Sayın Başkan Sayın Üyeler, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının Demokratik Toplum Partisi (DTP) hakkında açmış olduğu kapatma davasında, sözlü savunmamızı sunacağız. Yüce heyetinizi saygıyla selamlıyoruz. Kapatılan Halkın Emek Partisi (HEP) Genel Başkanı olduğumdan bu yana aradan yirmi yıla yakın bir süre geçti, bu süre zarfında onlarca hükümet değişti, Türkiye siyasi tarihine damgasını vurmuş anlı şanlı partilerin çoğu silinip gitti, Türkiye AB müzakere sürecini yaşamaya başladı, bu çerçevede başta Anayasa olmak üzere temel yasalarda çok sayıda değişiklik yapıldı, hükümetler tarafından on tane uyum paketi açıklandı. Ancak bunca değişim iddialarına rağmen ne yazık ki 2008 Türkiye’sinde bir başka parti kapatma davası nedeniyle karşınızdayız. Her şeyden önce bu durumdan üzüntü duyduğumuzu belirtmek isterim. Diğer yandan, yüce mahkemenin Hak-Par ve ardından AK Parti kapatma davalarında verdiği kararları ve yaptığı açıklamaları da önemsiyoruz. Siyaset kurumu üzerine düşen görevleri yapamamakta, sorumluluğunu yerine getirememektedir. En başta 12 Eylül askeri darbesinin ürünü olan ve halen yürürlükte bulunan 1982 Anayasası değiştirilememiştir. Siyasi parti kapatma hükümlerini, siyasi partiler yasasını, seçim yasasını değiştirme sorumluluğunu yerine getiremediği için bugün Anayasa Mahkemesi hala parti kapatma davaları ile muhatap olmaktadır. Sayın Başkan Sayın Üyeler, Siyaset kurumu sorumluluğunu yerine getirecek olgunluğa, erdeme ve cesarete sahip değilse, bu noktada hukuk üzerine düşen görevi yerine getirmelidir. Çağdaş demokrasilerde hukuk kurumları toplumsal ihtiyaçları ve değişimi de gözeterek siyasetin önünü açabilecek bir role kavuşmuştur. Bu davanın da böylesi bir gelişmeye hizmet edeceğine inanıyoruz. Ön savunmamızı ve esas hakkında ki savunmamızı tekrar ederken, iddialara karşı cevaplarımızı sunmaya çalışacağız.
1- DEMOKRASİNİN GELİŞİM TARİHİ Demokrasi kültürünün kökeni insanlık tarihi kadar eskidir ve özü dar anlamda, halkın kendi kendini yönetmesidir. Demokrasinin bir sistem haline gelmesi birey ve toplumun devlete karşı hak ve özgürlük mücadelesiyle yakından bağlantılıdır. İlk devletleşme bireyi, toplumu ve bunların iradesini yok sayarak kul ve köle haline getirmiştir. Buna karşın demokrasi; bireyin ve toplumun, kendi özgürlükleri lehine devlet iktidarının sınırlandırılması yönünde başlattıkları mücadelenin sonucunda, ilk kez İlkçağ Atina’sında bir yönetim biçimi haline gelecektir. İlk Atina demokrasisi; köleci devletlere karşı mücadele içinde büyüyecek, olgunlaşacak ve günümüzün çağdaş demokrasisi olacaktır. Tüm bu büyüme ve olgunlaşma sürecinin kökeninde şüphesiz ki insan hakları, özgürlük ve eşitlik mücadelesi vardır. Bu nedenle demokrasiyi sadece “halkın kendi kendini yönetmesi olarak” ele almak oldukça dar bir tanım olacaktır. Demokrasinin gerçek tanımı, devletin sahip olduğu iktidarını toplumun ve bireyin özgürlükleri lehine sınırlaması, özgürlük ve eşitlik ilkelerine dayanması, bu temelde devletin kutsal olmaktan çıkarılarak insan hakları ve hukukun üstünlüğünü esas alan bir hizmet aracı haline getirilmesidir. Tarihte ilk kez Sümerlerde ortaya çıkan devletleşme olgusu, Sümer Rahip tapınaklarında sınıflaşmanın başlamasıyla gelişmiştir. Bu tapınaklarda özetle Zigguratlarda geliştirilen devlet karşısında insan yoktur, haklarından bahsedilemez, sadece görevleri vardır. O da tanrılara sınırsız hizmet ve kulluk etme görevidir. İnsan, artık doğal toplumun doğal bireyi olmaktan çıkmış, tanrılara ve onun yeryüzündeki gölgesi devlete kulluk edendir. Kulluk temelinde başlayan devlet-birey ilişkisi, devletin Sümer fetih hareketleri ile diğer siteleri ve toplumları egemenlik altına almasıyla birlikte <I>kölelik</I> ilişkisini de beraberinde getirecektir. Savaşlarda köle edilen insanlar kullarla birlikte devlete hizmete koşturulacaktır. İlk Asur Köleci İmparatorluğu, ardından gelen diğer köleci imparatorluklar ve son köleci imparatorluk Roma’ya kadar uzanmaktadır. Bu özet girişi, insan hakları ve demokrasi mücadelesinin temeline işaret etmek için verdik. Çünkü insan hakları mücadelesi, insanlık tarihinin çok uzun bir dönemini kapsayan bu kulluk ve köleliğe karşı verilen mücadele ile başladı. Zerdüşt düşüncesinin merkezinde “iyi düşünen, iyi konuşan ve iyi yapan insan” vardır. İnsanın kendi bilgisizliği ile mücadele edip aydınlanmasını, giderek kişiliğini ve iradesini oluşturmasını ve bu gelişimini süreklileştirerek, üst insan, bilinçli insan, yetkin insan olmasını savunur. Bu düşünceler, yeniden gelişen devletleşme karşısında egemen olmasa da toplumsal bağlamda Hz. İbrahim ile başlayan peygamberlik hareketlerini etkileyen ana kaynak olur. İnsan hakları mücadelesi böylece Ortadoğu özgülünde peygamberlik hareketleri içinde varlığını sürdürür. Peygamberlik hareketleri katı kulluk ve kölelik sistemini yumuşatıcı bir rol oynar. Tevrat, İncil, Kuran incelendiğinde bu yumuşamanın izleri görülebilir. Köleliğin büsbütün kaldırılmasını amaçlayan hareket Spartaküs ayaklanmasıdır. Bu ayaklanma başarılı olamayıp kanlı bir şekilde bastırılsa da, bu temel üzerinden insanın köleliğe ve kulluğa karşı mücadelesi daha da güçlenerek devam eder. Devlet iktidarının sınırlanması tartışmaları artık önü alınamaz şekilde yükselir. İktidarın mutlak olmadığı, önceleri Tanrı emirleriyle bağlı olduğu şeklinde başlayan bu tartışma, giderek iktidarın toplumun hizmetinde olması gerektiği, devlet iktidarının göksel değil, yersel olduğu ve toplum sözleşmesi ürünü olarak ortaya çıktığı ve bu nedenle de bu sözleşmeye bağlı kalması gerektiği, bu temelde iktidarın kendisine yetki devreden bireye ve topluma karşı keyfi davranarak zulüm yapamayacağı, sözleşme ile bağlı olması gerektiği hatta sözleşme dışına çıkarak zulüm eden iktidarlara karşı direnme hakkının olduğu tartışmalarına dek varır. Bu tartışmalar ve verilen mücadeleler birbirini besleyerek, adım adım mutlak devlet iktidarının sınırlanmasını beraberinde getiren yazılı ve kalıcı belgelere dönüşür. Devletin birey ve toplumun özgürlüğü lehine sınırlandırılması anlayışı, Ortaçağ’da yürütülen mücadeleler sonucunda Rönesans ve Reform Hareketi ile daha da bir hız kazanır. Bu temel üzerinde gelişen 1689 da ilan edilen İngiliz Haklar Bildirisi, 1776 Virjinya İnsan Hakları Bildirisi ve 1789 Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisiyle, insan hakları çağdaş hukukun temel konusu olur. Bu durum, “birey ve toplum, devlet içindir” anlayışından “devlet, birey ve toplum içindir” anlayışına geçişin ilk adımlarıdır. Bu temelde gelişen demokratik anayasacılık hareketlerinin özü, “otorite karşısında insan hak ve özgürlüklerini güvence altına almak” olmuştur. Bu anlayış, gelişimini üç kuşak insan hakları biçiminde sürdürerek, devleti birey ve topluma hizmet eden teknik bir aygıt durumuna indirger. Bu gelişimin yazılı ifadesi anayasalardır. Köleliğe, kulluğa ve dinsel doğmalara karşı yürütülen hak talebi mücadelesi, kişisel ve siyasal hakları; bu haklar da kendi içinden veya bağrından ekonomik, sosyal, kültürel hakları doğurmuştur. Ve bu haklar da kendi içinden halkların barış ve kendi kaderini tayin hakları, kadın, çocuk hakları, sağlıklı bir çevrede yaşama hakkı ve gelişme haklarını doğurmuştur. Üç kuşak olarak nitelenen insan hak ve özgürlüklerinin bu birbiriyle bağlantılı, bir zincirin halkaları gibi kopmaz bütünlüğü, tarihsel süreç içinde önce ulusal temelde kimi ülke anayasalarında, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ise giderek uluslar arası alanda BM ve AB belgelerinde yerini alarak evrensel ilkelere dönüşmüştür. 4 Kasım 1950 tarihinde yürürlüğe giren Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, üç kuşak insan hak ve özgürlüklerini düzenlemekte ve bu hakları soy, din, dil, yurttaş, yabancı ayrımı yapılmaksızın tüm insanlara tanımaktadır. Bu yönüyle evrensel olan sözleşmenin korumaya aldığı değer devlet değil, insandır. Çünkü demokrasilerde “halk devlet için değil, devlet halk içindir”. İsviçre, Belçika, İsveç, Fransa, Portekiz, İspanya, İtalya ve hatta Yunanistan örnekleri bu konuda çeşitli ve zengin çözümleri ortaya koymuş, etnik nitelikli şiddete yol açan haksızlıkları bu yolla ortadan kaldırmıştır. Elbette ki bunu tamamen anayasal yoldan çözüme kavuşturarak yapmıştır.
a)Fransa Örneği: Ulus-devlet modelini demokratikleştiren Fransa örneğine bakıldığında önemli sonuçlar çıkarmak mümkündür. Ulus-devletle “kurulmak” istenen devletin kendi ulusunu yaratmaya çalıştığı anlatılmak isteniyor. Çünkü kurulan devlet, milliyetçilik ve bunun sonucu olarak “tek dil, tek ideal, tek kültür ve tek ideoloji” politikalarıyla “kendi ulusu”nu yaratırken, tehlikeli bir şekilde farklı dil ve kültürleri de ulusal birlik adına asimile etme politikasını uygular ve farklılıkları ulusal birlik için bir tehdit olarak ele alır. 22 Eylül 1792 tarihli bildirge “Fransız Cumhuriyeti tek ve bölünmezdir” derken, kültürel çoğulculuğu dahi kabul etmiyordu. Örneğin Cumhuriyet’in birliği, dilde birlik anlamını taşıyordu. Bu temelde bölgesel diller olarak adlandırılan Aşağı Brötanca, Baskça, Alsakça, Korsika dili ve 30’a yakın taşra ağzı, ulusal birliğin önünde bir engel olarak görülmüş ve 1794’ten itibaren bu dillerin kamusal ve özel işlemlerde yasaklanması yoluna gidilmiş ve Fransızca’nın tek ulusal dil olarak tüm Fransa’da yaygınlaştırılması amacıyla eğitim, kültür vb. her alanda asimilasyon politikaları uygulamaya konulmuştur. Ancak tüm bu yasaklama ve asimilasyon uygulamalarına rağmen bölgesel diller yok edilemediğinden Fransa, sonuçta 1951 tarihli Dexonne Yasası ile beş bölgesel dili resmen ve hukuken tanımıştır. Bunlar Baskça, Brötanca, Katalanca, Korsikaca ve Oksitan dilleridir. Fransızca, sadece resmi dil olarak öngörülmüştür. Dillerin inkarı politikası böylece terkedilmiştir. Ancak demokrasinin üçüncü kuşak hak ve özgürlükleri de içine alarak gelişmesi karşısında Fransa, De Gaulle’nin “artık ulusal birlikten kaygı duymaya gerek yoktur” çıkışıyla bölgelerin kültürel kimliğini de resmen tanımıştır. 2 Mart 1982 Yasası öncesinde henüz yasal düzenleme yokken, fiili girişimler olmuş ve özellikle yerel yönetimlerle devlet arasında gerçekleştirilen kültürel şartlarla bu konuda önemli ilerlemeler sağlanmış, Brötanya’da kurulan Kültürel Konsey ve bu bağlamda Bröton dili öğretiminin geliştirilmesi, radyo, TV’de Bröton dilinin kullanımına geçilmiştir. 2 Mart 1982 Reform Yasası’ndan sonra bu bölgesel dillerin öğretimi olanağı da isteğe bağlı (seçmeli) olmak kaydıyla açılmıştır. Üniversitelerde lisans ve yüksek lisans düzeylerinde bu dillerin öğretimine başlanmıştır. Ayrıca 23 Eylül 1985 tarihli bir kararnameyle danışma işlevli bir Bölgesel Diller ve Kültürler Ulusal Konseyi kurulmuş ve bu kuruluşun örgütlenmesi çerçevesinde kimi bölgelerde Bölgesel Kültür Ofisi kurulması yoluna gidilmiştir. 1982 Reformu’nun 3.Maddesi uyarınca devlet ile yerel yönetimler arasında yetki paylaşımı yapılmış, kültürel yetkileri tamamlayan eğitim-öğretim ve araştırma alanındakilere bakıldığında devlet, bölge meclislerinin görüşlerini alarak öğretim kurumlarının genel pedagojik yapısını belirlerken, ilgili yerel yönetimlere danışarak yüksek öğretim kurumlarının kuruluşu ve düzenlenmesi etkinliğini yürütmüştür. Belediyeler ise, ilköğretim ve anaokulları alanında yetkili kılınmıştır. Bu haklarla birlikte Fransa bölünmemiştir.
b)İspanya-İtalya-Belçika Örneği: Farklı dil ve kültürleri anayasal düzeyde tanıma en belirgin biçimde İspanyol Anayasası’nda görülmektedir. 1978 tarihli İspanya Anayasası’nın 2.Maddesine göre; “Anayasa, İspanyol ulusu birliğinin ayrılmazlığını ve bütün İspanyolların ortak vatanın bölünmezliğini kesinlikle belirtir ve onu oluşturan bölge ve milliyetlerin özerklik hakkını ve aralarında dayanışmayı garanti eder” ibaresiyle anayasal tanımanın çerçevesi çizilmiştir. Yine farklılıkların anayasaca tanınmasına bir örnek İtalya’dır. İtalyan Anayasası’nın 6.maddesinde; “Cumhuriyet, dil açısından mevcut azınlıkları uygun önlemlerle korur” demektedir. Belçika Anayasası ise, “dil esası”na dayalı federalizmi tanımlamaktadır. 1.Madde, “Belçika, topluluklar ve bölgelerden oluşan federal bir devlettir” demektedir. Bu haklarla birlikte İspanya, İtalya ve Belçika bölünmemiştir.
c)İsviçre-Kanada Örneği: İsviçre, 1848 Anayasası’nda Fransızca, İtalyanca ve Almanca’yı ulusal diller olarak ve resmi kullanım içinde eşit olarak tanımıştır. Ülkenin güneydoğu köşesinde dağlık bölgede yer alan Grisona Kantonu’nda kabaca Almanlaştırılmış İtalyanca’nın bir biçimi denilebilecek Romache dilini konuşan yaklaşık elli bir kişilik bir azınlık grubu yaşamaktadır. Bu grup kendi dillerini bir lehçe düzeyinde bağımsız bir dil düzeyine çıkarmak ve dördüncü ulusal dil olarak tanınmak istemişlerdir. Bunun üzerine 1938’de yapılan referandumda bu durum kabul edilmiştir. Dolayısıyla İsviçre, demokratik teknikleri kullanarak her bir toplumsal gruba kendi geleceğini belirleme hakkını vererek, demokrasinin ideallerine katkıda bulunmuştur. Açık olan şey; çokuluslu bir devlet içinde dayanışma ve ortak amaç duygusunu ilerletmenin geçerli bir yolu varsa, bu, ulusal kimliklerin boyun eğdirilmesinde değil, uzlaştırılmasından geçer. Farklı ulusal gruplardan oluşmuş halk, ancak büyük siyasi yapılanmayı kimliğine boyun eğdiren değil, kimliğinin besleneceği bir bağlam olarak görürse bu yapıya bağlılık gösterecektir. Örneğin Kanada’da uzun yıllar süren “ırklar savaşı” yerini demokrasinin ilkelerine bırakmıştır. Kanada Haklar Bildirgesi’ndeki eşitlik ilkesinin nasıl yorumlanması gerektiğini açıklayan Kanada Yüksek Mahkemesi bir kararında; “farklılıkların onay görmesi gerçek eşitliğin özüdür” içtihadında bulunmuştur. Yine Kanada’nın yerli Kızılderili halkı olan Quebecliler kendi ayrı kimliklerinin anayasal ilke düzeyinde tanınması ve onaylanmasını temel bir saygı meselesi olarak görmektedirler.
