücadele edenler-kontrgerillanın hedefi olan aydınlar, gazeteciler, akademisyenler "Ergenekoncu" olarak kamuoyu önüne çıkarıldı.

Cumhuriyet mitinglerine katılanlar, Atatürkçü Düşünce Derneği, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği darbeci yapıldı! Türkiye’deki tüm AKP muhaliflerine "Ergenekon Çetesi" yaftası vuruldu.

Yandaş medyanın hukuku hiçe sayan fütursuz yayınları çok kişiyi rahatsız etti.

Aslında bu çevrelerin amacı, Ergenekon’u aydınlatmak değildi. Ergenekon sadece araçtı. Amaç, ulus devleti yıkıp "renkli devrimin" yolunu açmaktı.

Ergenekoncuların aksine Neo-Ergenekoncular yerel değildir.

Neyse. Artık hukuksal süreç başladı.

Türkiye çete kamburundan kurtulmalıdır. Umarız dava terörün, siyasetin ve Neo-Ergenekoncuların gölgesinde kalmaz.

Çünkü hukuk bir gün herkese lazım olacaktır.

hurriyet

Baron devlet


necdet_menzir_hayri_kozakcioglu

Eroin ticareti yapan 'iki kamu görevlisi'nin Hayri Kozakçıoğlu ve Necdet Menzir olduğu ortaya çıktı

Tuncay Güney'in 2001 yılında polise verdiği ifade, dönemin OHAL Valisi Hayri Kozakçıoğlu, İstanbul Emniyet Müdürü Necdet Menzir ve Veli Küçük'ün eroin trafiğini yönlendirdiğini söyledi. Ancak AKP yandaşı medya, Kozakçıoğlu ve Menzir'in ismini vermeden 'iki kamu görevlisi' olarak söz etti. Birçok yargısız infaz ve işkencenin işlendiği dönemde görev yapan Kozakçıoğlu ve Menzir'in Kısmetim-1'deki eroin parasından pay aldıkları belirtildi.


