Dünyanın size dar geldiği oldu mu hiç? Müebbet hapse mahkum olmuş naçar bir hükümlü gibi, dünya denen bu zindanda zamanı şuursuz tükettiğiniz; kalın duvarları arasında, güneşsiz, havasız, göksüz kaldığınız oldu mu? Büyük inançla çıktığınız fırtınalı yolculukların ardından vardığınız limanda, umudunu gün be gün büyüttüğünüz huzuru bulamamanın hayalkırıklığını yaşadığınız oldu mu? Dünyanın size dar geldiği oldu mu hiç? Dünya dar geliyor artık bize. Nefes almakta zorlanıyoruz. Yediğimiz yemek, içtiğimiz su zehir artık. Ömrümüzde sahip olduğumuz en kutsal hazineyi; düşlerimizi koyacak küçücük bir yer bulamayan bizler; sonu belirsiz bu labirent içinde koşturup duruyoruz hiçbir zaman varamayacağımız çıkış kapısına. Şair boşuna dememiş; 'Sen yitirdiğini arıyordun; ben ise koruduğumu koyacak yer bulamıyordum'. İşte öyle bir dünyada yaşıyoruz. Bizleri, yitirdiğimiz değerlerle birlikte azgınca yutacak kadar sonsuzlaşan bu ıssız gezegen, koruduğumuz küçücük bir değere yer vermeyecek kadar soysuzlaşıyor. O zaman anladım; kendini bu sonsuzluğun kollarına umarsızca bırakanlar için dünya 'cennet', koynundaki küçücük hazineyi özenle saklayanlar için cehennem. O zaman anladım, bu dünya bize göre değil. O zaman anladım, yüz-kırk-sekiz milyon dokuz-yüz-kırk bin kilometrekarelik bu dünyada yer yok artık bize! Bavulları toplayıp, sürgüne çıkma vakti. Daha düne kadar büyük idealler beslediğiniz, mutluluğu için dövüştüğünüz insanlar, kapıyı açmış, yol gösteriyor size. Yeni dünyanın kanunlarına başkaldıran her insan gibi size de yol göründü. Bu gezegenin yeni sahipleri, inandıklarınıza inanmıyor artık. Ardıllarınız, miras olarak bırakmak istediğiniz düşlere sırt çevirmiş, bir hayalden diğerine koşuyor artık. Sizler, bu büyük ihanetin, bu büyük sadakatsizliğin acısıyla yanarken, onlar neden bu kadar can sıkıcı, neden bu kadar keyifsiz mevzulara kafa yorduğunuzu hayretler içinde izliyor. Kolay kazanılmış bir 'cennet' dururken, bile bile cehennem ateşinde kavrulma isteğinize akıl sır erdiremiyor. Keşke geçmişe ilişkin hayıflanmalarınızın, için için ağlamalarınızın gerçek nedeni bu olsaydı. Sizi en çok yaralayan neydi biliyor musunuz? Geleceği emekle, sabırla, örme umuduyla yola çıkan adanmışların; o inançlı yenilik arayışçılarının; girdikleri zaman tünelinden birdenbire 'eskiyivermesiydi'. Gün görememişlerin binlerce yıllık uğursuz tarihinden yepyeni bir tarih yaratmak isteyen o büyük mimarların, 'miadı geçmiş' muamelesi görerek, bir kenara atılmasıydı. Zaman, hey zaman!.. İnsanlığın özlemlerini şaha kaldıran o görkemli devrim rüzgarlarını, ters yönden esip, her şeyi yutan kasırgaya dönüştürdün ya! Değiştirmek istediğimiz, yarınlara armağan etmek istediğimiz bu biçimsiz dünya, şimdi suratımıza esaslı şamarlar indiriyor sayende. Zaman, hey zaman... Yeryüzündeki bu son isyancı nesil, mutlak bir inançla meşakkatli yolculuklara yelken açan bu gözü kara nesil, pes etme noktasına geldi. Bu topraklarda yaşayanların varoluşları için, 'kendi yok oluşlarını' göze alan bu nesil, teslim bayrağını açıyor. Baksana, daha düne kadar aynı siperde yer tutanlar, firar edip, bir bir sığınıyor 'şefkatli kollarına'. Daha düne kadar özgürlük türküleriyle omuz omuza kavga veren; yeryüzünü aşkın yüzüne dönüştürmek isteyen kadın-erkekler, vaat edilmiş cennetine koşuyor şimdi. Binlerce adanmışın alın teriyle yarattığı değerlerden aşırdıklarınla, cazip hale getirmeye çalıştığın sahte cennetine... Geride kalanlar, yani bu dünyanın 'nimetlerine' sırt çevirdikleri için eski yol arkadaşları tarafından ahmaklıkla eleştirilenler; yani kırık kalplerini kırık düşleriyle teselli etmeye çalışanlar, fütursuz bir aşağılanmayı bertaraf etmeye çalışıyor şimdi bu toz duman arasında. Dünün büyük umut işçileri ne kadar