Etrafımıza bakamıyorduk. Ring aracına bindirdiler ama hepimizin o araca binmesi mümkün değil. Küçücüktü. Kollarımızın arasından zincirler geçirildi. Birbirimize bağlı olarak bindirdiler. O manzara aklıma Ermenilerin katledilmeye götürülüşünü getiriyordu Esat Oktay tek tek 'Kürt müsün Türk müsün?' diye soruyordu. Kemal Pir de vardı. Kemal Pir Türk olmadığını söyledi. Türklük işkencenin bir parçası olmuştu. Bu nedenle 'Türk değilim' dedi. Hücreye nasıl götürdüklerini hatırlamıyorum. Oktay, 'Banyo yaptırın' dedi. İşkencenin adı banyoydu 12 Eylül 1980 askeri darbesinin kendisini en yakıcı şekilde hissettirdiği yerlerin başında cezaevleri geliyordu. 12 Eylül sabahı başlayan yoğun gözaltı ve tutuklamalardan sonra Mamak ve Metris cezaevlerinde Türkiye sosyalistleri ağır işkencelerden geçirilirken, Diyarbakır Cezaevi'nde yaşananlar ise 12 Eylül'ü aynası gibiydi. Adından sıksa söz ettiren Diyarbakır Cezaevi 12 Eylül ve sonrasında tam bir işkencehaneye dönüştürüldü. Binlerce PKK'li tutuklunun sistematik işkenceye maruz kaldığı ve onlarca tutuklunun hayatını kaybettiği Diyarbakır Cezaevi'nde yaşananları 1980 yılında PKK ana davasından yakalanarak 20 yıl cezaevinde yatan Hamit Kankılıç ile konuştuk. Cezaevinde darbe olacağını tahmin ediyor muydunuz? Türkiye'de 1978-79- 80 dünyadaki gelişmelerle bağlantılı bir süreçtir. ABD'nin başını çektiği NATO bir de Sovyetlerin başını çektiği Doğu Bloku vardı. Bu iki kutuplu dünyadan etkilenen özgürlük isteyen, demokratik çözümler isteyen devrimci hareketler vardı. Devrimci hareketler dünyanın pek çok yerinde başarı kazanıyordu. 1978'de bir darbeler süreci başladı. ABD, bu darbelerle halkların özgürlük ve demokrasi taleplerini bastırmak istiyordu. Pakistan, Afganistan gibi ülkelerde darbeler yapıldı. Türkiye'nin darbelerden etkileneceği tahmin ediliyordu. Bunun tartışmaları da vardı. Türkiye'de ciddi bir toplumsal muhalefet alanı gelişmişti. Kürt özgürlük hareketi halk içinde örgütleniyordu. Halkın kendi demokratik geleceğine sahip çıkmaya çalışan sosyalist hareketler vardı. Maraş gibi katliamların gelişmesi ve yükselen faşist saldırılar siyasi iktidarın giderek toplumsal sorunları çözememesi giderek askeri darbe zeminini yaratıyordu. 1980'de cezaevine düştüğümüzde darbe olur mu tartışmaları da oluyordu. Ciddi bir darbe beklentisi de vardı. Kürt özgürlük hareketi böylesi bir darbenin gelişebileceğini öngördüğü için ona dönük bir çalışma yapılıyordu. Darbeye karşı halkın korumasına dönük çalışmalar yapılıyordu. Darbe günü neler yaşandı? Ben 1980 Haziran'ında yakalandım. O süreçte Diyarbakır Cezaevi 7. Kolordu içindeydi. Bu cezaevi ordu içinde işlenen suçlar için vardı. Giderek siyasi tutukluların tutulduğu bir yer haline geldi. Diyarbakır 2 No'lu Cezaevi'nin inşaatının bitmesiyle birlikte bizi Diyarbakır Askeri Cezaevi'ne gönderdiler. Cuma günü görüş günüydü. Sabah erkenden arkadaşlar radyodan darbenin olduğunu duyduktan sonra hepimizi uyandırdılar. Ne olacak tartışmaları yapıldı. Bütün gün beklenti içindeydik. Darbeyle birlikte cezaevi koşulları nasıl değişti? 