Saturday, October 11, 2008

PKK eylemleri, Türkiye’nin “iç kanaması”.

Önce ayır; Sonra “ezber boz”…

Cengiz Çandar-Referanscandar

Bu ister Kuzey Irak toprakları kullanılarak, ister sınırdan çok uzak Güneydoğu “kırsalı”nda, isterse Diyarbakır gibi kent merkezlerinde yapılıyor olsun, Türkiye’yi iki büklüm hale getiriyor.

Türkiye, boylu boslu, rekor denemesi yapacak bir sporcunun, sürekli mide krampından kasılıp yere çömelmek zorunda kalmasını andırır bir görüntü veriyor.

Her can kaybından sonra, “terörün başının ezileceği” nutukları işitiliyor; ülkenin her köşesinde şehit cenazelerinin seferber ettiği kalabalıklar “Şehitler Ölmez-Vatan Bölünmez” diye haykırıyor. Ama sonuçta, her şey kendisini tekrarlayan bir “kısır döngü”ye dönüşüyor.

Söz konusu “kısır döngü” giderek bütün bir toplumun moralini bozan, hayal kırıklığını derinleştiren ve yönetici kurumlara güven duygusunun “erozyon”a uğradığı bir ruh halini besliyor, öyle bir ruh halini arttırıyor.

Sürekli olarak “Kürt sorunu” ile “terör”ü birbirinden ayırmak gerektiği söyleniyor. Bunu söyleyenlerin sayısı artıyor. Ancak, fiiliyatta bu “ayrım” asla yapılmıyor. Kamu otoritesi, bunu gerçekten yapanlara iyi gözle bakmıyor. Öyle bir “ayrım” yapılabilse, “Kürt sorunu”na ilişkin olarak kimilerine çok ters gelebilecek “çözüm seçenekleri” de gündeme gelecek. “Ezber bozmak”tan kasıt bu.

Düşünce sahipleri, köşe yazarları, kanaat önderlerinin “Kürt sorunu” ile “terör”ü birbirinden ayırmaları ve bunu savunmaları yetmez. Kamu otoritesinin, bu “ayrım”ı gerçekten yapması gerekir. Kamu otoritesinin (asker ve sivil) yapmadığı ve yapmamakta direndiği, işte bu.  Aktütün olayından sonra da yapmayacağı izlenimi de yaygın.

devletin_kurt_filmi

Birkaç ay önce Belma Akçura, “Devletin Kürt Filmi-1925-2007 Kürt Raporları” adlı 420 sayfalık mükemmel bir belge-kitap yayınladı. Adında görüleceği gibi kamu otoritesinin ta 1925’ten 2007’ye dek Kürt sorununa ilişkin düşünceleri, raporları kitapta yer alıyor. Kitabı okuduğunuz vakit, “Kürt sorununa nasıl bakıldı? Ne tür çözüm yöntemleri benimsendi? Ve, nasıl niçin çözülemedi, çözülemeyecek ve çözülemez?” bildirgesi okumuş sayılırsınız.

1925’ten bugüne dek, 80 küsur yıllık ezberi bozmadan çözemezsiniz.

Yani:

1.     Kürt sorunu ile terörü birbirinden gerçekten ayırmadan ve bunu kamu otoritesi yapmadan;

2.     Bu ayrım yapıldıktan sonra, Kürt sorununa ilişkin “ezber bozan” çözüm yollarını benimseyip uygulamaya sokmadan bu sorunu da, bu sorunun bir “türevi” olan PKK şiddetini de çözemezsiniz ve sona erdiremezsiniz.

Durum bu.

Durumun böyle olduğunu farklı gözlüklerle de olsa, farklı açıdan konuya yaklaşıyor olsalar da, birçok insan görüyor. Örneğin İsmet Berkan, beş gün önce, “Bu savaşın başlamasından 25 yıl sonra şapkayı önümüze alıp düşünmemiz gerekmez mi: Sakın biz bir yerde yanlış yapıyor olmayalım? Sakın bunca zamandır kullandığımız yöntemde yanlışlık veya eksiklik olmasın? Acaba ne yapmalıyız ki durumu tersine çevirelim, bu belayı bitirelim?
Bu soruların sorulduğundan şüpheliyim.
Çünkü aslında ‘Benim oğlum bina okur, döner döner yine okur’ misali, diyelim 13 yıl önce gazetecilere telaffuz edilmesinde sakınca duyulmayan, ‘Örgüte katılımları durdurmalıyız’ cümlesi, bugün de ana tartışma konumuzu, bütün Kürt sorununun özünü oluşturuyor.” diye yazdı.

Bu yazısından iki gün sonra ise şu düşüncesini satırlarına yansıttı:

“Çözüm odaklılık, hele hele Kürt sorunu gibi son derece çetrefil bir konuda çözüm odaklılık, geniş katılım ister. Sadece askerin yapabileceği bir şey değil bu ve dün de yazdım, asker en az 13 yıldır ‘Bu sorunu biz çözemeyiz’ diye bas bas bağırıyor.
Peki kim çözecek? 
Hükümet çözecek. 
Geçmişin hükümetleri bu işi yapamamış, yapmaya kalkışmamış bile. Diyorum ya işi askere terk etmiş ve o alanı tamamen boşaltmış.”