Dile Bağlı İnsan Hakları: 1945 sonrası BM’nin çalışmalarına öncülük eden kilit belgelerde dil; insan hakları meseleleri içinde en önemli konulardan biri olarak ele alınmıştır.Birleşmiş Milletler’in, Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması için Uluslar arası Konvansiyon (E 793, 1948) hazırlık çalışmasında, dilsel ve kültürel soykırım fiziksel soykırım ile birlikte ele alınmış ve insanlığa karşı işlenen suçlar arasında sayılmıştır. Birçok devletin kabul ettiği 1948 BM Konvansiyonu’nda dilsel soykırım (m.3,1) şöyle tanımlanmıştır; “Gündelik konuşmalarda ya da okulda grup dilinin kullanımını yasaklamak veya grup dilindeki yayınların basımını ve dolaşımını yasaklamak” Yine BM Şartı’nın 13. maddesinde; imzalayan devletlerin geliştirmekle yükümlü oldukları konular “ırk, cinsiyet, dil ve din” olarak belirtilmiştir. Maddede, bütün devletlerin “...ırk, cinsiyet, dil ve din ayrımı yapmaksızın herkesin temel özgürlüklerine ve insan haklarına” uygun davranıp davranmadığının izleneceği belirtilmiştir. BM Kişisel ve Siyasal Haklar Sözleşmesi’nin 27.maddesine göre; “Etnik, dini veya dil azınlıklarının yaşadığı devletlerde azınlıkların mensuplarının, gruplarının diğer üyeleriyle birlikte, kültürlerini yaşama, dinlerini öğretme ve uygulama veya kendi dillerini kullanma hakları inkar edilemez”. 6 Nisan 1994 tarihli BM İnsan Hakları Komitesi Kararı, bu maddeyi geniş kapsamlı ve pozitif olarak yorumlamıştır: Madde’de belirtilen azınlıklara mensup olup olmadıklarına bakılmaksızın Devletler, egemenlik alanında veya egemenliğinde bulunan bireyleri korur. Bir azınlığın varlığı Devletin kararına dayandırılamaz. Nesnel ölçütlere göre değerlendirilir. “Hakkın” varlığını tanır; ve devletlere pozitif görevler yükler. Gerek AGİK belgesi, gerekse de Azınlıkların Korunmasına Dair Çerçeve Sözleşmesi ve ardından gelen Azınlık Dilleri Şartı ile AİHS M.14’te düzenlenen <I>birey haklarına grup hakları da eklenmiş ve devletler pozitif yükümlülük altına konulmuştur. Kopenhag Belgesi 31.paragrafında da eşitlik ve ayrımcılık yapmama ilkeleri yanında bu ilkelerin tam ve etkili uygulanabilmesi için devletlere gerekli tedbirleri alma yükümlülüğü getirilmiştir. 20.11.1989 tarihli BM Çocuk Hakları Sözleşmesi(m.2.1), Taraf devletlere, bu sözleşmede yazılı haklar arasında özellikle vurgulanan çocuğun anadilinde eğitim hakkı ve olanağını kendi yetkileri altında bulunan her çocuğa, dil ayrımı yapmadan tanıma yükümlülüğü getirmiştir.</I> Bu sözleşmenin gereği olarak, Anne-babalar sadece çocuğuna sözlü olarak dilini vermekle yetinmemekte, ayrıca okullarda bu dilin eğitiminin de verilmesini isteyerek, çocuğunun anadilini unutmamasını, geliştirmesini ve gelecek kuşaklara aktarılmasını güvence altına alarak dilinin yok olmasının önüne geçmektedir. Ulusal Azınlıkların Eğitim Hakları ile İlgili Hague Tavsiyeleri’nde bu durum, “Azınlık dilinde eğitimin azınlıklar için hayati öneme sahip olduğu da kesindir” şeklinde tespit edilmiştir(age). Bir diğer pozitif gelişme de AGİT Etnik Gruplararası İlişkiler Vakfı tarafından yayınlanan Ulusal azınlıklar Yüksek Komiseri Max Van Der Stoel’un Ulusal Azınlıkların Eğitim Hakları ile ilgili Hague tavsiyeleri-Açıklayıcı Not (Ekim 1996)’udur. Buna göre; “Müfredatın yalnızca devlet diliyle öğretildiği ve azınlık çocuklarının bütünüyle çoğunluk çocuklarıyla aynı sınıfta eğitim gördüğü bastırma-türü yaklaşımlar uluslar arası standartlara uygun değildir”(sh.5). “İlk ve ortaokullarda azınlık eğitimi” bölümünde, egemen devletin, iki dilli öğretmenleri eğitmesi görevi olduğu belirtilmiştir(m.14). Ayrıca ikinci dil de dahil olmak üzere eğitimin ana-dilde yapılması her düzeyde tavsiye edilmiştir(m.11-13). Bu, tüm dil topluluklarının, anaokulundan üniversiteye kadar eğitimin anadilde yapılması için gerekli fonları devletten almaya hakkı olduğu anlamına gelir. Devletlerin azınlık dilde eğitimi sağlama yükümlülüğüne işaret eden bir başka belge de 1992 Kasım’ında BM Genel Kurul’u tarafından kabul edilen ulusal veya etnik, dini ve dilsel azınlıklara mensup kişilerin hakları ile ilgili BM Deklarasyonu’dur. Deklarasyon, anadilde eğitim haklarının sağlanması için devletlere pozitif görevler yüklemiştir(Madde 1, m.4/3). Buna göre “Devletlerin mümkün olan her yerde, azınlıklara mensup kişilerin anadillerini öğrenmek veya anadillerinde eğitim görmek için yeterli fırsatlara sahip olmaları için uygun önlemleri alması gerekir.” 2- TÜRKİYE’DE DEMOKRASİNİN GELİŞİM TARİHİ VE SORUNLARI Türkiye demokrasi tarihi, devlet ve siyaset geleneğinden ayrı ele alınamaz. Türkiye’de siyaset geleneği, askeri, elitist ve halktan kopuk bir karakter taşır. Örneğin Osmanlı devlet geleneği için “siyaset” kavramı, ceza ve özellikle “ölüm cezası” anlamında kullanılmaktadır. <I>‘Siyaseten katl’</I>, yani idam cezası, padişahın verdiği cezalar için kullanılan bir terimdi. İdam sehpasının kurulduğu alanlara “<I>siyaset meydanı</I>” denildiği bilinmektedir. Ülkemiz demokrasi tarihi, Osmanlı’nın son dönemlerinden itibaren başlar. III. Selim’den itibaren, modernleşmeye yönelik bir dizi adım atılır. Askeri, siyasi, eğitim ve ekonomik alanlarda batılılaşma çerçevesinde birçok düzenlemeler yapılır. Tanzimat Fermanı, devlet yapısının yeniden düzenlenmesi girişimidir. Bütün bu değişimler, “<I>devleti kurtarma</I>” operasyonu olarak gündeme gelir. Batı’nın teknolojide, siyasette, bilimde ve dünya coğrafyasını yeniden düzenlemek konusunda elde ettiği üstünlük karşısında, Osmanlı’nın cihan devleti özelliğini kaybetmeye başlamasıyla devlet yapısında ve yönetim sisteminde değişikliklerin yapılması zorunluluğu doğmuştur. Osmanlı elitleri, çözümü devleti modernleştirmekte bulmuştur. Devleti kurtarma amacına dönük olarak gerçekleştirilmeye çalışılan reformlar, genellikle bürokratik idari yapıyı değiştirmeyi hedefler. Nitekim devletin idari, askeri, mali yapıları modernleştirilir. Osmanlı’da halk, reayadır. Kelimenin kökeni raiyye’ den gelir. Raiyye; ‘Otlatılan hayvan sürüsü’ ve ‘vergi veren halk’ anlamına gelmektedir. yani reâyâ kendi görevi olan üretimle uğraşmalı ve yönetici sınıfa geçmeye çalışmamalıdır. Toplum düzenindeki yerini bilmeli ve ona göre davranmalıdır. Bu davranış tarzı, yöneten-yönetilen ilişkisinde çok köklü bir statüye yol açmıştır. Birinci Dünya Savaşı’nda yenilgiye uğrayan Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılmasını takiben imparatorlukta görev yapan asker-sivil bürokrasisinin öncülüğünde yürütülen Kurtuluş Savaşı’nın kazanılmasıyla Türkiye Cumhuriyeti kurulur. Cumhuriyetin kurucuları Osmanlı monarşisini tasfiye etmekle birlikte onun devlet geleneğini sürdürürler. Kaldı ki 600 yıllık devlet geleneğinin bir anda ortadan kalkması düşünülemez. Kurtuluş savaşına öncülük eden kişiler Osmanlı askeri bürokrasisinden gelmektedirler. Cumhuriyet, taşıdığı ilerici dinamiklere rağmen, ülkede sosyal sınıfların yeterince gelişmemiş olmaları ve modern kuruluşun devletçi seçkinler eliyle gerçekleştirilmiş olması nedeniyle sağlıklı bir demokratik gelişim çizgisi izleyememiştir. Reformlar da sosyal sınıfların katılımı ve öncülüğüyle değil, devlet eliyle gerçekleştirilmiş, bu nedenle toplum tarafından yeteri kadar içselleştirilememiş, hatta Cumhuriyet inkılâpları arasında sayılan Kılık-Kıyafet kanununun uygulanışı sırasında bile görüldüğü üzere, direnişler ve ölümler yaşanabilmiştir. Devlet eliyle kurulan yeni “modernleşme” alanında tarih, kültür, siyaset ve toplumsal yaşam yeniden kurgulanmış, ancak toplumsal katmanlar kendilerini bu alanlar içerisinde yeteri kadar bulamamışlardır. Atatürk’ün ölümünden sonra yerine gelen İsmet İnönü de Osmanlı askeri bürokrasisinden gelmektedir. Kendi adına para bastırır, ülkeyi tek şef olarak ve <I>‘kuvvetler birliği’</I> ilkesine göre yönetir. Faşizmin yenilgisiyle sonuçlanan İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra değişen dünya koşullarına uyum sağlamak ve ülkedeki sosyal gelişmelerin gereklerini karşılamak için çok partili sisteme geçilir. Ancak devletin temel felsefesinde hiçbir değişiklik yapılmaz. Temelde bir hizmet aracı olması gereken devlet, Türkiye Cumhuriyeti anayasalarında ülkenin ve milletin mutlak sahibi olan kutsal bir varlık olarak tanımlanır. Cumhuriyetin daha ilk yıllarından beri demokrasiye geçme yönünde denemeler olmuş ve buna sempati ile bakılmıştır. 1924 yılında kurulan Terakki Perver Cumhuriyet Fırkası, ikinci meclisteki muhalif grupların temsilcisi haline gelmiştir. Ancak toplumsal düzeyde geniş bir muhalefet ortamı ortaya çıkınca kapatılmıştır. Bu kez 1930 yılında Serbest Cumhuriyet Fırkası kurulmuş ve o da aynı nedenlerden dolayı kapatılmıştır. Bu dönemin en önemli demokratik adımlarından biri de kadına seçme ve seçilme hakkının verilmesidir. Devletin ortaya koyduğu ölçüler topluma yukarıdan aşağıya dayatılmıştır. Toplumsal örgütlenmelere de genç cumhuriyeti koruma kaygısıyla izin verilmemiş, başta sol ve sosyalist olmak üzere çeşitli muhalefet odaklarının faaliyetleri yasaklanmıştır. Cumhuriyet ilan edildiğinde, işçilerin hak ve özgürlükleri gelişmemiş, aksine örgütlenme özgürlüğü için mücadele Cumhuriyet döneminde de sürmüştür. Bugün bile karanlık cinayetlerden biri olarak tarihe geçen, 28/29 Ocak 1921’de Mustafa Suphi ve arkadaşları öldürülür. Mustafa Kemal’in çağrısı üzerine Ankara’ya görüşme yapmak üzere Bakü’den yola çıkan Mustafa Suphi ve 14 arkadaşı organize bir saldırıyla karşılaşırlar. Ardından Türkiye Halk İştirakiyyun Fırkası adıyla örgütlenen komünistler de İstiklal Mahkemeleri tarafından ağır cezalara çarptırılırlar. Bilinenin aksine Türkiye’nin en eski partisi olan Türkiye Komünist Partisi, Kurtuluş Savaşı’na katılır, Millet Meclisi’nin ilk yıllarında parlamenterleriyle temsil edilir, işçi sendikalarının, köylü kooperatiflerinin, gençlik, kadın, barış örgütlerinin kurulmasında öncü rol oynar. Bu etkinlikleri nedeniyle hedef alınır, kuruluş yıllarındaki kısa yasal dönemi dışında, bütün faaliyetlerini yasadışı olarak sürdürmek zorunda bırakılır. 