12 Eylül öncesinde cezaevinde kitap bulmak çok zordu. Ama koğuşlar arası gidip gelebiliyorduk. Hayri Durmuş, Mazlum Doğan gibi arkadaşların yazdığı güncel yazılar oluyordu. Darbe sonrası askerler mazgallara vurarak psikolojik bir baskı yaratmaya çalışıyorlardı. Ziyarete gidip gelirken arkadaşları dövmeye başlamışlardı. Askeri yürüyüş dayatıyorlardı. Çok sistemli bir işkence gelişmemişti daha. Bunun nedeni darbenin ilk günlerinde toplumsal bir muhalefet bekliyorlardı. Dışarıda toplumsal muhalefetin sindirilmesi gerekiyordu. Dışarıdaki muhalefeti sindirmeden içeri yönelmek anlamsızdı. Toplumsal muhalefet gelişmeyince içeride işkence sistemli olarak artmaya başladı. İşkenceler ve tepkiler nasıl başladı? Darbenin ilk günlerinde daha 20 gün geçmemişti. Bize gazeteler veriliyordu. Gazetelerde diğer cezaevlerinde yapılan uygulamaları görüyorduk. Mamak'ta askeri yürüyüş yaptırma gibi dayatmalar vardı. Mamak'ta yapılanların bize de yapılacağını biliyorduk. Bu süreçte ilk etapta saçların kesilmesi dayatıldı. Her gün bir koğuşta operasyonlar yapılıyordu. Ciddi bir baskı sürecinin sinyalleri geliyordu. Biz buna nasıl karşı konulur tartışmaları yapmaya çalışıyorduk. Koğuşlar arası gidip gelmelerde artık yasaktı. Koğuş sorumluları koridorlarda dövülmeye başlandı. Daha sonra ziyaret günlerinde giderek askeri yürüyüşler dayatıldı. Ziyaret koşulları değişmişti. Başımızda dört asker vardı ve ziyarete giriş-çıkış esnasında dayaklar başlamıştı. Cezaevi idaresi ile görüşmeler yapılıyordu ama bunun bir devlet politikası olduğu ve işkencenin dozunun giderek artacağı ortaya çıkmaya başlamıştı. Bu uygulamalara karşı nasıl bir tavır alındı? 1 Ocak 1981'de açlık grevi kararı aldık. Açlık grevi süreci başladı. 2. gününde operasyon başlattılar. İşkenceler ile açlık grevini kırmaya çalıştılar. Direnenlerin önemli bir kısmını hücrelere yerleştirdiler. Bende açlık grevinin 3. gününde 22. koğuştaydım. Operasyon bizim koğuşa da yapıldı. Açlık grevini tek tek işkence yaparak kırmaya çalışıyorlardı. 3. gününde açlık grevini sürdüren arkadaşları hücreye aldılar. 35 koğuşla ilk defa 3 Ocak'ta tanıştık. Baskının dozajı giderek artıyordu. Ziyaretlerde açıktan işkenceler yapmaya başladılar. Orda bulunan bir yüzbaşı, 'Ben sizin hepinizi askerleştireceğim' diyordu. Biz buna karşı direnişteydik. 12. günlük açlık grevini bitirdik. Bizim o zaman deneyimimiz yoktu açlık grevi konusunda. Halk arasında insanlar 3 gün aç kalırsa 3'ncü gün ölür deniyordu. Biz her an öleceğimizi düşünüyorduk. Koğuşlarda yeni kurallar dayatılıyordu. Herkese kuralları kabul ettirmeye çalışıyorlardı. DDKD, KUK, Rızgari, Özgürlük Yolu kurallara uymayı kabul ettiler.Kawa ve Rızgari'den bazı kişiler ise kendi inancına duyduğu saygı gereği direniyordu. Örgütlerin ciddi direniş politikası yoktu. Yemek verilirken bile dua okumaya başlamışlardı. Bu dua politik bir baskı haline gelmişti. İmamlar bile içimizde dua okumuyordu. Normalde o insanlar yemeğe otururken dua okurlardı. Yemek duası siyasi kimliğinden arındırma aracı olunca dua etmekten vazgeçiyorlardı. Fiili direniş süreci vardı. Direnenlerin hepsi 35 ve 36. koğuşta toplanmıştı. 4 kattan oluşuyordu bu koğuşlar. Tek kişilik hücrelere 5'er kişi konuluyordu. Cezaevinde baskı ve işkenceler devam edince 1 Şubat'ta ölüm orucu kararı alındı. Bizi içi boşalmış hiç bir değeri olmayan et kemik yığınına çevirmeye çalışıyorlardı. 