Kısmetim-1 devletin
Türkiye uyuşturucu kaçakçılığı yaptığı iddiası ile sürekli PKK'yi tartıştırsa da, Ergenekon iddianamesindeki belgeler tersini söylüyor. İddianame ekleri devlet içerisinde görev yapmış ünlü bürokrat ve politikacıların uyuşturu kaçakçılığını yönlendirdiğini söylerken, kimi medya kuruluşları bu kaçakçılıktan rant sağlayan isimleri gizlemeyi tercih ediyor. Ergenekon iddianamesinin kilit ismi Tuncay Güney'in 2001 yılında polise verdiği ifadede, dönemin OHAL Valisi Hayri Kozakçıoğlu, Ulaştırma Bakanı ve İstanbul Emniyet Müdürü Necdet Menzir ve Veli Küçük'ün yanı sıra bazı üst rütbeli askerlerin eroin trafiğini yönlendirdiğini söylediği ortaya çıktı. Eklerdeki bu bilgileri sayfalarına taşıyan AKP yandaşı medyanın ise sözkonusu bürokratların isimlerini gizlemeyi tercih etti.
Ergenekon iddianamesi ekleri devlet içerisindeki kirli uyuşturucu trafiğinin nasıl yönlendirildiğini gün yüzüne çıkartırken, manüplasyon arayışları PKK'nin bu konuda basın aracılığı ile suçlanma biçimini hatırlattı. Ergenekon iddianamesi ile PKK'nin uyuşturucu ticareti yaptığına dair kanıt bulma çabaları bir itirafçının ifadeleri çürütülmüştü. İfadesinde, ifade alan memurların kendisine sık sık PKK'nin eroin ticareti bağlantılarını sormalarına bir anlam veremediğini belirten itirafçı Nuray Aydın, 2004 yılında Zagros alanında bazı boş köylerin tarlalarına örgüte yakın milislerin ektiği Hint kenevirinin, PKK'liler tarafından imha edildiğini ve HPG'nin 3. Konferansında uyuşturucuya karşı tavır belirlediğini kaydetmiş, itirafçının ifadeleri Ergenekon iddianamesi eklerine geçirilmişti.
Kozakçıoğlu ve Menzir var
Ergenekon iddianamesinin eklerinde yer alan belgeler, bazı devlet yetkililerinin uyuşturucu trafiğini nasıl yönlendirdiğini çarpıcı bir şekilde ortaya koydu. Güney ifadesinde, uyuşturucu kaçakçısı Nejat Daş'a ait Kısmetim -1'in resmi kayıtlara geçtiği şekliyle içindeki 3 ton 100 kilo eroinle değil, boşaltıldıktan sonra batırıldığını iddia etti. Güney, aralık 1992'de batan gemideki eroin parasının Daş, Daş'ın yakın olduğu JİTEM mensupları ve sonradan ortak olan dönemin OHAL Valisi Hayri Kozakçıoğlu ve dönemin İstanbul Emniyet Müdürü Necdet Menzir arasında paylaşıldığını söyledi. Kozakçıoğlu savaşın oldukça tırmandığı, faili meçhul cinayetlerin yoğunca işlendiği bir dönemde Bölge valiliği yaparken, Mehmet Ağar'dan sonra İstanbul Emniyet Müdürü olan, DYP iktidarı döneminde İçişleri Bakanlığı yapan Necdet Menzir ise 'Polis teröristin peşinden koşmaz' sözleri ile infaz emri vermiş, onun emniyet müdürlüğü döneminde pek çok infaz yaşanmıştı. AKP medyasının Kısmetim-1 ile ilgili eklerdeki bilgileri olduğu gibi vermesine karşılık, Kozakçıoğlu ve Menzir'in adını vermeksizin olayda 'iki bürokrat'ın yer aldığını yazması dikkat çekti.
Küçük nerede uyuşturucu ticareti orada
Güney ifadesinde şunlara yer verdi: 'Kısmetim-1 gemisindeki eroinin sahibi, uyuşturucu kaçakçısı Nejat Daş ve bazı askerlerdi. Bir senaryo hazırlandı. Gemi Akdeniz'in ortasında boş batırılacak, eroin yurtdışına satılacak ve parası bölüşülecekti. O günlerde Daş polisin elindeydi. Kozakçıoğlu ve Menzir gemideki mala ortak olmak istiyordu. Pazarlıklara dahil edildiler. Pazarlığı Ergenekon adına JİTEM'ci yüzbaşı yürütüyordu. Geminin delilleri yok etmek için kaçakçılar tarafından nasıl batırıldığı, İstanbul'dan götürülen gazeteciler tarafından kare kare görüntülendi. Eroinin yerine ulaştırıldığını biliyorum. Küçük, Kozakçıoğlu ve Menzir'in sonradan 'mala' ortak olmasına çok kızmıştı.'
Veli Küçük'ün Karadeniz Jandarma Bölge Komutanı olup Giresun'a taşınmasıyla birlikte Türkiye merkezli uluslararası uyuşturucu trafiğinin Karadeniz'e yöneldiğini söyleyen Güney şu bilgileri verdi: 'Veli Paşa 4 - 5 tane dil bilir, Rusça da bilir. Küçük'ün uyuşturucu işini Fransızların OJD'si de biliyordu. Fransızların Türkiye'deki uyuşturucuyla ilgili raporunda bunlara yer verilmesi birçok şeyi frenledi. OJD daha sonra JİTEM Karadeniz'de uyuşturucu ticareti yapıyor diye belge de yayınladı.'
OJD rapor hazırlayacaktı
Güney, Fransız narkotik birimi OJD'den bir görevlinin de Türkiye'ye gelip kendisiyle JİTEM ve Susurluk Davası hükümlüsü Sami Hoştan'ın uyuşturucu trafiğiyle ilgili görüştüğünü anlattı. Uyuşturucudan pay almak istediği anlaşılan Fransız istihbaratçıya Hoştan'ın telefonunu verdiğini ifade eden Güney şunları anlattı: 'Pera Palas Oteli'nde Fransız istihbaratçıyla görüştüm. JİTEM ve Hoştan'ın uyuşturucu ticareti yaptığını, bunları OJD uyuşturucu raporlarında yayınlayacaklarını, Veli Küçük'ün bunları albaylığından bu yana yaptığını, askeriyede bir grubun bununla beraber olduğunu anlattı. 'Bu konuda biz Sami Hoştan'la görüşmek istiyoruz' dedi. Yani Hoştan'ın üzerinden, bir grup askerin yıllardır uyuşturucu işi yaptığını söylüyordu. Veli Küçük, OJD'nin yaptığı araştırmadan çok rahatsız oldu. Paşa dedi ki Perinçek'e söyle o şeyleri manipüle etsin dedi. Süper NATO, şucu bucular, uyuşturucu ticareti yapıyor haberleri yapılsın, dedi.' İSTANBUL / DİHA FIRAT ÇAĞIN