1950’lerden sonra toplumun örgütlenmeye başladığı, toplumsal dinamiklerin değişme eğilimi gösterdiği ve siyasal partilerin halkın tercümanı durumuna geldiği görülür. Vesayetçi dönemde devlet partisi olarak kurulan ve siyasi temsildeki tek adres olan CHP’nin yerini bu kez çevrenin, toplumun ve toplumsal grupların değerlerini taşıyan partiler almaya başlar. Bu süreç 1950 yılında seçimden büyük bir zaferle çıkan Demokrat Parti ile başlar. Demokrat Parti devletçi-seçkinlerin karşısına siyasi-seçkinler kimliği ile çıkar ve toplum ile devlet arasında bir köprü oluşturur. Demokrat partinin yönetime gelmesi devlet elitlerini ve CHP’yi tedirgin eder. CHP yöneticilerinden Cevdet Kerim İncedayı “Memleketin yönetimini Hassolara, Memolara bırakacağız” diyerek bu tedirginliği ifade edecektir. Demokrat Parti’nin iktidara gelmesi ile siyasi ve askeri devletçi seçkinlerle, seçimle gelen siyasi seçkinler arasında bir çatışma başlar. Nitekim çatışma ordunun 27 Mayıs 1960 darbesiyle, Demokrat Parti aleyhine sonuçlanır. Demokrat Partinin lideri Adnan Menderes ile iki bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan idam edilirler. Darbeden sonra hazırlanan 1961 Anayasası ile yeniden çok partili sisteme geçilir. Bu kez Demokrat Parti’nin yerini Adalet Partisi alır. Adalet Partisi ile beraber halkçı üslup siyasal söylemin ana unsurunu oluşturur. Bu dönemden sonra CHP ile AP arasındaki siyasi çekişmeler siyasal yaşamın nabzını oluşturur. Adalet Partisinin yeniden iktidara gelmesi bir kez daha devletçi ve siyasal seçkinlerin çatışmasına yol açar. Ordu yeniden 12 Mart 1971 tarihinde darbe yapar. Yani bir kez daha çevrenin temsilcisi durumunda olan bir siyasal parti iktidardan uzaklaştırılarak, çevreden gelen “tehdit” savuşturulur. 27 Mayıs darbesinden sonra kurulan MGK’ye ülke yönetiminde verilen rol yasallaştırılır. Ordu ülkenin politik, sosyal ve ekonomik hayatın koruyucusu olarak yasalar tarafından tanınan özerk bir kurum haline getirilir. 1960’ın ilk yarısından itibaren hızla gelişen sınıf mücadeleleri ve sol rüzgârın önü, 12 Mart 1971 darbesiyle kesilmeye çalışılmıştır. 12 Mart 1971 darbesi, 1960 darbesinin ardından gelişen sınıf hareketine karşı yapılmıştır. Dönemin Genel Kurmay Başkanı Memduh Tağmaç: “Toplumsal uyanış ekonomik gelişmeyi aştı” diyerek müdahalenin amacını özetleyecektir. DGM’ler Anayasal bir kurum haline getirilir. İşkenceler ve baskı sistematik hale gelir. Grevler yasaklanır, grev ve grev dışı eylemler 1971 Mayıs’ından 1973 yılı sonuna kadar askıya alınır. Bu süreçte ekonomik ve sosyal hakların tümü ortadan kaldırılmıştır. Darbe sonrası çok güçlü olmasa da sol tekrar toparlanır, Türk ve Kürt solunun kitlesel bağları oldukça yaygındır. Gelişen sol hareket ve Kürt hareketi faili meçhul cinayetler ve katliamlarla durdurulmaya çalışılır. Sivil faşist hareket Kürtlere, Alevilere ve İşçi sınıfına karşı kullanılır. Devlet bu yöntemlerle gelişmeleri kontrol altına almayı başaramayınca 12 Eylül Faşist darbesiyle toplumsal gelişime bir kez daha müdahale eder ve toplumsal uyanışı bastırmak ister. 12 Eylül 1980 darbesini diğer darbelerden ayıran en büyük özelliği daha sistematik ve uzun sürmesidir. 12 Eylül darbesi ülkenin politik yapısında köklü değişiklikler yapan ve en fazla baskı, işkence ve cinayetin yaşandığı müdahale olmuştur. Darbeciler Milli Güvenlik Kurulu aracılığıyla ülke yönetimini devraldıktan sonra partileri kapatır, siyasi liderler tutuklanır. Askeri diktatörlük her şeyi yeniden düzenler. Belediye başkanlarından ilçe kaymakamlarına kadar herkes görevlerinden alınır ve yerlerine askeri atamalar yapılır. Meclis dağıtılır, tüm yetki Milli Güvenlik Konseyi’nin elinde toplanır. MGK bir yıl dolmadan tam 268 kararname çıkarır ve devleti baştan aşağı yeniden inşa eder. Tüm sendikal faaliyetler durdurularak grevler yasaklanır; ücretler dondurulur. Türk-İş dışında tüm sendika ve dernekler kapatılır. DİSK’in bütün malvarlığına el konulur. On binlerce insan tutuklanarak cezaevlerine tıkılır; işkencelerden geçirilir. 12 Eylül yıllarında 650 bin kişi gözaltına alınmış, 50 bin kişi siyasi mülteci olarak Avrupa ülkelerine sığınmış; 700 idam istenmiş, 480 idam cezası kesinleşmiş, 48 kişi idam edilmiştir. Yaklaşık 200 kişi işkencelerde öldürülmüştür. Darbecilerin aldığı kararlar ve yaptığı uygulamalar her türlü yargı denetiminden muaftır. MGK’nın aldığı 52 sayılı kararda şunlar yazmaktadır: “<I>Sıkıyönetim Komutanlıklarının kararlarının tartışılması ve haklarında kamu davası açılmış tüzel ve gerçek kişilerle ilgili olarak kamuoyunu yanıltıcı ve ilgilileri etkileyici sözlü-yazılı demeç ya da makale yayımı yoluyla beyan ve yorumda bulunmak da yasaktır</I>.” Daha sonra bizzat askeri yönetim tarafından hazırlanan Anayasaya göre, cuntanın uygulamalarına ve cuntacılara karşı herhangi bir yasal işlem yapılamayacaktır. Askeri cunta siyasal alan üzerinde tam egemenliğini kurmuştur. 12 Mart darbesi “Toplumsal uyanışa” karşı yapılırken 12 Eylül müdahalesi ise toplumsal uyanışın yanı sıra gelişen Kürt uyanışını hedeflemektedir. Yukarıda izah ettiğimiz gibi dünya çapında kabul görmüş ve birçok ülke anayasasında yerini almış Üçüncü Kuşak Haklar, bugüne kadar Kürtlere uygulanmamıştır. Kürt sorunu temelde buradan kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla çözümü de bu hakların tanınmasından geçmektedir. Kürt sorunu bu temelde demokratik hukuk çerçevesinde kolaylıkla çözülebilecek bir sorundur. Ancak bu yapılmadığı için sorun devam etmektedir. Bunun nedeni ise 1924 Anayasası ile başlayan Kürtlerin inkârı ve asimilasyonu sürecidir. Çünkü Kürtlerin tarihsel, toplumsal ve kültürel olarak inkârı bu tarihten itibarendir. Bu süreçler incelendiğinde Osmanlı-Türkiye anayasalarının tarihsel olarak Üç Kuşak insan hakları temelindeki demokrasi ve insan hakları mücadelesindeki gelişmelerin neresinde olduğu ve bu süreçlerde Kürtlerin siyasal, sosyal ve kültürel konumlarının ne olduğu net biçimde ortaya çıkmaktadır.
A-1876 Tarihli Kanun-i Esasi ve Kürtler 1876 Tarihli Kanun-i Esasi’nin 1. maddesi Osmanlı İmparatorluğu’nun çok dinli, çok dilli, çok milletli toplumsal çoğulcu yapısını esas almıştır. Buna göre; “Devlet-i Osmaniye memalik ve kıtaatı hazırayı (yerleşik şehir ve memleketler) ve eyaleti mümtazeyi (ayrıcalıklı eyaletler) muhtevi ve yek vücut olmağla hiçbir zamanda hiçbir sebeple tefrik kabul etmez”. Anayasanın 1. maddesinde geçen “eyalet-i mümtaz (ayrıcalıklı eyaletler)” statüsü Kürtleri yakından ilgilendirmektedir. Çünkü bu statü, Yavuz Selim ile Kürt beyleri arasında imzalanan 1514 tarihli ittifak-anlaşmayı anayasal korumaya almaktadır. Bu anlaşmaya göre; “1- Osmanlı yönetimine bağlı olarak Kürt emirliklerinin özerkliği korunacak, 2- Kürt emirliklerinde de yönetim babadan oğula geçerek sürecek, eskiden beri yürümekte olan yöntem yürürlükte kalacak ve bu konuda ferman padişahtan çıkacak, 3- Kürtler, Türklere bütün savaşlarda yardım edecekler, 4- Türkler de Kürtleri bütün dış saldırılardan koruyacaklar, 5- Kürtler devlete verilmesi gereken her türlü vergiyi ödeyecekler”. Anayasa yapılırken çok uluslu, çok dinli, çok kültürlü Osmanlı Devleti’nin “öğretim dili” başlangıçta anayasanın 18. madde taslağında, İmparatorluktaki bütün “akvam (kavimler)” in kendi dillerinde eğitim ve öğretim yapabilecekleri şeklinde düzenlenmiş, sonradan 18. madde değiştirilerek “resmi dilin Türkçe” olduğu belirtilmişse de, bunun “Devlette istihdam olunmak için” öngörüldüğü aynı maddede vurgulanmıştır. Kendi yönetim sahalarında anadilleriyle eğitim ve öğretimlerini kendi okullarında veya basın-yayınlarında, pozitif bir hak olarak olmasa da devletin bu özerkliğe karışmaması veya negatif bir konumda durması -zorla asimilasyon- olmaması nedeniyle fiilen veya doğal biçimde sürdürerek her alanda kültürel kimliklerini serbestçe ifade edip geliştirebilmişlerdir. Kürtler de aynı şekilde doğal seyri içinde Kürtçe edebi eserler kaleme alabilmiş, Kürtçe gazete vb. çıkarabilmiş, bazı şahsiyetlerin çabalarıyla Kürtçe okuma-yazma çalışmaları yapabilmiştir. Yine siyasal alanda Heyet-i Mebusan’da her milliyet, din veya grup, kendi öz kimliğiyle siyasal temsilini de bulmuştur. Bu haliyle Osmanlı Devleti’nin renkli toplumsal yapısını yansıtmıştır. 1909 yılında Kanun-i Esasi’de özgürlükler lehine önemli değişiklikler getirilmiştir. Ancak İttihat ve Terakki’nin Türkçü-Turancı eğilimlere yönelmesi bu gelişmeleri tersine çevirecektir. İttihat ve Terakki 1913 yılından itibaren ‘tek parti’ olmaya yönelmiş ve çoğulcu Osmanlı anlayışından tekçi-Türkçü bir eğilim içine girmiştir. Çoğulcu yapıyı yadsıyan Türk milliyetçiliğine kaymanın ardından demokratik hoşgörüsünü yitiren İttihat ve Terakki yöneticileri, Türkçülük siyasetine gelmeyen siyasi muhaliflerini çeşitli antidemokratik yöntemlerle tasfiye etme yönelimine girmiştir. Yanı sıra basına yeniden sansür getirilmesinden, toplanma ve dernek kurma özgürlüklerine kadar siyasal muhalefet yanında toplumsal muhalefeti de bastırmıştır. Siyasal ve toplumsal muhalefeti susturan İttihat Terakki, artık “kendini Türklüğün tek koruyucusu” olarak ilan edecek ve “iktidarına ve kendisine karşı yönelen her türlü muhalefeti ‘vatana ihanet’ sayacaktı”. İttihat Terakki’nin, Türk milliyetçiliği veya Türkçülük ideolojisini egemen ideoloji haline getirmesi ve tek parti egemenliğini kurarak muhalefete ve diğer “kavimler”e dönük baskılara yönelmesi çok millet ya da kavimden oluşan Osmanlı toplum yapısında yer alan “kavimler”i ve “milletler”i karşı milliyetçiliğe sevk etmiştir. Örneğin Ermeni milliyetçiliği bağımsızlık tezlerine yönelecek ve Taşnak Partisi’ni kuracaktır. Bu temelde gelişen milliyetçi kamplaşmalar iç çatışmaları da beraberinde getirecektir. İlk kırılma böyle yaşanırken ikinci büyük kırılma, İttihat Terakki’nin Alman emperyalizmiyle işbirliğine girdikten sonra daha da ileri giderek Pan-Turanizme yönelmesi ve bu amaçla Almanya’nın yanında I.Dünya Savaşı’na girmesi ve yenilmesi, beraberinde imparatorluğun da sonunu getirecektir. Bu gelişmelere yakından tanık olan Mustafa Kemal, İttihat Terakki milliyetçiliği veya Pan-Turanizm’in olumsuzluklarını bizzat görmüş ve yaşamış biri olarak; bu olumsuzlukları eleyecek ve toplumsal farklılıkları yadsımadan veya çoğulcu toplumsal yapıyı gözeterek sosyoloji biliminin verilerine uygun düşen “Türkiye Halkı” ve yine siyaset biliminin verilerine uygun düşen “Türkiye Devleti” gibi argümanlarla tüm toplumu farklılılarıyla birlikte kucaklayıcı; yine dini ve milliyetçi ideolojiye sapmadan, özünde sosyal, siyasal ve hukuki birlik ile demokratik birlik yaklaşımını ifade eden “demokrasi şekliyle yönetilen cumhuriyet” fikrini esas alarak Kürtlerle ittifak temelinde Kurtuluş Savaşı’nı yürütmüştür. Erzurum-Sivas Kongreleri, Amasya Tamimi ve yeni Meclisin beyannamesine oradan yeni devletin (cumhuriyetin) ilk anayasasına (1921 Teşkiat-ı Esasiye) taşırılan bu anlayış olmaktadır.