35. koğuşun 4. katına bütün direnişçiler getirildi. Hayri Durmuş, Kemal Pir, Ali Çiçek, Muzaffer Ayata gibi arkadaşlar ölüm orucundaydı. O dönem CHP'li bir milletvekili de getirilmişti. Ona bile küfürler hakaretler ediliyordu ve o insanı bir oyuncak haline getirmişlerdi. Daha sonra, Ahmet Türk getirildi. Mehdi Tanrıkulu getirildi. Devletin temel hedefi, insanları Kürtlük düşüncesinden arındırma ve ona her türlü muameleyi yapmaktı. Bunu yaparken de zevk alıyorlardı. Biz 4. kattaydık, ölüm orucu birinci kattaydı. Günde 3 defa yarım bardak su içiliyordu. Ali Erek arkadaş 29. gününde mide kanaması geçirdi. Ölüm orucunu bıraktı. Kurallara uyması konusunda baskı uyguladılar ama bu arkadaş hiç bir kuralı kabul etmediği için mide kanaması geçirerek şehit düştü ve ilk cezaevi şehidi oldu. Peki gösterilen direnişin ardından gelişmeler ve uygulamalar nasıl bir seyir izledi? Cezaevinde direnişin kırılamaması üzerine Esat Oktay görevlendirildi. Esat Oktay daha sonraki yıllarda öğrendiğimiz kadarıyla ABD'de eğitim almış biriydi. Kemal Yamak vardı, darbe öncesinde 7. Kolordu Komutanı olmuştu. Yani özel bir ekip görevlendirilmiş durumdaydı. Hepsinin üzerinde komando elbiseleri vardı. Çantalarıyla 4. katta düşman toprağını işgal etmişler gibi yürüyüş yapıyorlardı. Psikolojik bir atmosfer yaratıyorlardı. İşkencenin farklı boyutlara ulaşacağının sinyalleri veriliyordu. Esat Oktay, 'Ben hiç kimseye benzemem, cezaevinde sinek dahi benden habersiz uçamaz. Benim dediklerim yapılmazsa yaşam hakkı tanınmayacaktır' diyordu. Ölüm orucu eylemi ve direnişler devam ediyordu. Bir gece yarısına doğru üzerimize deterjan karıştırılmış sular boşalttılar. 15 - 20 kişi kalıyorduk koğuşlarda. Bu koğuşlara 'krallar sarayı' diyorduk biz. Hepimiz bitlenmişiz, vücudumuzun her yerini kaplamışlar. Fiziki anlamda güçsüzleştiğimiz bir dönem ama kararlılık devam ediyor. İşkenceye karşı koyuyorduk. Bir Müslüman'ın dinine bağlanması gibi bir inanç taşıyorduk. Mürit gibiydik. İnançlı bir direniş vardı. İddianamelerimiz getirilmişti ama iddianameleri inceleme imkanı olmadı. Mahkemelere ifade verecek durumda değildik. Dünyanın hiç bir yerinde yargılanan insanlar düşünme gücünden alı konulmazlar. Ancak bizim tek derdimiz işkencelere karşı direniş geliştirmekti. İfadeleri düşünemezdik. Ölüm orucu sürecinde nisan sonu gibi mahkemeye çıkarıldık. Sabah erkenden koridorda insan açısında ürkütücü bir manzara ile karşı karşıya kaldık. Maltaya girdiğimde gördüklerim anlatılabilecek türden değildi. 4 saat boyunca ellerimiz arkadan kelepçeli coplar kafamıza iniyordu. Etrafımıza bakamıyorduk. Bizi ring aracına bindirdiler ama hepimizin o araca binmesi mümkün değil. Küçücük ring aracıydı. Kollarımızın arasıdan zincirler geçirildi. Birbirimize bağlı olarak bindirdiler. O manzara aklıma Ermenilerin katledilmeye götürülüşünü getiriyordu. Mahkemede oturduğumuzda eller diz üstünde gözler 'Adalet mülkün temelidir' yazısına bakacak şekilde sabitlemişti. Biz kimlik tespiti yaptırmadık. Ölüm orucunu, işkenceleri anlattık. İki bin kişilik bir davaydı. Mahkeme bu olan bitenlerin kendilerini ilgilendirmediğini askerin sorumluluk bölgesi olduğunu söyledi. Mahkemeden