kolay savruldu bu fırtınada. Dünün güzellik arayışçıları nasıl böyle çirkinleşti? Bu deprem, sevgiyle örülen büyük düşleri nasıl oldu da tuzla buz etti? Zaman, kötü zaman... Dünya hep yeni değerler yaratanların etrafında dönerdi ya. İlelebet çevremizde pervane olacağını sanmışız... Düş kırıklığımız da bundan. Bugünün gerçekleri, tüm zamanlara hüküm süreceğini sandığımız dünün gerçeklerini buldozer gibi ezip geçiyor şimdi. Baksanıza, dünün devrimcileri, kadın-erkek ilişkilerinin geldiği 'düzey' karşısında bu gün 'tutucu' ilan edilmeye başlandı. Sevmek için, emek vermek, paylaşmak; özgürlük yolunda ömür tüketmek gerektiğine inanmak dar kafalılık oldu! Acı olacak belki ama, sevgiyi, aşkı, günlük-haftalık ticari bir alışveriş konusu haline getirip, tensel hazza tutsak olanlar karşısında bir hükmümüz kalmadı. Korkarım bu büyük günah karşısında, 'direnenler' olarak söyleyecek son sözümüz de olmayacak. Şimdi, onların kendi zindanlarında oynadıkları mutluluk oyunlarının sonunu beklemekten başka çare yok. Onları beklerken ne mi yapıyoruz: Susuyoruz, avazımız çıktığı kadar susuyoruz! Suskun bir volkan gibi öfkemizi yüreğimize akıtıyoruz. Ey zamanın son direnişçileri... Bu devranın ihaneti karşısında öfkeyle yanıp tutuşanlar... Zaman, size yaşananların bir masal olduğuna inanmanızı istiyor. Evet, yaşananlar bir masaldı. Masala inanmayan gerçeğe inanır mı? Murathan Mungan ne güzel demiş, 'Masalın yoluna çıkmak için gerçeğin yolunda can tüketmek gerek' diye. Evet, gerçeğin yolunda can tüketti niceleri, bir masala ulaşma uğruna. Ama anlamadı geride kalanlar. Bu zifiri karanlıktaki şafak yürüyüşünde pes etti kimileri. Güneşi ararken, düşlerini yitirdiler karanlıklar arasında. Düşsüz kaldı niceleri; yarınsız kaldı... Bu zorlu şafak yürüyüşüne devam edenler, şimdi bir haysiyet sınavında. Kendi olma kararlılığını göstermenin zorunlu hale getirdiği zorlu bir asalet sınavında. Gün gelecek, insanoğlunun en büyük şaheserinin, doğru yaşamak olduğu mutlaka anlaşılacaktır. Yaşamı, sınırsız bir tüketim süreci olarak görenler, gün gelecek, içlerinde önlenemez biçimde büyüyen o derin boşluğun yarattığı can sıkıntısı içinde bir hayat, bir vicdan muhasebesi yapacak ve sormaya başlayacaklar: Bir yarış atı gibi hazdan haza koştuğum bu hayattan ne anladım diye? Soracaklar; 'Bilgelikle yaşadım mı' diye... 'İyi sevdim mi' diye... 'Yeterince hizmet ettim mi?' diye... En nihayetinde, Eflatun'un yüzyıllar önce söylediği gibi, 'hiç ölmeyecekmiş yaşayıp, hiç yaşamadan öleceklerini' anlayacaklar acı acı. Ve sizler; kendi uçurumunu yüreğinde taşıyanlar... Bu dünyayı, bu zorlu hayatı, 'bir insanlık sınavı' olarak görüp, ardında küçücük bir eser bırakmak için didinenler... Büyüttüğünüz umut, yaydığınız ışık karanlıkları aydınlatmaya devam edecektir. Ataol Behramoğlu ne güzel özetlemiş. Fazla söze gerek var mı? Bakın neler yazmış: Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var: Yaşadın mı, yoğunluğuna yaşayacaksın bir şeyi Sevgilin bitkin kalmalı öpülmekten Sen bitkin düşmelisin koklamaktan bir çiçeği ... Kucakladın mı sımsıkı kucaklayacaksın arkadaşını Kavgaya tüm kaslarınla, gövdenle, tutkunla gireceksin Ve uzandın mı bir kez sımsıcak kumlara Bir kum tanesi gibi, bir yaprak gibi, bir taş gibi dinleneceksin ... Ve kederi de yaşamalısın, namusluca, bütün benliğinle Çünkü acılar da, sevinçler gibi olgunlaştırır insanı Kanın karışmalı hayatın büyük dolaşımına Dolaşmalı damarlarında hayatın sonsuz taze kanı Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var: Yaşadın mı büyük yaşayacaksın, ırmaklara, göğe, bütün evrene karışırcasına Çünkü ömür dediğimiz şey, hayata sunulmuş bir armağandır Ve hayat, sunulmuş bir armağandır insana Felat Özkeskin gundemonline.org |
0 Yorum:
Post a Comment