B-1921 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu ve Kürtler
Cumhuriyetin temellerini atan ve anayasal nitelikteki yazılı belgeler olarak kabul edilen Erzurum ve Sivas Kongresi Belgeleri, Amasya Tamimi, Misak-ı Milli, 1.BMM Beyannamesi, 1921 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’na bakıldığında, tüm bu belgelerde Kürtlerin Cumhuriyetin kuruluşundaki kurucu rolüne açıkça ve resmen vurgu yapılmıştır. Bu durum, 1921 Anayasası ile gerek parlamento gerekse de yerel yönetimler bağlamında devletin yapısına kadar taşırılmıştır. Erzurum ve Sivas Kongreleri’nin ardından Mustafa Kemal ve beraberindekiler 18 Ekim 1919 günü Amasya’ya giderek, ayrı ayrı beş protokolden oluşan Amasya Protokollerini imzalarlar. 1921 Anayasası’nın özüne damgasını vuracak olan bu protokoller aynı zamanda kurulacak Cumhuriyetin ilk sosyal ve siyasal sözleşmesi niteliğindedir. Bunlardan 20-22 Ekim 1919 tarihli protokolde vatan; “Türk ve Kürtlerin oturdukları topraklar” (ortak vatan) olarak açıkça tanımlanmıştır. Ayrıca devamla; “Kürtlerin etnik ve sosyal haklar bakımından da destekleneceği” vurgulanmıştır. Mustafa Kemal, Amasya’dan Ankara’ya geçer. Ankara’da yaptığı bir konuşmasında “Silah bırakışmasının (Mondros Mütarekkesinin) yapıldığı gün ordularımız eylemli olarak sınırlarımızda egemen bulunuyorlardı. Bu sınır İskenderun Körfezi güneyinden Antakya’dan, Halep ile Katma İstasyonu arasında Caraplun Köprüsü güneyinde Fırat Nehri’ne kavuşur. Oradan Dirzor’a iner; daha sonra Doğu’ya uzanarak Musul, Kerkük, Süleymaniye’yi içine alır. Bu sınır ordumuzca silahla savunulduğu gibi aynı zamanda Türk ve Kürtlerin oturduğu vatan parçamızı içerir.” demektedir. Mustafa Kemal’in bu konuşmasında tarif edilen ortak vatan sınırı 17 Şubat 1920 tarihinde Misak-ı Milli belgesi olarak onaylanmış ve basına açıklanmıştır. Misak-ı Milli’nin 1.maddesi bunu ifade etmektedir; “Dinen, ırken ve aslen birbirine bağlı, karşılıklı saygı ve özveri duyguları besleyen birbirlerinin ırksal ve toplumsal hakları ile bölgelerinin koşullarına tamamen saygılı, Osmanlı İslam çoğunluğunun oturduğu kısımların tamamı hakikaten ve hükmen hiçbir nedenle birbirlerinden ayrılma kabul etmez bir bütündür”. Meclis açılır açılmaz, Mustafa Kemal’in yaptığı önemli konuşmasında yine Misak-ı Milli için “kardeş milletlerin milli sınırı” ifadesini kullanmaktadır. Ardından; “Bu sınır içinde Türk olduğu kadar Kürt de vardır. Bu unsurlar birbirlerinin haklarına daima saygılıdır.” demektedir. Aynı görüşleri Meclis kürsüsünden 1 Mayıs 1920, 3 Temmuz 1920, 16 Ekim 1921 ve 1 Mart 1922 günü yaptığı konuşmalarda da tekrar etmiştir. 1’inci BMM’nin çoğulcu yapısını ve niteliğini Mustafa Kemal 1 Mayıs 1920 tarihli konuşmasında şöyle ifadelendirmektedir; “Yüce meclisimizi oluşturan şahsiyetler yalnız Türk değildir. Yalnız Çerkez değildir, yalnız Laz değildir. Fakat hepsinin bileşkesi anasır-ı İslamdır, samimi bir mecmuadır...İşte milli sınırlarımız budur dedik; oysa Kerkük’ün kuzeyinde Türk olduğu gibi Kürt de vardır. Biz onları ayırmadık. Bu nedenle korumaya ve savunmaya çalıştığımız milletler doğal olarak bir tek unsurdan ibaret değildir. Farklı İslam unsurlarından oluşmaktadır. Bu birliği oluşturan her İslam unsuru bizim kardeşimiz ve ortak çıkarlara sahip vatandaşlarımızdır. Ve yine kabul ettiğimiz ilkelerin ilk satırlarında bu farklı İslam unsurları ki, vatandaştırlar, karşılıklı saygılıdırlar ve biri diğerinin her türlü hakkına; etnik, toplumsal, coğrafi haklarına daima saygılı olduğunu tekrarladık ve doğruladık ve hep birlikte bugün samimiyetle kabul ettik. Bu nedenle çıkarlarımız ortaktır. Elde etmeye çalıştığımız birlik, yalnız Türk, yalnız Çerkez değil, hepsinin karışımı İslam unsurudur”. Bunun da ötesinde Mustafa Kemal o dönem Meclis çatısı altında Kürt realitesini anayasal perspektifle ele almıştır ki, günümüze kadar gelen Kürt sorununun temelinde bu esastan uzaklaşma yatmaktadır. Ve bugün Kürt sorunu tartışılırken çözüm için esas alınması gereken de yine bu tarihsel temel olmalıdır. Mustafa Kemal bu süreçte BMM Başkanı sıfatıyla, 27 Haziran 1920’de El Cezire Bölge Komutanı Nihat Paşa’ya gönderdiği Kürt ve Kürdistan politikasını belirleyen talimatında, hem Kürtler’i-Kürdistan’ı tanıması hem sorunların BMM çatısı altında, kendi kaderini idarede tayin etmesi gerektiğini söylemesi, bugün bile yasallaşması istenen yerel yönetim olayıdır. Bir nevi demokratik öz yönetim olayıdır. Söz konusu talimat; Cumhuriyetin kuruluşunda Kürtlerin rolünü çok açık olarak ortaya koymaktadır. Buna göre; 1-Adım adım bütün memlekette ve geniş ölçüde doğrudan doğruya halk tabakalarının ilgili ve etkili olduğu mahalli idareler kurulması, iç siyasetimizin gereğidir. Kürtlerin oturduğu bölgelerde ise hem iç siyasetimiz ve hem dış siyasetimiz açısından adım adım mahalli bir idare kurulmasını gerekli bulmaktayız.
2-Milletlerin kendi kaderlerini kendilerinin idare etmeleri hakkı bütün dünyada kabul olunmuş bir prensiptir. Biz de bu prensibi kabul etmişizdir. Tahmin olunduğuna göre, Kürtlerin bu zamana kadar mahalli idareye ait teşkilatlarını tamamlamış reisleri ve ileri gelenleri bu amaç adına bizim adımıza tarafımızdan kazanılmış olması ve reylerini açıkladıkları zaman kendi kaderlerine sahip olduklarını, BMM idaresinde yaşamaya talip olduklarını ilan etmelidir. Kürdistan’da bütün çalışmanın bu amaca dayanan siyasete yönelmesi, El Cezire Cephesi Komutanlığı’na aittir.
3-Kürdistan’da Kürtlerin Fransızlar ve özellikle Irak sınırında İngilizlere karşı düşmanlığını silahlı çarpışmayla değiştirilemeyecek bir dereceye vardırmak ve yabancılarla Kürtlerin birleşmesine engel olmak, adım adım mahalli idareler kurulması sebeplerinin açıklanması ve böylece bize yürekten bağlanmalarını sağlamak, Kürt reislerini mülki ve askeri makamlarla görevlendirerek bize bağlanmalarını sağlamlaştırmak gibi genel çizgiler kabul olunmuştur. Bu temelde Kürtler, Mustafa Kemal’in politikalarını çıkarlarına daha yakın bulmuşlardır. Nitekim bu birliktelik, anayasal belge niteliğindeki 18 Kasım 1920 tarihli BMM Beyannamesi’nde geçen “Türkiye Halkı” kavramında ifadesini bulmuştur. Bu Kürtlerin sosyal, siyasal, coğrafi hukukunu ve kendi kaderini tayin etme hakkını tanıyarak sistem içine alan kapsayıcı anlayış, daha sonra 1921 Anayasası’na da egemen olacaktır. Mustafa Kemal, 1 Mart 1921 Teşkilat-ı Esasiye(Anayasa) görüşmeleri sırasında BMM’de yaptığı konuşmada “Türkiye Halkı” kavramına ilişkin olarak; “Efendiler, TÜRKİYE HALKI ırken ve dinen ve harsen birlik halinde birbirine karşı karşılıklı saygı ve fedakarlık duygularıyla dolu ve kaderleri ve çıkarları ortak olan bir SOSYAL TOPLULUKTUR. Bu toplulukta etnik haklar ve yöresel koşullara saygı iç siyasetimizin esaslı noktalarındandır.” belirlemesiyle “Türkiye halkı” kavramına açıklık getirmiştir. Bu temel üzerinde şekillenen devlet de 1921 anayasasına göre “Türkiye Devleti” olacaktır. Burada “Türk”, “Kürt”, “Çerkez” vb. etnisite ifade etmeyen, fakat bu etnisiteleri de reddetmeden ve hukukunu tanıyarak “sosyal topluluk” gibi sosyoloji bilimi, “Türkiye Halkı”, “Türkiye Devleti” gibi siyaset bilimi kavramları altında siyasal birliğe gidilmiştir. 1921 Anayasası’nın 3.maddesi; “Türkiye devleti, BMM tarafından idare olunur” hükmüyle toplumun çoğulcu yapısını bağrında taşıyan BMM’ne yollama yapılmaktadır. Çünkü BMM’yi oluşturan temsilciler kendi kimlikleriyle (Kürdistan milletvekili, Lazistan milletvekili gibi) mecliste yer almışlardır. Meclis çatısı altında bir inkar olmadığı gibi tersine bu meclisin yalnız Türk meclisi olmadığı özenle vurgulanmıştır. “Türkiye Devleti” ibaresi ise, etnik kökeni, dili ve kültürü ne olursa olsun, belirli bir siyasal coğrafya (Misak-ı Milli sınırları) dahilinde yaşayan insanların siyasal birliğinin en üst noktası olarak, yeni devleti bütün kucaklayıcılığıyla ifade etmek içindir. Hatta BMM İcra Vekilleri Heyeti’yle Encümen-i Mahsus’un anayasa lahiyalarında “Türkiye Halk Hükümeti” adıyla çok daha çarpıcı bir isimlendirme yapılmıştır. Anayasanın 1.maddesi, bu birliğin demokratik niteliğini ifade etmektedir. “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir”, “Halkın, mukedaratını bizzat ve bilfiil idare etmesi” gibi esasları içeren 1.madde’de “Türk milleti” denilmemektedir. Tek başına sadece “millet” kavramı kullanılmaktadır ki bu kavram etnisiteyi ifade etmez, tersine siyasal egemenliğin kaynağına vurgu yapmak için kullanılmıştır. Bu kaynak da “Türkiye Halkı”dır. Türkiye halkı da seçtiği temsilcilerinin oluşturduğu çoğulcu BMM çatısı altında “Türkiye Devleti”ni idare edecektir. Bu anayasa da “Yüce Türk Devleti” “Kutsal Türk Devleti” gibi milliyetçi ibareler kullanılmamış, tersine, devlet yönetimi, kaynağını halktan alan idari bir yetki olarak düzenlenmiştir. Yeni devlet yapılanması, idare yetkisini halktan alan BMM’i yanında kendi kendini idare veya öz yönetime sahip vilayet şuralarına (m.3,11) da geniş özerklik tanıyarak yerinden yönetimi geliştirmiş, taban inisiyatifini merkezileşmeye tercih etmiştir. Böylece Türkiye Halkı 1921 anayasa sistemi çerçevesinde genel anlamda BMM’i üyelerini seçerek, özel anlamda ise yerel yönetimlere tanınan geniş özerklik ilkesi gereğince Vilayet (m.11) ve Nahiye (m16) Şuraları eliyle kendi kendini yönetme olanağına kavuşmuştur. Devlet ise 1921 Anayasası sisteminde yalnızca iç ve dış siyaset, din, adliye, ordu ile ilgili genel konular ve uluslar arası ekonomik ilişkiler gibi merkezi yetkilere sınırlı düzeyde sahiptir. Geriye kalan eğitim, sağlık, vakıflar, medreseler, ekonomi, tarım, bayındırlık, sosyal yardımlaşma gibi işlerin düzenlenmesi ve yürütülmesi “Vilayet Şuraları”nın yetkisine bırakılmıştır. Daha küçük yönetim birimi olan Nahiye’lerde ise, “yerel işlerin merkeze danışılmadan yürütülmesi” gibi tam bir yetki ve inisiyatif söz konusudur. “yerel özerklik” anayasanın siyasal ve hukuki alanında “parlamentonun üstünlüğü” ilkesinden sonra gelen üçüncü temel anayasal ilkedir. 