getirildik. Yine hücrelere gidene kadar işkence gördük. Üzerinde 'Haydar' yazan kalaslarla saldırıyorlardı. Baktılar olmuyor ölüm orucunun 45. gününde Hayri ve Kemal arkadaşlar, işkencenin durdurulacağı ve mahkemeye çıkma koşullarının düzeltileceği konusunda anlaşma sağladılar. Ölüm orucu bitti. Bizi tekrar mahkemeye çıkarttılar ve hiç bir anlaşmaya uymadılar. Hepimizi gruplara bölüyorlardı. Mahkeme dönüşünde ring araçlarından indirdiler. Tek tek isimlerimizi okudular Esat Oktay tek tek 'Kürt müsün Türk müsün?' diye soruyordu. Kemal Pir de vardı. Kemal Pir Türk olmadığını söyledi. Türklük işkencenin bir parçası olmuştu. Bu nedenle 'Türk değilim' dedi. Hücreye nasıl götürdüklerini hatırlamıyorum. Oktay, 'Banyo yaptırın' dedi. İşkencenin adı banyoydu. 3. katta hücrelerin lağımları tıkatılmıştı hücrelerin içine pislik dolmuştu. Mahkemeye bitli ve pisliğin içinden çıkıp gidiyorsun. Direnişi cezaevlerinden mahkemelere taşırmak gerekiyordu bu nedenle Kemal, Hayri, Mazlum arkadaşlar hep direnişi sürdürdüler. İşkencenin temposu sürekli artıyordu. 50 tane marş veriyorlardı ezberlenecek diye. 14 Temmuz direnişine giden süreci anlatır mısınız? 1981'in sonlarına doğru itirafçılaştırma başladı. Mazlum Doğan 82 Mart'ında 3 kibrit çöpüyle eylemini gerçekleştirdi. Mazlum'un eylemini iki gün sonra öğrendik. Mahkemelerde söyledik mahkeme heyeti cevap vermiyordu. Dörtlerin eylemi gerçekleşti. Mahkemelerde sadece itirafçılar konuşturuluyordu. Bizim konuşma hakkımız bile yoktu. Mahkeme heyeti karşısında işkence görüyorduk. 3 avukatımız vardı tutukladılar. Bizi kimsenin savunmaması için baskılar devam ediyordu. 1982'de dörtlerin eylemi gerçekleşti. Ancak bununla da bitmedi işkenceler. Kemal, Hayri, Karasu arkadaşlar 14 Temmuz eylemine karar verdi. Koğuşlarda insanları birbirine cinsel ilişkiye zorlama başladı. Copla tecavüzler, pislik yedirmeler oldu ve yoğun bir ajanlaştırma başladı. 14 Temmuz'a böyle gelindi. Urfa gurubundaydık biz. Bizi erkenden mahkemeye götürdüler. Hayri ile yan yanaydık. Mahkemeye çıktık. Hayri Durmuş önemli açıklamalarda bulacağım diye söz hakkı istedi. Ölüm orucu kararlarını, yaşananları ve cezaevi koşularını anlattı. 'Ben bu insanlardan sorumluydum. Bu insanlara karşı görevlerimi yerine getiremediğimden dolayı mezar taşıma borçlu yazılmasını istiyorum' dedi. Mahkeme heyeti panikledi. İşin gerçeğini anladılar. Cezaevlerinde halen 12 Eylül'ün etkileri var mı? Evet. 12 Eylül yasaları ile toplum yönetiliyor. 12 Eylül'ün izlerini halen taşıyoruz. Ancak halen bu yönlü ciddi bir toplumsal muhalefetin gelişmemiş olmaması Türkiye açısından utanç vericidir. O günün koşullarında olmazsa bile 12 Eylül'ün izleri halen sürüyor. Ergenekon bunun örneğidir. Bugün h�l� tutuklu ve hükümlüler aileleriyle anadillerinde konuşamıyorlar. Kürtçe yasağı bir 12 Eylül uygulamasıdır. Yine ağır tecrit koşulları, baskılar birçok yönüyle devam ediyor. Darbenin izlerinin silinmesi için yasalar değişmeli, darbeciler yargılanmalı ve demokratikleşme sağlanmalıdır. Kürt halkının ulusal demokratik hakları anayasal güvence altına alınmadığı müddetçe 12 Eylülün son bulduğu söylenemez. İSTANBUL/DİHA UYGAR GÜLTEKİN - YUNUS TOSUN |
0 Yorum:
Post a Comment