İran'da idam mahkumu Kürtlerin sayısı 9'a yükseldi

İran molla rejimi, Doğu Kürdistan'da suçu işlediği sırada 16 yaşında olan bir Kürt gencini idama mahkum etti. İdam mahkumu Kürtlerin sayısı 9'a yükseldi.
Alınan bilgilere göre Emir Marufi isimli 18 yaşındaki genç Mahabad Mahkemesi tarafından idam cezasına çarptırıldı. Yaklaşık 2 yıldır cezaevinde olan Marufi suçu işlediği sırada 16 yaşındaydı. İdam tehdidi altında olan Kürt gencinin şu anda Tebriz cezaevinde tutulduğu öğrenildi.
İran rejimi son aylarda Kürt insan hakları savunucuları ve siyasi şahsiyetlerine karşı tutuklama furyası başlattı. İlk kez geçen yıl bir PJAK gerillası idam edildi. Marufi'nin idam cezası alması ile birlikte bugün İran cezaevlerinde 9 Kürt idam tehdidi altında bulunuyor.
İdam cezası alanların isimleri şöyle:
1. Adnan Hasanpur (gazeteci)
2. Abdulvahid Hiwa Botimar (gazeteci)
3.Ferzad Kemanger (öğretmen)
4.Enwer Huseynpenahi (öğretmen)
5. Ferhad Wekili (öğretmen)
6.Eli Heyderiyan (öğretmen)
7.Erselan Ewliyayi (öğretmen)
8.Hebibulla Letifi (öğrenci)
9. Emir Marufi

Bunlardan Adnan Hasanpur isimli gazeteci 'casusluk' yapmaktan, diğer 7'si PJAK ve PKK davalarında mahkum olurken, Marufi'nin hangi suçtan idam cezası aldığı öğrenilemedi.
Bu Ay 24 Kişi İdam Edildi
İran idam cezalarını uygulamaya da son surat devam ediyor. 21 Ağustos günü ülkenin kuzeydoğusundaki Bocnurd kentinde 25 yaşındaki Ali isimli genç asılarak idam edildi. Sadece bu ayın başından bu yana idam edilenlerin sayısı 24'e yükseldi. Temmuz ayında ise 58 kişi idam edilmişti.
İran'da yılın başından bu yana idam edilenleri sayısı ANF kayıtlarına göre 212'ye ulaştı. Yılın başından beri aylara göre gerçekleşen idamlar şöyle: Ağustos:24, Temmuz: 58, Haziran: 18, Mayıs: 29, Nisan 24, Mart: 4, Şubat: 19, Ocak: 35
İran idam cezasında Çin'den sonra dünya ikincisi. Uluslar arası Af Örgütünün 2007 yılı raporuna göre, 2007 yılında İran'da 317 kişi idam edildi. Çin'de ise en az 470 kişinin idam edildiği kaydedildi.ANF-MAHABAD

İran’da Kadınlar Ölümüne Hak Savunuyorlar 

İran helikopterinden Kürt köylülere ateş açıldı: 2 ölü

İran'da 2 Kürt öğretmene daha idam cezası verildi