24 maddelik anayasanın 14 maddesini, yani yarıdan fazlasını taşranın öz yönetimine, özellikle de yerinden yönetim ve yerel yönetim ilkesine ayrılması (m.11-23 arası) bunu çarpıcı biçimde göstermektedir. Buna yerel katılım veya yerel demokrasi adını vermek yanlış olmaz. Bu konuda II.BMM seçimleri sırasında, 16-17 Ocak 1923’te İzmit Basın Konferansı’nda Mustafa Kemal, Vakit Başyazarı Ahmet Emin (Yalman)’ın sorduğu soru üzerine Kürtlerle ilgili şu cevabı vermiştir: “Kürt meselesi; bizim yerli Türklerin menfaatine olarak da katiyen mevzubahis olamaz. Çünkü malumu aliniz bizim milli sınırlarımız içinde bulunan Kürtler öylesine yerleşmişler ki, pek az sınırlı yerlerde yoğundurlar. Fakat yoğunlukları kaybede ede, Türk öğenin içine gire gire, öyle bir sınır oluşmuş ki, Kürtlük adına bir sınır çizmek istesek, Türkiye’yi mahfetmek gerekir. Sözgelişi, Erzurum’a kadar giden bir sınır aramak gerekir. Ve hatta Konya çöllerindeki Kürt aşiretlerini de gözden uzak tutmamak gerekir. Dolayısıyla başlı başına bir Kürtlük tasavvur etmektense, BİZİM ANAYASA (1921 Anayasası kastediliyor) gereğince zaten bir tür yerel özerklikler oluşacaktır. O halde hangi ilin halkı Kürt ise onlar kendilerini özerk olarak idare edeceklerdir. Bundan başka Türkiye’nin halkı sözkonusu olurken onları da birlikte ifade etmek gerekir. İfade olunmadıkları zaman, bundan kendilerine ait mesele çıkarmaları daima beklenir. Şimdi BMM, hem Kürtler’in ve hem de Türklerin yetkili vekillerinden oluşur. Ve hem Kürtler ve hem Türkler, bu iki unsur, bütün menfaatlerini ve kaderlerini birleştirmişlerdir. Ayrı bir sınır çizmeye kalkmak doğru olmaz”. Söz konusu olan demokratik içerikte ve siyasal birlik anlamında bir üniterliktir. Yani tüm toplum kesimlerinin kendi kimliği ve rengiyle temsilini bulduğu genel yönetim olan BMM; “Türkiye halkı” adına “Türkiye Devleti”nin meclisidir. Ve bu meclis çatısı altında inkar, milliyetçilik, ırkçılık, ayrımcılık nüveleri olsa da egemen anlayış demokratik siyasal-anayasal birliktir. Tüm elverişsiz koşullara rağmen -ki o dönemde demokrasinin nesnel ve öznel koşulları içte ve dışta yeterince olgunlaşmamıştı- egemen olan ve hayata geçirilmeye çalışılan zihniyet, “demokrasi sistemiyle yönetilmesi arzulanan cumhuriyet”tir. Öyle ki “üniter-devlet” kavramını siyasal-kültürel çoğulculuğu reddeden bir kavram olarak kullanan bugünün anlayışı o dönemde söz konusu değildir. Tersine Kürtler, “Türkiye Devleti” yapılanması içinde kimliğiyle-kültürüyle temsilini bulmuştur. (Bugünkü anlayış ise tersine Kürtler yararlanmasın diye yerel yönetim yasasını dahi demokratikleştirmekten kaçınmaktadır) Bundan dolayı 23 Temmuz 1923 tarihli Lozan anlaşması, 1921 Anayasasından kopuk ele alınamaz. Hatta bu anayasanın bir devamı ve tamamlayıcı parçasıdır. Çünkü bu anayasa gereği genelde Meclis’te kendi kimliğiyle siyasal temsiline, özelde de yerel özerklikle kendi özyönetimine sahip olan Kürtlerin emperyalist devletlerce bir baskı kozu olarak kullanılmasının zemini kalmamış ve bu anayasa temeli üzerinden Kürt milletvekillerinin Lozan’a çektiği telgraflarla heyetin Kürtleri de temsil ettiği vurgulanmıştır. 1921 Anayasası’nın Kürtlere sosyal ve siyasal çoğulculuk anlamında vilayet ve nahiye şuralarında özerklik hakkı çerçevesinde özyönetim ve BMM’de kendi siyasal kimliğiyle temsil edilme olanağını sağlayan sistemine Lozan anlaşması’yla negatif ve pozitif kültürel haklar da eklenmiştir. Lozan anlaşması Kanuni Esasinin ilerisine giderek gayr-i müslüm azınlıklar için “Azınlıkların Korunması” başlıklı Kesim III bölümü’nde pozitif hak ve güvenceler öngörmüştür. “Müslüman azınlıklar” kavramı ise, tartışmalarda dile gelse de Lozan anlaşma metninde yer almamıştır. Lozan heyeti, bu konuda Müslüman azınlıklar kavramı içinde yer alan Kürtlerin, Çerkezlerin, Lazların vs. Türklerle birlikte kaderlerini birleştirdiğini, Türkiye Hükümeti’nin bunları da temsil ettiğini, yönetimde, Mecliste, her alanda eşit haklara sahip olduklarını, bu nedenle azınlık olarak gösterilmelerine gerek olmadığı tezini savunmuştur. <I>Kürt milletvekilleri de kendi kimlikleri ve hatta kıyafetleri ile Meclis’te yaptıkları konuşmalar ve Lozan’a gönderdikleri telgraflarda Misak-ı Milli’ye, Kurtuluş savaşındaki beraberliğe, 1921 anayasasının öngördüğü yerel yönetimlerde özerklik ve Meclis’te Kürdistan milletvekili sıfatıyla Kürtleri de temsil ettikleri sistemin devam edeceğine güvenerek, azınlık değil, her alanda beraber ve eşit olduklarına vurgu yaparak, eşit ortaklık statüsünden daha geri bir durumu ifade eden “azınlık” statüsünde ele alınmalarına karşı çıkmışlardır.</I> Bu nedenle, içinde Kürtlerin de yer aldığı “müslüman azınlıklar” kavramı Lozan metnine geçmemiştir. Bununla birlikte, Lozan Anlaşması’nın negatif hak getiren özel alanla ilgili düzenlemesine göre; ”herhangi bir Türk uyruğunun gerek özel gerekse ticaret ilişkilerinde, din, basın ya da her çeşit yayın konularıyla açık toplantılarında, dilediği bir dili kullanmasına karşı hiçbir kısıtlama konulamayacaktır” (m.39/4). Bu madde, insan haklarının büyük önem kazandığı 2000’lerde Türkiye için önemli bir maddedir, çünkü ana dil hakkı açısından hiç uygulanmamıştır. Madde de, yoruma gerek duyulmayacak kadar açık bir anlatımla; Türkiye’de herhangi bir Türk uyruğunun, herhangi bir dili, herhangi bir yerde serbestçe kullanması olanağı getirilmekte ve “buna karşı hiçbir kısıtlama konulmayacaktır” denilerek hüküm güçlendirilmektedir. Fıkra incelendiğinde, resmi daireler hariç, akla gelebilecek her yerin sayılmış olduğu görülür. Ve bunların arasında “her çeşit yayın konuları” da bulunmaktadır. Dolayısıyla bugün Türkiye’de radyo-tv’lerde Türkçe’den başka bir dilin kullanılıp kullanılmayacağı hususunun tartışılması, bu fıkranın açık hükmü karşısında anlamsız kalmaktadır (Baskın Oran, Türk Dış Politikası Cilt I). Resmi alanda pozitif hak getiren düzenleme ise, mahkemelerde kendi ana diliyle savunma yapma hakkına ilişkin olanıdır. Buna göre; “Devletin resmi dili bulunmasına rağmen, Türkçe’den başka bir dil konuşan Türk uyruklarına, mahkemelerde kendi dillerini sözlü olarak kullanabilmeleri bakımından uygun düşen kolaylıklar sağlanacaktır”(m.39/5). Bu düzenlemeler, anlaşmanın siyasi hükümler kesimiyle birlikte alındığında, Türkçe’den başka bir dil konuşan vatandaşların, dile bağlı mevcut pozitif haklarını garanti altına alma yanında, bunların korunması ve ilerletilmesi yükümlülüğünü de Hükümet’e yükleyerek ileriye doğru geliştirilmesinin de yolunu açmaktadır. Kaldı ki, anlaşmanın siyasi hükümler kesiminin (m37-45) 37’nci maddesine göre; “Türkiye, 38. maddeden 44.maddeye kadar olan maddelerin kapsadığı hükümlerin temel yasalar olarak tanınmasını ve hiçbir kanunun, hiçbir yönetmeliğin, hiçbir resmi işlemin bu hükümlere aykırı ya da bunlarla çelişir olmamasını ve hiçbir kanun, hiçbir yönetmelik ve hiçbir resmi işlemin söz konusu hükümlerden üstün sayılmamasını yükümlenir” denilmektedir. Ne var ki, Türkiye devleti, Lozan’dan sonra özellikle Kürtler söz konu su olduğunda yasa, anayasa, kararnamelerle ve bir çok resmi işlemle söz konusu hükümleri ihlal edecektir. Örneğin 1924 Anayasası ve ardından çıkarılan yasalarla bu ülkede Kürtçe konuşmak, yazmak, yayınlamak yasaklanmıştır. Yine 1930’larda kasaba ve kentlerde konuşulan Kürtçe kelime başına para cezası alınmıştır. C-1924 Anayasası ve Kürtler 20 Nisan 1924 tarih ve 491 Sayılı Yasa ile hem Kanun-i Esasi hem de 1921 Anayasası tamamen yürürlükten kaldırılarak yeni bir anayasa, 1924 Anayasası yapılmıştır. Bu anayasa ile vilayet ve nahiye şuralarının özerkliği kaldırılmış, tam ve katı bir merkeziyetçiliğe geçilmiştir. Anayasa görüşmeleri sırasında bu merkeziyetçi anlayış şöyle dile getirilmiştir: “ademi merkeziyet(yerinden yönetim) usulüne gidilmemiştir. Türk devletinin bir merkezi vardır. Bunlar merkezden idare olunur”. Böylece 1921 Anayasası’nın demokrasiyi esas alan sisteminin bir ayağı olan ve farklı dil veya halkların (Kürt, Çerkez, Laz) kendi kaderini tayin hakkını özyönetim temelinde çözen vilayet ve nahiye eksenli özerk yerinden yönetim sistemi kaldırılmıştır. Yine 1924 Anayasası’nın genel gerekçesinde: “Devletimiz milli bir devlettir. Çok milletli bir devlet değildir. Devlet, Türk’ten başka bir millet tanımaz” anlayışıyla da toplumsal çoğulculuk, kültürel çeşitlilik ve farklılıklar yadsınmıştır. Bunun doğal sonucu, Türkler dışında kalan diğer farklı kimliklerin Laz, Çerkez veya Kürtlerin artık kendi kimlikleriyle Mecliste siyasal temsilinin olamayacağıdır. Anayasa’nın öngördüğü bu devlet yapılanması, hem sosyal gerçekliğe –Türkiye toplumunun çoğulcu yapısına Türk, Kürt, Laz, Çerkez “Türkiye halkı”- hem de siyasal gerçekliğe –cumhuriyeti kuran halkların siyasal birliğini ifade eden “Türkiye Devleti” yapılanmasına- yabancılaşmış bir devlet yaratmıştır. Bu devlet, Fransa’nın 19. yüzyılda uyguladığı çoğulcu yapıyı yadsıyan türdeş ulus-devletinin ırkçılığa-faşizme dönüşen versiyonu olarak Mussoluni ve Hitler’ce uygulamaya konan totaliter devlet modelinden esinlenmiştir. Yine 1924 Anayasası’yla, “Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı” yerine tek tip yurttaşlık, “Türk vatandaşlığı” getirilerek demokrasinin temel kuralı çiğnenmiştir (m.88). Maddeye, “Türk” kavramının hukuki bağı ifade ettiği şeklinde zorlama bir açıklama eklense de, bu açıklama özünde etnisiteyi, tek tip yurttaşlığı ve Türkleştirmeyi ifade eden bu kavramlaştırmaya hukukilik kazandıramaz. Hukuki tanım tersine, etnisiteyi içermez. Devletin adı Türkiye Cumhuriyeti ise vatandaşlığı da Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı olmalıdır. Tüm anayasalar hukuki tanımlamayı böyle bir diyalektikle ele almaktadır. 1924 Anayasası’nda “Devletimiz milli bir devlettir. Çok milletli bir devlet değildir. Devlet, Türk’ten başka bir millet tanımaz” denmektedir. Yine bu düzenlemelerin ana amacını dönemin Başbakanı İsmet İnönü, 29 Nisan 1925 tarihli “Vakit” gazetesinde şöyle açıklamaktadır: “Vazifemiz Türk vatanının içinde bulunanları bemahal Türk yapmaktır. Türkler’e ve Türklü’ğe muhalefet edecek anasır-ı kesip atacağız, vatana hizmet edeceklerden arayacağımız esas, her şeyden evvel Türk ve Türkçü olmasıdır”. Aynı paralelde Anayasa, özü gereği evrensel olan insan hak ve özgürlüklerini bile Türkleştirebilmiştir. Anayasa’nın bu konuyla ilgili bölümünün başlığı da zaten “Türklerin Hukuku Ammesi” diye başlar. Bu baptaki maddelerin hemen hemen hepsinde hak sahipleri “her Türk” ya da “Türkler” biçiminde belirlenmiştir. Hukuk tekniğine tamamen aykırı olan bu kavramlaştırmalara göre, Türk olmayanların bu anayasaya göre bir tek görevi vardır; Türkleşmek. Dönemin Milli Eğitim Bakanı Mahmut Esat Bozkurt’tun “Bu ülkede Türk olmayanların bir tek hakkı vardır, Türklere kölelik yapma hakkı” sözleri, 1924 Anayasasının Türkleştirilmiş insan hakları anlayışını özetlemektedir. Bunun sonucu ise Kürtlerin tenkil, tedip, mecburi iskan, Takrir-i Sükun, İstiklal Mahkemeleri, Tunceli Kanunu vb. gibi her türden baskı ve asimilasyon sürecinin devlet eliyle başlatılması olmuştur. Eğitim kurumlarında ve sosyal yaşamda “Vatandaş Türkçe Konuş” dayatmaları, Kürtçe konuşana ceza veren yasaların öngörülmesi, nüfus kayıtlarına Kürtçe isim yazılmasının yasaklanması, Kürtçe köy, ilçe, şehir, belde isimlerinin kaldırılarak yerlerine Türkçe isimler verilmesi vb. hızlı bir asimilasyon (Türkleştirme) uygulamasına geçilmiştir. Tek bir dil veya tek bir ırkın üstünlüğünü sağlamak için devlet gücüne başvurma politikasını formüle eden CHF tüzüğü, bu politikayı 1937 yılına kadar fiili tek parti iktidarıyla özellikle Kürtlere uygulamış, 1937 Anayasa değişikliğiyle de bu politika ve uygulamaları resmen anayasallaştırmıştır (m.2). Zaten gerek 1937 Anayasa değişiklikleriyle anayasallaştırılan Cumhuriyet Halk Fırkası’nın program ve tüzüğünde yer alan altı ilke (cumhuriyetçilik, milliyetçilik, devletçilik, laiklik, halkçılık ve inkılapçılık) arasında olsun gerekse de bir bütün olarak 1924 Anayasası sistemi içinde olsun demokrasiye kelime olarak bile yer verilmemiştir. Oysa yapılması gereken Cumhuriyet’i ve onun ortak vatan gerçeğini tartışmasız kavramak, kabul etmek, onun için de Atatürk kişiliği de dahil toplumsal sorunların daha demokratik çözümünü TBMM’de tartışarak, aynı Cumhuriyet, Misak-ı Milli esaslarına bağlı ama daha demokratlaştıran çözümlerle bunu bir çok toplumsal birime taşıran cumhuriyet devrimciliğini, demokratik evrimlerle ilerleterek Demokratik Cumhuriyet’e götürmekti.