Aynı gün Hasan Cemal, Milliyet’te şöyle yazmıştı:

“Lafı hiç uzatmadan, eğip bükmeden bazı şeyleri bir defa daha söylemek istiyorum.
Asker, adına ne derseniz deyin, ister Güneydoğu, ister Kürt, isterseniz PKK ve terör deyin, bu sorunu 'kendi tekeli'nde tutmak istiyor ve tutuyor.
Bin yıldır bu böyle.
Böyle olduğu için de, yani 'askerin tekeli altında' kaldığı için de bu sorun bir türlü çözülemiyor. 
Ve asker gitgide çözümün değil, sorunun bir parçası oluyor, hatta 'meselenin kaynağı' haline gelmeye başlıyor.
Bu durum, not edin bir kenara, Türkiye'nin istikrarı açısından tehlikelidir. Çünkü askere karşı da hem kendi içinden, hem toplumun değişik kesimlerinden tepkiler büyüyor, tomurcuklanıyor.
Askerin 'Güneydoğu'yu kendi tekelinde tutması demek, hükümetin devre dışı kalması demektir.
Askerin 'Güneydoğu'yu kendi tekelinde tutması demek, Meclisin devre dışı kalması demektir.
Durum böyle değil mi?
Hükümet devrede mi?
TBMM devrede mi?
Sanmıyorum.
Hükümette olan bitene ilişkin ne kadar gerçek bilgi var? Hükümet, neyin nasıl yapılması gerektiği konusunda ne kadar bilgi ve deneyim birikimine sahip?
Hükümette, sorunun çözümüyle ilgili kapsamlı, bütüncül bir strateji oluşturmak için bir niyet var mı? Hükümetin niyeti varsa, bunu gerçekleştirebilecek donanıma sahip olduğu söylenebilir mi?
Yanıtlar olumlu değil.
Hükümet, eskilerdeki gibi! Ya da 'eskilerin yolu'nda seyrediyor.
Eski hükümetler ve başbakanlar da 'Güneydoğu'yu askere havale edip işin içinden sıyrıldıklarını zannetmişlerdi. Dar ufukları, siyasal kararlılık ve cesaret düzeyleri ve 'asker korkusu' rol oynamıştı bunda...
Bugün de farklı değil.
Erdoğan hükümeti de 'Güneydoğu'nun ya da Kürt meselesinin sadece askere bırakılmayacak kadar önemli olduğunu görecek bir 'vizyon'dan yoksun olduğunun işaretlerini her geçen gün daha fazla veriyor.”

Her iki sonuç itibarıyla aynı şeyi, vurgu farklarıyla söylüyor. İsmet Berkan, çözüm sorumluluğunun hükümetin sırtında olduğunu, oysa bugünkü de dahil hükümetlerin sorunu askere ihale ettiklerini ve çözüm iradesi ve vizyonu ortaya koymadığını söylüyor; Hasan Cemal ise askerin sorunu kendi tekeline aldığı için çözülemediğini, hükümetin ise sorunu asker tekelinden kurtaramadığını ve sonunun çözümü konusunda donanımlı ve vizyon sahibi olmadığını.

Sonuç?

“Ezbere” devam.

Sonuç?

Çözümsüzlüğe devam.


Belma Akçura, kitabının önsözünün sonunda şu saptamayı yapıyor:

“Siyasi irade gösteremeyenler yüzünden sıcak takip, balyoz, çekiç, çelik, sandviç gibi adlarla PKK kamplarına 25 operasyon düzenlendi. Sonuç ortada. Kürt sorunu yoktur dediler; PKK’yı yarattılar. PKK’yı bitireceğiz dediler; Susurluk, Yüksekova gibi çeteleri, o da yetmedi Hizbullah’ı yarattılar. PKK’yı bitirip, Kürt sorununu halledeceğiz dediler; faili meçhuller, nereye gittiği belli olmayan paralar ve usûlsüz işlerle Türkiye’yi dünya kamuoyu karşısında zor durumda bıraktılar…

Ama şimdi herkes biliyor ki; Kürt sorunu diye önümüze konulan PKK, Türkiye için terörle mücadele ve askeri önlemlerle çözülecek bir sorun olmaktan çoktan çıktı. Bu yüzden Kürtler de şimdi daha fazlasını istiyor… Buna karşılık Türkiye hâlâ doğrudan Irak’ın bir iç siyasi ve idari düzenlemesi olan, üstelik uluslararası yasalara göre meşruiyeti tanınan bir yapılanmayı kendi çıkarlarına aykırı bulup sürekli olarak gerilim politikasını sürdürme kararlılığını gösteriyor. Dolayısıyla bu savaş daha çok sürer… Gerisi teferruat!”

Ne zaman, bir PKK eyleminin ardından “Kuzey Irak’ı” sorumlu tutan “girelim-vuralım-kıralım” edebiyatı canlanıyor, o vakit “ezber bozma”nın çok uzağında, “çözümsüzlüğün devamı”nda olduğumuzu anlıyorum.

Önce, devlet, Kürt sorunu ile terörü birbirinden gerçekten ayıracak. Ardından, Kürt sorununu çözmek için “ezber bozacak.”

Başka yolu yok…

0 Yorum: