Ağlayan bir çocuk görmüştüm. Ufacıktı elleri daha, gizleyemiyordu gözyaşlarını. Eğildim, silmek istedim gözyaşlarını. Başını çevirerek izin vermedi. “Bakkal amcanın oğlu öldü” dedi, ağlama sesini yükselterek. Yavrusunun hüzünle ağlamasına dayanamayan anne “ Senin kardeşin değil ki! O yabancı!!!” deyince hıçkırıkları ve ağlama sesi kesildi çocuğun. Durdu, düşündü çocuk. Gözyaşlarıyla birlikte sildi hafızasından yaşıtı olduğu bakkal amcanın oğlunu. Büyükler doğru söyler ya! Yabancı bir çocuk için ağlamak gerekmiyordu... Türkiye’de ötekileşme, ötekileştirmeyi yaşıyoruz. Bir ülkenin hem yetimi, hem öksüzü, hem de ötekisi, azı, azınlığı olmak kolay değil. Esirgemeyen, bağışlamayan bu devlette, kimsesiz ve kimliksiz olmak ölümcül bir gerçekliktir. Cumhuriyet her yaşta utanmayı öğretti bize. Türk olmayan her şeyi ve herkesi yok saymayı da. Sürekli ve kesintisiz bir utanma hali bizimkisi. Tutunacak ve sığınılacak bir göz bırakmadı bize. Türkiye’nin Batı şehirlerinde ve kasabalarında Kürtlere yönelik gelişen ve lince varan ırkçı saldırılar, Güney Kurdistan’a yapılması öngörülen askeri operasyon ile ilgili Tezkere’nin Meclis’ten büyük bir çoğunlukla geçmesi, Kürdistanı’nda OHAL’in tekrar gündeme gelmesi, işkenceyle cezaevinde Engin Ceber’in öldürülmesi, Fethi Naci’nin ‘İnsanlık Tükenmez’ sözünü silindir gibi ezip geçiyor. İnsanoğlu ve insankızı durmadan tükenerek azalıyor. Her bilinç, karşısındakinin ölümünü izlerken, kendini de yok etmeye devam ediyor. Türkiye, korkularına göre siyaset oluşturan bir devlet yapılanmasına sahiptir. Cumhuriyetin ilk yıllarında, Batı’ya anti-emperyalist kaygıyla yakınlaşıldığı dönemde, Osmanlı korkusu başattı. Sonra Kürt isyanlarını bahane ederek yarattıkları Kürt korkusu, ABD’nin desteği ile sovyet ve komünizm korkusu, şeriat korkusu......uzayıp gider bu korku zinciri. Shymalan, “Village” filminde iktidar ve korku arasındaki ilişkiyi çok boyutlu önümüze koymuştu. Köy halkının dışarıya çıkmasını istemeyen ihtiyar heyeti, geceleri kostümlerini giyerek köyü kuşatan ormanın içerisinde dolaşıp çeşitli sesler çıkarıyorlardı. Bu korku, köylülerin onlara itaatini kolaylaştırdığı gibi, köy dışında herşeye canavarmış gözüyle baktıkları için, ihtiyar heyetinin varlığını tehlikeye düşürecek dış dünya ile iletişim olanaklarından da mahrum bırakıyordu.. Bu canavarlaşma aygıtı, Türkiye’de komünistler, Ermeniler, Kürtler, Müslümanlar...... biçiminde değişip gidiyor. Bir kültür haline dönüşüyor. Linç, toplumun dokusuna işleniyor: 1955 yılında, 6-7 Eylül olayları olarak geçen, Rumlara yönelik saldırılar, 24 Aralık 1978’de 111 kişinin öldüğü Maraş Katliamı, 5 Temmuz 1980’de Çorum olayları, 5 bin kişinin can verdiği olaylar sonrası yaşanılan 12 Eylül askeri darbesi, 1 Mayıs 1977 katliamı, Nevroz kutlamaları sırasında Mersin’de yaşanan bayrak krizi, 1993’teki Sivas Madımak katliamı, Trabzon’da bildiri dağıtan 5 gence yönelik linç girişimi, ve en son da Altınova’da, Adana’da Kürtlere yönelik linç girişimleri ve bu örnekleri daha da çoğaltabiliriz. Gelinen noktada gücünü linç kültüründen alan ve daha üst boyutlarda yaşanması muhtemel olaylarla karşı karşıyayız. Etnik bir yapının yaşam hakkının ciddi bir tehdit altında olduğu böylesi bir süreçte hâlâ ve telaşla üst alıntılara dayalı siyasi projeler/perspektifler üreten siyasetler, iflas ettiklerini artık görmelidirler. Linç kültürü, ve olaylarına karşı somut önerme ve eylemlerle siyaset arenasına girecek olan sol, halklar nezdinde yitirdiği itibarını yeniden kazanabilir. Bu da olumsuzluklar içinde bir şanstır.Hülya Yetişen WWW.KURDISTAN-POST.COM |
Friday, October 17, 2008
Linç Kültürü-Hülya Yetişen
KurdTime : Friday, October 17, 2008
Etiketler : Yorum
Subscribe to:
Post Comments (Atom)
0 Yorum:
Post a Comment