D-1961 Anayasası ve Kürtler 1961 Anayasası “kuvvetler ayrılığı”, “yargı bağımsızlığı”, “özerk kurumlaşmalar”, “genişletilmiş hak ve özgürlükler” ve bunların güvencesi olarak Anayasa Mahkemesi ve İki Meclisli sistemi öngörmüştür. Ayrıca bu gelişmelerle demokrasi, hukuk devleti, hukukun üstünlüğü gibi çağdaş kavramlar da toplum gündemine girmiştir. Yine siyasal mücadele ve siyasal partiler anayasa kapsamına alınarak hukukileştirilmiş, temel hak ve özgürlükler(birinci ve ikinci kuşak) “herkes” için öngörülmüştür. Böylece hem devlet yapılanması hem de içerik bakımından 1961 Anayasası çağdaş anayasacılığa en yakın anayasa olmuştur. Ancak, kaynağını 1924 Anayasasında alan şöven ulusçuluk ideolojisinin, anayasa tartışmaları sırasında anayasa dışı bırakılamaması veya bu anayasanın türdeş ulus yaratma amacına dönük resmi ideolojiden arındırılamaması onun zayıf noktası olmuştur. 1961 Anayasası’nın Kurucu Meclis’te 4.Maddesi konuşulurken, milliyetçilikle ilgili çok önemli tartışmalar yaşanmıştır. Kurucu Meclis üyelerinden Prof.Necip Bilge, “Egemenlik kayıtsız şartsız Türk milletinindir” düzenlemesinin “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” biçiminde değiştirilmesini teklif ettiğinde, bir başka üye; “...Yalnız burada Türk kelimesi üzerinde ısrarla duracağım. Türk kelimesinin maddede kullanılmasında son derece veciz bir mana vardır. Bu itibarla bu kelimeye dokunulmamalıdır” diyerek değişime karşı tutucu bir tavır içinde olmuştur. Yine anayasanın 2.maddesinde geçen “milliyetçilik” ilkesinin anayasaya girip girmemesi konusunda uzun tartışmalar olmuştur. Bazı üyeler, anayasalarda ideolojilere yer verilmemesi gerektiğini, bunun anayasa tekniğine aykırı olduğunu, ideolojilerin yerinin siyasi parti programları olacağını haklı olarak söylemelerine rağmen, 1924 Anayasasına damgasını vuran hastalığın yeni anayasaya da taşınmasına engel olunamamıştır. Dönemin Devlet Başkanı ve Başbakanı Cemal Gürsel’in benzer bir müdahalesiyle tartışma sonuçlanır; “Bugün Kürtçülükle yaptığımız mücadeleyi biliyorsunuz. Biz milliyetçiliği kaldırıyoruz desek, bize mi dönecekler?...Evvela milletimizi Türk milleti haline getirelim. Ben asla bu kelimenin anayasadan kalkmasına taraftar değilim. Türkiye Türk olmalıdır. Anayasadan bu tabir kalkmamalıdır”. Ardından bu görüşte olmayan Prof.Dr.Tarık Zafer Tunaya ile İsmet Giritli’nin bu nedenle Anayasa Komisyonu Üyesi görevine son verilmiştir. Bununla da yetinilmeyerek, kamuoyunda 147’ler olarak bilinen ve tanınan çeşitli üniversitelerdeki demokrat öğretim üyelerinin görevlerine son verilmiştir ki bu öğretim görevlileri eşitlik ilkesinin dil bakımından uygulanması gerektiğini savunmuşlardır. Bu durum veya yaklaşım 1961 Anayasasının handikapı olarak onun sağlıklı bir demokratik anayasa olmasını veya bu anayasanın demokrasiye evrilmesini daha başından önlemiştir. Bir kere anayasa, tek bir millete dayalı milliyetçi ideolojiyi benimsediğinde farklı dil ve kültürleri olan toplumsal gruplar da bu anayasanın kendilerini ifade etmeyeceğini düşünerek karşı milliyetçiliğe yönelebilmektedir. Ancak 1961 Anayasasına egemen resmi ideolojiye karşı Kürtlerin refleksi ayrılıkçı ve milliyetçi hareketlere yönelmekten çok, dolaylı olarak Anayasanın sağladığı olanakları değerlendirerek anayasanın demokratikleşmesi için mücadele etme biçiminde olmuştur. Bunu da, programına Kürt sorununu anayasal vatandaşlık temelinde çözme hedefini koyan Türkiye İşçi Partisi (TİP)’ni desteklemek şeklinde göstermişlerdir. Ancak anayasadan arındırılamayan ve bir kere Türk milliyetçiliğini anayasanın resmi ideolojisi olarak kabul eden devlet yapılanması, Kürtlerin bu kendini dolaylı olarak da olsa ifade etme mücadelesini tehlikeli görerek TİP’ni kapattırmıştır. Anayasa Mahkemesi’nin bunu kapatma nedeni saymasının temelinde Kürt halkının anayasal vatandaşlık haklarını kullanmak istemesi ve diğer tüm demokratik özlemlerini gerçekleştirmek uğrundaki mücadelesinin giderek büyüyerek anayasaya içkin olan ırkçı-milliyetçi şoven ideolojiyi zorlaması olmuştur. Bu gelişmeyi bastırmak için parti “bölücülük” gerekçesiyle kapatılmıştır. Adalet Partisi’nin “bu anayasa bol geliyor” söylemiyle ordunun “toplumsal gelişmeler ekonomik gelişmeyi aşıyor” söylemi örtüşerek; başta 1961 Anayasasının özgürlükçü ve sınırlı da olsa demokrasiye açık yönü olmak üzere, gelişen demokratik muhalefet hedef gösterilerek, 1971 askeri darbesinin gerekçeleri oluşturulmuştur. Bu temel üzerinde gerçekleştirilen 1971 askeri darbesi ile 1961 Anayasasının zaten sınırlı olan demokratik olanakları ortadan kaldırılmış, özgürlükler önemli oranda tırpanlanmıştır. Yapılan değişiklikle anayasanın 11.maddesine, “Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü” ileri sürülerek “Her türden insan hak ve özgürlüklerinin sınırlandırılabileceği” hükmü getirilmiştir. Bunun sonucu, adım adım özgürlüklerin daha fazla sınırlandırılması, işlemez hale getirilmesi, hatta ortadan kaldırılması olmuştur ki, bu aynı zamanda, farklı olana veya “öteki”ne özgürlük tanımayanının kendi özgürlüğünü de yitireceği anlamına gelmektedir.
E-1982 Anayasası ve Kürtler Darbe zoruyla topluma dayatılan 82 Anayasası; demokrasi ve özgürlükleri düşman gören totaliter-militarist bir anlayışla kaleme alınmış, Meclisin üstünlüğü ilkesi yerine MGK’nin üstünlüğü ilkesini geçirmiş, yargı bağımsızlığını ortadan kaldırarak, hukukun üstünlüğüne dayanması gereken Yargı’yı ve hukuku amaç olmaktan çıkarıp yürütmeye ve egemen ideolojiye bağlı bir araç haline getirmiştir. Özgürlüklerin güvencesi kuvvetler ayrılığı ilkesi yerine, kuvvetler birliği biçiminde “kutsal devlet” yapılanmasını getirerek; bu “kutsal”a üç kuşak insan hak ve özgürlüklerini kurban etmiştir. Siyasal partileri, sivil-toplum örgütleri ve toplum ve bireyleri “bu anayasa”ya egemen kılınan resmi ideoloji çerçevesi içinde tek tip düşünme ve davranmaya zorlamış, ideolojik çoğulculuk ve dil yasağına dek varan toplumsal çoğulculuğu yadsımış, ve bir bütün olarak demokrasiyi rafa kaldırmıştır. Anayasa’nın 2 ve 4.maddelerinde değişmezliği ilan edilen “cumhuriyetin nitelikleri” şöyle açıklanmaktadır: “Türkiye Cumhuriyeti... insan haklarına saygılı,…başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan” bir devlettir. Bir başka deyişle bu devlet insan hakları, demokrasi ve hukukun üstünlüğü’ne değil, “Başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanacak” tır. Bunun anlamı devletin, demokrasi, insan hakları ve hukukun üstünlüğünden önce başka amaçlar için varolduğudur. O amaçta, başlangıç ilkelerinde ifadesini bulan ideolojik, siyasal, toplumsal ve kültürel çoğulculuğu yadsıyan türdeş(homojen) bir ulus-devletin yaratılması amacıdır. Bu amaç 19.yüzyıl Fransa’sında farklı dil ve kültürleri Fransızlaştırma için kullanılan türdeş ulus-devlet projesinden esinlenmiş olup, çağdaş demokrasiye, üç kuşak temelindeki evrensel insan haklarına ve hukukun üstünlüğünün egemen olduğu çağımız değerlerine aykırılığı nedeniyle çoktan terkedilmiş, Türkiye dışında bu yapılanmada ısrar eden hemen hemen hiçbir ülke anayasası kalmamıştır. 1982 Anayasasında; a-“insan haklarına saygı” ibaresi bu anlayışın bir ürünüdür. Buna göre devlet, “insan haklarına dayanan” bir devlet değil, “insan haklarına saygılı” bir devlettir. Bunun anlamı, insan haklarının bu ideoloji ile uyumlu olabilecek düzeyiyle tanındığı, bu ideoloji ile çelişen evrensel ölçülerin kabul göremeyeceğidir. Nitekim Anayasa Mahkemesi bir kararında, “burada sözü edilen demokratik toplum düzeniyle hiç kuşkusuz Anayasamızda gösterilen hürriyetçi demokrasi ve bunun icaplarıyla belirlenen hukuk düzeninin kastedildiğinde duraksamaya yer yoktur”(E.1985/21,K.1986/27) içtihadında bulunmuştur. Yanı sıra anayasaca Türkçe’den başka dillerde eğitim yapılması yasaklanarak(m.42) bu durum daha da pekiştirilmiştir. 1982 Anayasası’nın devleti, birey ve toplumdan güvenliklerinin sağlanmasının karşılığı olarak özgürlüklerini bütünüyle devlete devretmesini veya devlet otoritesine bağlanarak ancak devletin izin verdiği kadar özgürlük ve demokrasiyle yetinmesini öngörmektedir. Bu anlayışa göre özgürlük ve demokrasinin ilerletilmesi, milli güvenliği veya devletin güvenliğini tehdit edeceğinden, sınırlanması gerekmektedir. 06.09.1990 tarihli Kopenhag Kriterleri Belgesinde “Demokrasilerde halk devlet için değil, devlet halk içindir” denmektedir. Oysa 1982 Anayasası düzenlemesinde devletin güvenliği, birey ve toplumun güvenliğinin; devletin çıkarları, birey ve toplumun çıkarlarının önüne geçmiştir. “birey için devlet” değil “devlet için birey” anlayışı egemen kılınmıştır. Sonuçta bu anlayış, temel hak ve özgürlüklere aşırı kısıtlamalar getirerek “güçlü devlet” karşısında bir tehdit olarak gördüğü özgür birey ve toplumu hareketsiz kılmış ve onları otoriter bir resmi ideoloji çerçevesinde vesayet altına almıştır. Bu çarpık anlayış, uygulamada, Devletin anayasal gücünün dahi yeterli görülmemesine yol açmış ve bu da karanlık güç odaklarıyla ilişkiler kurulmasına, onların korunmasına ve bireysel suçlarına göz yumulmasına neden olmuştur.
b-Yine Anayasa’nın “Başlangıç” kısmında yer alan “egemenliği millet adına kullanmaya yetkili kılınan hiçbir kişi veya kuruluşun bu anayasa’da gösterilen hürriyetçi demokrasi ve bunun icaplarıyla belirlenmiş hukuk düzeninin dışına çıkamayacağı”(par.5). ifadeleriyle TBMM ve Anayasa Mahkemesi’nin bile “bu anayasa”nın belirlediği hukuk düzeninin dışında bir değişime yönelemeyeceğini belirtmektedir. c-Yine “bu anayasa” Meclisin iradesinin de üzerinde değişmez ve ebedi ilkeler öngörmüştür. Örneğin Başlangıç bölümünde geçen “egemenlik kayıtsız-şartsız Türk milletine aittir” ibaresi; milliyetçilik ve etnik bağnazlıktan uzak daha demokratik olan “egemenlik kayıtsız şartsız toplumundur” şeklinde sosyolojik temelde bir değişime uğratılamaz. d-Aynı şekilde Anayasa’nın 4.maddesinin yollamasıyla “değiştirilemez ve değiştirilmesi dahi teklif edilemeyen” bir düzenleme de Anayasa’nın 3.maddesinde geçen “Devletin dili Türkçe’dir” hükmüdür. Açık ki bu düzenleme farklı dillerin resmiyette ikinci bir resmi dil olabilme ihtimalinin önüne geçmek için öngörülmüş bir “değişmezlik” tir. Burada sorun, Türkçe dışında toplumda konuşulan birçok (Lazca, Çerkezce, Kürtçe vd.) dilin ille de resmi dil yapılıp yapılmamasından öte TBMM’nin ve toplumun iradesine ipotek konulması ve demokratik bir zihniyetle asla bağdaşmayacak “değişmezliklere” ilişkindir. Bu anayasa, demokrasinin ve toplumsal gelişmenin bir gereği olarak Meclis’e veya ilgili farklı dilleri konuşan toplumsal yapılara bırakılması gereken bir konuyu bile ipotek altına alarak değişmezlik zırhına büründürmüştür. Oysa toplumsal hayat dinamik olduğu gibi anayasalar da dinamik ve değişkenliğe açık olmalıdır. Dini kitaplarda söz konusu olan tanrının kuralları bile toplumsal ve çağsal değişimlere göre dönüşümler yaşarken insanlar tarafından belirlenen kurallar nasıl değişmez ve değiştirilemez kılınabilir? Dolayısıyla anayasalara değişmez-dogmatik kurallar koymak -özellikle de bu dil gibi doğal canlı bir olguya ilişkinse- hiçbir şekilde demokrasiyle bağdaşmaz. Hukuki pozitivizmin en devletçi türünün bir örneği olan 1982 Anayasası, ideolojik devletin, toplumsal yaşamın her alanına müdahale etmesini mümkün ve meşru kılan bir metin olmuştur. Siyasal alanı Anayasa ideolojisine aykırı olan düşünce ve akımlara kapatan “bu Anayasa”, bunu bir yandan “siyasi partilerin uyacakları esaslar” başlığı altında getirdiği yasaklar, diğer yandan da özgürlükler rejimine getirdiği sınırlamalar aracılığıyla gerçekleştirmiştir. “Siyasi partilerin uyacakları esaslar”(m.69) başlığı altında; “Siyasi partiler, tüzük ve programları dışında faaliyette bulunamazlar; Anayasanın 14.maddesindeki sınırlamalar dışına çıkamazlar; çıkanlar temelli kapatılır”(m.69/1), Bu yasaklar karşısında, resmi ideolojinin sağ ve sol kanadında yer alan siyasi partiler dışında kalan ve/veya resmi ideolojinin sınırları dışına taşarak ciddi bir değişim programıyla yola çıkan partilere Türk Anayasa düzeninde yer yoktur (age). Siyasi partileri devletin ideolojik tercihleri doğrultusunda politika yapmaya zorlayan bu anlayış, Türkiye’de siyasal partilerin neden kurumsallaşamadığı ve buna bağlı olarak da farklı çıkarları neden temsil edemediklerini açıkça ortaya koymaktadır. Tüm bu belirlemeler orta yerde dururken, kişilerin taleplerini dile getirmelerinin ve örgütlemelerinin yolları -yani demokratik siyaset kanalları- yasalar eliyle bu kadar tıkanmışken, Kürtleri hak ve özgürlük mücadelesinin verileceği tek meşru yolun demokratik siyaset olması gerektiğine nasıl ikna edeceğiz. “Bu Anayasa”nın ideolojisiyle en çok çelişen ise, Kürt gerçekliğini programa almak olduğundan en çok parti kapatmada bu konuda olmuştur. Anayasa’nın 68-69 maddelerindeki siyasi parti yasaklarına paralel bir düzenlemeye giden Siyasi Partiler Yasası (SPY)’nın 89’ncu maddesine göre, siyasi partiler, Türkiye Cumhuriyeti ülkesi üzerinde, ulusal ya da dinsel kültür farklılıklarına ya da dil farklılıklarına dayanan “azınlıklar” bulunduğunu ileri süremeyecekleri gibi Türk dilinden ve kültüründen başka dil ve kültürleri korumak ya da geliştirmek ya da yaymak yoluyla “azınlıklar yaratarak” ulus bütünlüğünün bozulması amacını güdemezler. Oysa Türkiye’de toplumsal bir realite olarak farklı ulusal, dinsel, kültürlerle diller doğal olarak vardır, somut-maddi bir olgudur. Ve demokrasilerde siyasi partiler tam da bu her türden toplumsal çelişki(dil, din, milliyet gibi), ekonomik çelişki(sınıfsal sömürüden kaynaklanan), cins çelişkisi(kadının ezilmişliği), doğa ve çevre ile olan çelişkiler vb. gibi bir çok çelişkiyi çözme iddiasıyla program oluştururlar. Kürt sorunu da bu türden çelişkilerden biridir, asgari bir demokrasi sorunudur ve bu kadar toplumsal kesimi ilgilendiren bir konudur. Bunun tabu haline getirilmesi, görmezlikten gelinmesi mümkün değildir. Demokratik siyasetin özü de tamı tamına böyle bir sorunu görüp çözmektir. Bu anlayışın bir sonucu olarak, 1961 Anayasası sürecinde TİP ve TEP kapatılırken, 1982 Anayasası döneminde de 1991 yılında TBKP, 1992 yılında SP, 1993’te HEP, 1994 yılında ise ÖZDEP, DEP ve STP ve devam eden yıllarda HADEP kapatılmış ve DEHAP hakkında kapatılma davası açılmıştır. Tüm bu kapatmaların ortak noktası, bu partilerin Kürt sorununun demokratik çözümünü programlarına alarak bu toplumsal kesimlerin demokratik taleplerinin zemini olmasındandır. Bu partilerin kapatılmasına ilişkin Anayasa Mahkemesi kararlarına baktığımızda; “Türk ulusu dışında başka ulusların varlığının hukuken kabulünün egemenliğin bölüneceği anlamına geleceği”, “Kürt dili diye bir dilin olmadığı”, “Kürt dilini korumak, geliştirmek, örgütlemek” gibi bir ifadenin parti programına alınamayacağı”, “SPY’nın 81/b bendinin ‘kültürel tekliği’ içerdiği”, “her halükarda korunacak kültürün sadece tek ulusal kültür olan Türk kültürü olduğu”, “Kürt kökenli yurttaşların dillerini, gelenek ve göreneklerini özel yaşamında sürdürebileceği, ancak bu farklılıkların kamusal yaşamda yasak olduğu”... vb. gibi gerekçelerle “bu anayasa”nın bunu böyle öngördüğünü, dolayısıyla esas alınması gerekenin de “bu anayasa”ya egemen türdeş ulus-devlet ideolojisi olduğunu, Anayasa Mahkemesi’nin de bunun dışına çıkarak, evrensel hukuku (AİHS) veya demokrasinin evrensel ilkelerini(özgürlük, eşitlik, hoşgörü çerçevesinde farklılıkların resmen kabul ve onayının eşitliğin özü olacağı gerçeğine aykırı düşerek) uygulamaya yetkili olmadığı sonucuna varmaktadır. Ancak “bu anayasa” AİHS, Kopenhag kriterleri ve diğer uluslar arası insan hakları belgelerinde öngörülen üç kuşak insan hak ve özgürlüklerinin geçerli olduğu çağımızda, kendini çağın da üstünde tutmuş, “hukukun üstünlüğü” ilkesi yerine “bu anayasa”nın üstünlüğünü geçirmiştir. “Bu Anayasa” kapsamında siyasi partiler, “seçim yoluyla iktidar mücadelesinde ‘siyaset’ yapamayacaklardır. Tıpkı bugün de yaşıyor olduğumuz gibi maalesef oy ve meclis çoğunluğu sağlansa bile ‘iktidar’ olamayacaklar; hükümet olsalar bile, hükümet edemeyecekler; milli iradenin temsilcisi olduğu halde temel siyasi kararları alamayacaklardır”. Çünkü asıl siyaseti “bu anayasa”ya göre aynı zamanda bir anayasal kurum olan MGK belirleyecektir. Milli Güvenlik Siyaset Belgesi denilen gizli belge neyi öngörüyorsa siyasi partiler, TBMM, Anayasa Mahkemesi ve tüm devlet organları buna göre hareket edecektir. F-Son Anayasa Değişiklikleri ve Kürtler 1990 yılından itibaren hız kazanan anayasa değişikliği tartışmaları ardından, 1993, 1995, 2001 ve 2004 yılında anayasada çeşitli değişikler yapılmıştır. Ancak yapılan tüm bu değişiklikler, 1982 Anayasasına egemen ruh, felsefe, ideoloji, devlet anlayışına dokunmamıştır. Türdeş ulus-devlet ideolojisi hala resmi ideoloji olarak, bireyi, toplumu ve kurumları bağlayan egemenliğini sürdürdüğünden ideolojik, siyasal, toplumsal, kültürel çoğulculuk temeline dayanan demokratik yapılanmaya veya demokratik ulusçuluğa geçişten söz edilemez. Dolayısıyla son değişikliklerle birlikte düşünceyi ifade özgürlüğü, anayasanın öngördüğü resmi türdeş ulus-devlet ideolojisini sorgulamama, eleştirmeme, dokunmama kaydıyla tanınmaktadır. Son değişiklikler ve uyum yasalarıyla düşünce özgürlüğü, düşünceyi ifade özgürlüğü getirilmemiştir. Aksine; Türkiye’nin kurulu düzeninin resmi ideolojinin uygun gördüğü çerçeveyi anayasal dokunulmazlık zırhına büründürerek (m.26) değişmezliği ebedileştirerek, var olan resmi ideolojiyi kutsallaştırmaktadır. Anayasada siyasi partilerle ilişkin olarak, siyasal partilerin faaliyet alanının genişletilmesi veya parti kapatmaların şeklen zorlaştırılması yönünde birçok değişiklik yapılmıştır ancak demokrasi ve siyasal çoğulculuk açısından asıl ve önemle yapılması gereken değişiklik, anayasanın siyasi partiler felsefesi veya anlayışı olup bu konuya hiç dokunulmamış, bu alan ile ilgili anayasanın siyasi parti yasaklarını düzenleyen 68/4 fıkrası aynen korunmuştur. Bu maddeye göre Türkiye’de siyasal partiler “bu anayasa”nın dokunulmazlık zırhına büründürülmüş resmi ideolojisinin dışına çıkamazlar, farklı düşünceler etrafında siyasal faaliyet ve örgütlenmelere gidemezler. Siyasi partileri dar bir takım ideolojik kayıtlara bağlı tutan bu madde ile siyasi partiler örgütlenme ve faaliyetleri bakımından da kıskaç altında olmaya devam etmektedir. “Siyasi partilerin uyacakları esaslar” başlığını taşıyan 69. maddede yapılan değişiklikle, “odak” kavramı yeniden düzenlenmiştir. Buna göre, odaklaşma için üyelerin siyasal partiler için öngörülmüş olan yasak fiilleri yoğun bir biçimde işlemesi ve bunun partinin üst kademe organlarınca zımnen ya da açıkça benimsenmesi aranmıştır. “Bu Anayasa’nın 69.maddesindeki değişiklikle Anayasa Mahkemesi’ne, bir partinin üyelerinin söz ve eylemlerinin partinin yetkili organ ve makamlarınca “ZIMNEN”(üstü örtülü) benimsenmiş görünmesini yeterli kapatma nedeni sayma yetkisi vermektedir. “Bunun pratik anlamı, yetkili organlardan çıkmayan, hatta partinin haberdar bile olmadığı söz ve eylemlerin parti tüzel kişiliğine izafe edilmesinin kapısının açık olmasıdır. Anayasa Mahkemesi’nin yasama sorumsuzluğuna giren konuşmaları bile parti kapatma gerekçesi saydığı içtihadı hatırlanırsa, bu hükmün yaratacağı sakıncaları kestirmek zor olmayacaktır”. İkinci aşamada ise, bu fiillerin doğrudan doğruya üst kademe organlarınca kararlılık içinde işlenmesi yeterli sayılmıştır. Son değişikliklerle anayasanın parti kapatma nedenlerine dokunulmaması tersine ek kapatma nedenleri öngörülmesinin anlamı; Kürt sorununun çözümünü programlarına almaları nedeniyle partinin kapatmalarının daha da kolaylaştırılarak devam edeceğidir. Böylece son değişikliklere rağmen ideolojik ve siyasal çoğulculuğa kapalılığını sürdüren mevcut anayasa, toplumsal ve kültürel çoğulculuğu da aynı şekilde yadsımaktadır. Bilindiği üzere Türkiye toplumu, Osmanlı İmparatorluğu’ndan beri süregelen etnik ve kültürel bakımdan çoğulcu bir toplumsal yapıya, bir başka deyişle homojen değil heterojen bir toplumsal yapıya sahiptir. Türkiye’de Türkçe, Kürtçe, Abhazca, Arapça, Arnavutça, Çerkezce, Ermenice, Gürcüce, Kıptice, Lazca, Pomakça, Rumca, Süryanice, Tatarca, Yahudice vd. dilleri konuşulmaktadır. Böylesi heterojen toplum yapıları olan tüm devletlerde siyasal-anayasal örgütlenmeler, bu çoğulcu yapı veya farklılıkları tanıyan, onlara özgürlük, eşitlik ve hoşgörü ilkeleri ile yaklaşan devlet yapılanmasını da beraberinde getirmiştir. Bu konuda toplumsal yapısı ile siyasal-anayasal örgütlenmesi çelişki içinde olan tek ülke Türkiye olmaktadır. Tüm demokrasiyle yönetilen ülkelerde 19. yy’dan kalma bu türdeş ulusçuluk anlayışı terkedilmiş, demokratik ulusçuluğa geçilmiştir. Son değişikliklerle yapılan sadece dil yasağı getiren anayasa maddelerinin (m. 26-28) ilgili ibarelerinin kaldırılması olmuştur. Bu değişikliğin gerekçesi; “Vatandaşların GÜNLÜK YAŞAMLARINDA farklı dil, lehçe ve ağızları kullanmasına herhangi bir engel bulunmadığı kabul edilmektedir.” olarak ifade edilmiştir. Anayasal bazda uyum adına yapılan değişiklik bu kadardır. Burada devlet, negatif bir konuma çekilmekte, dilin özel yaşamda kullanılmasına karışmayacağını ama resmi alanda yasakların devam edeceğini, pozitif bir hak tesis etmeyeceğini ifade etmiştir. Oysa Türkiye’nin AB’ye uyum çerçevesini çizen Katılım Ortaklığı Belgesi bunu yeterli görmemekte pozitif düzenlemelerin gereğine işaret etmektedir. Bu durum karşısında anadilde eğitim yasağı getiren 42. Madde’nin değişmesi gerekmektedir. Maddenin son fıkrasında; “Türkçe’den başka hiçbir dil, eğitim ve öğretim kurumlarında Türk vatandaşlarına anadilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez” denilmektedir. Bu düzenlemeyle Anayasanın kendisi yurttaşları arasında ayırım yapmakta, bir kısım yurttaşlarına anadilleriyle eğitim hakkı tanımamaktadır. Yanı sıra hala, Kürtçe alfabenin x, q, w gibi harflerini içeren isim veya yazılar üzerindeki yasak devam etmektedir. Anayasa ve yasalarda vatandaşlık, siyaset ve bilim çevrelerinin ya da bürokratların, yargıç ve hukukçuların ileri sürdüğü gibi, vatandaşla devlet arasındaki hukuksal bağ olarak anlaşılmamaktadır. Türk soyu, Türklük, Türk ve Türkiye Tarihi, Türk kültürü, Türk dili, her Türk gibi nitelemelerin vatandaşlıkla ilgisi olmadığı çok açıktır. Belirtilen durumda, sorun, vatandaşlığın nasıl algılandığıdır. Bu durumun somut analizi, Anayasa’dan başlayarak yapılmalıdır. Anayasa’nın 66.maddesi, madde başlığı ile birlikte şu belirlemeleri içerir; Türk Vatandaşlığı Madde 66-Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür. Türk babanın veya Türk ananın çocuğu Türk’tür. Yabancı babadan ve Türk anadan olan çocuğun vatandaşlığı kanunla düzenlenir. “Hiçbir Türk, vatana bağlılıkla bağdaşmayan bir eylemde bulunmadıkça vatandaşlıktan çıkarılamaz.” Maddenin incelenmesinden, Anayasa koyucunun “Türk kimdir?” sorusunu sorduğu anlaşılıyor. O nedenle madde başlığı Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşlığı değildir. Bir etnik kökenden gelmeyi ifade eden Türk sözcüğü kullanılıyor. Maddede, Türk tanımlanmaktadır. Türk, Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olandır. Devlet de Türk Devletidir. Bu durum vatandaşlığın bir hukuksal bağ olarak algılanmadığını, vatandaşlığın etnik kökene göre belirlendiğini göstermektedir. Çünkü, vatandaşı olunacak olan, Türkün vatandaş olması ve Türk Devleti’nin vatandaşı olmaktır. Oysa sorun vatandaşlık sorunu olarak kavransa ve algılansa, maddenin başlığının ve içeriğinin, Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşlığı veya yalnızca Vatandaşlık şeklinde düzenlenmesi gerekirdi. Böyle bir bakış açısı doğal olarak, “Türkün kim olduğu” ya da “kime Türk denir” sorusunu sormaz, “kim Türkiye Cumhuriyeti Devletinin vatandaşıdır”, “kime Türkiye Cumhuriyeti devletinin vatandaşı” denir sorusunu sorardı. Böyle bir soru, gerçek anlamda hukuksal bağın saptanması amacına dönük olacağından madde içeriği şöyle düzenlenecektir; Türkiye Cumhuriyeti Devletine (Türkiye Devleti veya Türkiye Cumhuriyeti’ne) vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türkiye Cumhuriyeti Devleti (veya yalnızca Türkiye Devleti veya Türkiye Cumhuriyeti) vatandaşıdır. Çoğulculuk ilkesinin doğal sonucu, farklı dil, din, etnik kökenlerin varlığının kabulü, farklı düşüncelerin ifade edilmesi özgürlüğünün bulunduğunun kabulü anlamına gelir. Yalnızca kabul değil, “devletin temel amaç ve görevleri”nin de buna göre belirlenmesi gerekir. Bunun için toplumsal ve kültürel çoğulculuğun yasal ve anayasal güvenceye kavuşturulması, siyasal düşünce ve örgütlenme özgürlüğünün tam sağlanması, anayasanın dini ve milliyetçi ideolojiden (Türk-İslam sentezi) arındırılması, devletin tüm düşünce ve ideolojilere eşit mesafede durması, anayasada tek bir etnik (Türk) kimliğe vurgu yapan ibareler yerine, 1921 Anayasasının da benimsemiş olduğu “Türkiye Halkı”, “Türkiye Devleti”, “Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşlığı” gibi kapsayıcı ibarelere dönülmesini ve kuruluşundaki bu siyasal birliğin demokratik birlikle taçlanması için anayasada “Devlet Türkiye’nin çoğulcu etnik yapısını ve kültür çeşitliliğini ülke bütünlüğü içinde korumak ve geliştirmek için gerekli tüm koşulları hazırlar ve uygun önlemleri alır“ şeklinde değişime gidilmesi önerilmiştir. Böylesi bir düzenlemeye gidilmesi demokratik bir dönüşümün anayasal ifadesi olacaktı. Türkiye, Lozan anlaşmasına atıfta bulanarak, Türkiye’nin gayr-i müslim azınlıklar dışında azınlıkları tanımadığını ifade ederek, BM Çocuk Hakları Uluslararası Sözleşmesi, İkiz Sözleşmeler denilen BM Kişisel ve Siyasi Haklar Sözleşmesi ve BM Ekonomik Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi’nin ilgili maddelerine çekince koyarak imzalamış, grup haklarını güvenceye alan pozitif ayrımcılık öngören Avrupa Azınlıkların Korunmasına İlişkin Çerçeve Sözleşmesi ile Avrupa Azınlık Dilleri Şartı’nı ise hala imzalamamıştır. Dinsel ve dilsel farklılıkları ifade etmek için kullanılan ve 6 Nisan 1994 tarihli BM İnsan Hakları Komisyonu Kararı’nda geçen “azınlıkların varlığının devlet kararına dayandırılamayacağı, objektif sosyolojik bir olgu olarak ele alınacağı” kararı karşısında Türkiye’nin Lozan’a atıfta bulanarak Türkiye’de yalnızca “gayr-i müslim azınlık” ların tanındığı biçimdeki tezinin hem maddi hem de hukuki temelinin olamayacağı rahatlıkla ortaya çıkmaktadır. Kaldı ki Lozan anlaşmasının azınlıklar metninin içeriğine bakıldığında, Lozan anlaşmasının dinsel azınlıklar yanında, “Devletin resmi dili bulunmasına rağmen, Türkçe’den başka bir dil konuşan”lar kavramıyla, resmi dil Türkçe dışında kullanılan dillerin(Kürtçe, Çerkezçe, Lazca vd.) de varolduğunu ve bu dillerin negatif(m.39/4) ve pozitif hak(m.39/5)larına vurgu yapılarak dilsel azınlıklara da yer verildiği görülmektedir. “Lozan’da sadece gayri müslim azınlıklar tanınmıştır” tezi yine Lozan’ın Azınlıkların Korunması başlıklı bölümünün içeriğiyle doğrulanmamaktadır. Dolayısıyla Türkiye’nin bu teze dayanarak, uluslar arası sözleşmelere koyduğu çekincelerin de hiçbir hukuki geçerliliği yoktur. Kaldı ki azınlık hakları artık devletlerin saklı yetkisinde sayılmıyor. AGİK Üzerine Uzmanlar Toplantısı’nda kabul edilen rapora göre, ulusal azınlıklar artık milli yetkiye dahil bir konu değildir. Yani ülkelerin iç işi olarak kabul edilemez. Bu konu artık “meşru uluslar arası ilgi konusudur”. Esasen Türkiye Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne katıldığı 1954 yılında hatta 1923 Lozan’da kuramsal olarak; bireysel başvuruyu kabul ettiği 1987 yılında ise pratik olarak iç mesele sayılması sona ermiştir. Bu bağlamda Türkiye’nin bu teze dayanarak Avrupa Ulusal Azınlıkların Korunması Hakkında Çerçeve Sözleşmesi’ni imzalamaması kınanmıştır. Türkiye’nin bu belgeleri imzalamaması, KOB’da geçen toplumsal çoğulculuk ve kültürel çeşitliliği resmen tanımaması, diğer uluslar arası sözleşmelere (BM Uluslararası Çocuk Hakları Sözleşmesi, Siyasi ve Medeni Haklar Sözleşmesi, Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi vd. gibi) çekinceli olarak imzalaması ve onaylaması bir bütün olarak değerlendirildiğinde, türdeş ulus-devlet ideolojisini korumada ve demokratikleşmemede ısrar etmesi nedeniyle yeniden etnik çatışma ve toplumsal gerginlikler ortaya çıkmıştır. Bir bütün olarak son anayasa değişikleri ve buna paralel çıkarılan uyum yasaları, ideolojik, siyasal, toplumsal çoğulculuk ve kültürel çeşitlilik bakımından gerek dil ve azınlık haklarına ilişkin uluslar arası sözleşmeler ve AİHS ile Kopenhag Kriterleri olsun gerekse de KOB’da taahhüt edilen orta vadeli hedefler bakımından olsun uyumlu değildir. Yapılan sadece Kürtçe’nin bireysel konuşulup yazılması ile özel kurs açılması, özel tv-radyolarda ifade edilmesi gibi tamamen özel alanla –ki isim hakkı konusundaki kısıtlamalar devam etmektedir- sınırlı olup, anadile sıkı sıkıya bağlı ve bölünmesi mümkün olmayan anadilde eğitim hakkı, ifade, siyasal ve kültürel örgütlenme özgürlükleri önündeki anayasal ve yasal engellerin olduğu gibi durduğu görülmektedir. Bu anlamda demokratik anayasaya geçişten söz edilemez. Bunun Avrupa ve dünyada gelişme gösteren demokrasi ve üç kuşak insan hak ve özgürlükleri temelindeki anayasacılık hareketlerinin oldukça gerisinde bir durum olması yanında toplumsal beklentilere de cevap vermekten uzak oluşu, Kürt sorununun köklü demokratik çözümünü sağlamada yetersiz kalmıştır. Bunun için; · Türkiye’de yapılması gereken ulus-devletin demokratikleştirilmesidir. Bu durum, üniter devlet yapısına aykırı düşmez, zarar vermez. Aksine kardeşleşmeyi ve daha güçlü birliği sağlar, çatışmaları önler. Demokratik Cumhuriyet esas alınmalıdır. Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşlığı şeklinde bir değişime gidilmeli, kültürel kimliklerin önündeki engeller kaldırılmalıdır. Ulus kavramı “Demokratik Türkiye Ulusu” şeklinde kavramlaştırılmalıdır. Türkler ile Kürtler ve Anadolu’daki diğer unsurlar ‘Türkiye Ulusu’nu oluşturur. Türkçe yine resmi dil kalır, bayrak tabii ki olacaktır, Kürtlerin demokratik örgütlenmesini; kültür, dil, ekonomi, çevre, mesleki ve diğer alanlarda sağlayacak demokratik açılımlarını gerçekleştirebilmelidir. Devlete dayalı ulus yerine, demokrasiye dayalı ulus olmalıdır. Yalnız Türklere değil, herhangi bir dine ve ırka dayanmayan, insan haklarına dayanan bir ulus modeli. Bütün etnisiteleri, kültürleri bir arada toplayan bir demokratik ulus kavramı esas alınmalıdır. ‘Türkiye’ye vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür’ demek yanlıştır. Vatandaşlık kültürel kimlikleri kabul eden, kendi kültürel varlıklarına dayalı ulus vatandaşlığıdır. Herkesi zorla Türk saymak yerine, Türkiyeli ya da Türkiye ulusu vatandaşı denebilir. Türkiyelilik bir üst kimlik olur. · İdeolojik çoğulculuğun sağlanması için Anayasa’nın Başlangıç bölümünde yer alan resmi ideolojiden (Türk-İslam sentezi) arındırılması, beraberinde ideolojik çoğulculuğu getirecek, böylece düşünce ve örgütlenme özgürlükleri üzerindeki resmi ideolojiden kaynaklı baskı ve sınırlamalar ortadan kalkmış olacaktır. Siyasal çoğulculuğun sağlanması için de anayasanın parti kapatma nedenlerini öngören m.68/4’te düzenlenen ve siyasi parti programları ile eylemlerini resmi ideoloji ile çerçeveleyen sınırlamalara gerek kalmayacaktır. · Toplumsal çoğulculuk için de anayasaya “Türkiye Cumhuriyeti Anayasası bütün kültürlerin demokratik bir şekilde varlığını ve kendini ifade etmesini kabul eder.” veya “Devlet Türkiye’nin çoğulcu etnik yapısını ve kültür çeşitliliğini ülke bütünlüğü içinde korumak ve geliştirmek için gerekli tüm koşulları hazırlar ve uygun önlemleri alır” maddesinin eklenmesi yeterli olacaktır. Bu durum öncelikle KOB’da da taahhüt edilmesine rağmen halen değiştirilmeyen anayasanın farklı dillerde eğitim yasağı(m.42) öngören hükmünün, resmi dilin Türkçe olması ile Türkçeden başka dillerde de anadil eğitimi hakkını tanıyan bir şekilde değiştirilmesi, devletin kültürel haklar alanında pozitif görevler yüklenmesinin de yolunu açmış olacaktır. İdeolojik, siyasal, toplumsal ve kültürel çoğulculuğu tanıyan böylesi bir demokratik zihniyet dönüşümü beraberinde demokratik devlet yapılanmasını getirecektir. Buna göre devlet, Kopenhag Belgesi’nde de tanımlandığı gibi halkın ve toplumun üstünde “kutsal” veya “yüce” değil hizmet aracı olarak ele alınmalıdır. · Bu yapılanma, “Türkiye Cumhuriyeti Devleti, hukukun üstünlüğü ve insan haklarına dayanan, çoğulcu, sosyal, laik, demokratik bir hukuk devletidir” şeklinde formüle edilebilir. Yine atanmışların seçilmişlere üstünlüğüne yol açan MGK’nın görev alanını sınırlandırılarak sadece askeri konularda görüş belirten bir konuma getirilmesi ve ordunun bürokrasi içindeki yerinin de Milli Savunma Bakanlığı’na bağlı hale getirilmesi ile birlikte Yasama ve Yürütme ilişkilerinin de kuvvetler ayrılığı ve parlamentonun üstünlüğü ilkesine uygun olarak yeniden düzenlemesi ve yerel yönetimlere de Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’nda öngörülen özerklik ilkelerine uygun yetkiler verilmesini sağlayan düzenlemelerin yapılması ve mahalli konularda yetkilerinin artırılması halinde devletin demokratikleşmesi de tamamlanmış olacaktır. · Bu şekilde oluşacak anayasa, heterojen toplum yapısıyla uyumlu olacağından hem toplumsal ihtiyaca cevap vermiş olacak hem de uluslar arası ve AB sürecine uyumlu olacağından, “Demokratik Türkiye Ulusu Anayasası” etrafında tüm yurttaşların özgür, eşit ve gönüllü birliği sağlanacaktır. Böylece, devletin ülkesi ve toplumuyla bütünlüğü, demokratik ve üç kuşak insan hakları temelinde gerçek anlam ve içeriğine kavuşmuş bir birlik ve bütünlük haline gelmiş olacaktır. Sayın Başkan Sayın Üyeler 3- SİYASİ PARTİLER VE DEMOKRATİK TOPLUM PARTİSİ (DTP)‘NİN TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİKLEŞMESİNDEKİ ROLÜ
Demokrasi, ilkesizlik ve kurumsal-geleneksel esaslardan yoksunluk değildir. İlkesi; özgürlük, eşitlik, zora başvurmama, evrimsel gelişme, çıkarlara ve çözümüne saygıdır. Aslında, uygulandığı toplumun bilimsel tanımına ve aydınlanmış olmasıyla oldukça bağlantılıdır. Özgürlüğü, eşitliği tanınmamış bireyler ve gruplar oldukça, o demokrasi ciddi eksiklik içindedir ve sürtüşme, çatışma, eğer demokratik sistemle yani şiddetsiz bir şekilde aşılmazsa, devrimci süreç, isyan, savaş, ayaklanma devreye girer ve yeni bir demokratik aşamaya yol açar. Örneğin, Avrupa’nın da özünü teşkil eden çok mezhepli, kültürlü ve dilli İsviçre’de; yüzyıllara varan mezhep kavgalarından sonra “sonuçta karşılıklı olarak bitkin düşünce, hiçbir taraf karşıtını ortadan kaldıramayınca ve eğer yeniden birleşmezlerse, konfederasyonlarının (birlik biçimi) dağılacağını açık fark edince, ölüp-öldürmektense, yaşayıp-yaşatmanın üzerinde zımnen anlaştılar. Böylece çeşitliliğin hoş görülmesi birliklerinin temeli haline geldi ve demokrasi de farklılıkların uzlaşması konusunda bir antlaşma olarak gelişti. İsviçre küçük bir ülkedir. Fakat tek düze standart ve belli özellikler taşıyan bir ülke değildir. Sonuç olarak İsviçrelilerin bu konudaki –dil, kültür- deneyimi paradoksal bir belirleme ile özetlenebilir. Dil çeşitlilikleri, birliklerini zayıflatmaktan çok güçlendirmiştir ve bu farklılıkları hoş görmeleri, bağımsızlıklarının ve demokrasilerinin hem nedeni hem de sonucudur”. Herhalde Türkiye için de, dil ve kültür mozaiği olması açısından alınacak epey ders vardır.
Çağdaş demokrasilerde bir diğer temel ilke siyasal düşünce ve örgütlenme özgürlüğüdür. Bu temelde, halkın yönetime katılımının başlıca aracı olan siyasi partiler, demokrasilerde merkezi bir role ve öneme sahiptirler. Siyasi partiler, toplumdaki farklı düşünce ve görüşleri siyasi alana taşıyarak, halkın temsili, siyasi iktidarın kullanılmasını sağlarlar ve muhalefet işlevlerini yerine getirirler. Bu nedenle demokratik hayatın vazgeçilmez unsurları olarak kabul edilmektedirler. Siyasi partiler, toplumsal alanda oluşan farklı görüş ve taleplerin siyasi sisteme taşınmasını sağlayan kurumlardır. Bu yönüyle, partiler sivil toplumla siyasal toplum arasındaki bağlantıyı kurarlar. Siyasi partiler, bir yandan toplumsal talepleri siyasi karar alma mekanizmasına taşıyarak aşağıdan yukarıya bir hareketlilik sağlarken, diğer yandan makro düzeyde politikaların uygulanması yoluyla da bu taleplerin hayata geçirilmesini sağlarlar. Bu nedenledir ki, siyasi partiler uluslararası sözleşmeler ve demokratik anayasalar tarafından güvence altına alınmıştır. Siyasi partilerin keyfi ve ölçüsüz olarak yasaklanmasının çoğulcu demokratik rejimin özünü zedeleyeceği kabul edilmektedir. Siyasi partilerin kapatılması konusundaki evrensel standartların, insan haklarına saygılı ve demokratik bir hukuk devleti olan Türkiye açısından da geçerli olması gerektiğine kuşku yoktur. Nitekim 1961 ve 1982 Anayasalarında siyasi partilerin demokratik siyasi hayatın vazgeçilmez unsurları olduğu açıkça belirtilmiştir. Anayasalarımızda bu evrensel ilke yer almasına rağmen, uygulamada çok sayıda parti demokratik sistemlerde ve uluslararası sözleşmelerde öngörülen kriterlere aykırı bir şekilde kapatılmıştır. Böylece siyasi partilerin demokrasiler açısından “vazgeçilemezliği” ilkesi adeta tersine çevrilmiştir. 1961 Anayasasının yürürlüğe girdiği tarihten bu yana Anayasa Mahkemesi tarafından yirmi dört siyasi parti kapatılmıştır. Bu sayıya askeri müdahaleler döneminde kapatılan siyasi partiler dâhil değildir. 1982 Anayasası döneminde daha yoğun biçimde parti kapatma kararları verilerek siyasi alan iyice daraltılmıştır. Partimiz DTP’nin kapatma davası iddianamesinde siyasi parti kapatma nedenlerinden bahsedilirken AİHS hükümleri ve Venedik Komisyonu ilkelerine de atıf yapılmakla birlikte, Venedik Komisyonu ilkelerinin siyasi partiler için son derece güvenceli bir koruma sistemi getirdiği, sadece şiddeti benimseyen siyasi partilerin kapatılabileceğine cevaz verdiği gerçeği görmezlikten gelinmektedir. Avrupa Konseyi bünyesinde ortak bir demokrasi standardını oluşturmak amacıyla kurulan Venedik Komisyonu, siyasi partilerin yasaklanması ve kapatılmaları konusundaki 2000 tarihli raporunda şu ilkeleri belirlemiştir: · Siyasi partinin anayasada barışçıl yöntemlerle bir değişiklik yapmayı savunması tek başına onun yasaklanması ya da kapatılması için yeterli bir delil olarak görülemez. · Siyasi partiler, ancak şiddet kullanmayı savunmaları ya da demokratik anayasal düzeni ortadan kaldırmak suretiyle hak ve özgürlükleri yok etmek amacıyla şiddeti siyasi bir araç olarak kullanmaları durumunda yasaklanabilir. · Partilerin yasaklanması veya kapatılması biçimindeki yaptırım istisnai bir tedbir olarak en son çare biçiminde kullanılmalıdır. · Siyasi parti hakkında dava açılmadan önce, davayı açacak hükümet ya da diğer devlet organlarınca, siyasi partinin özgür ve demokratik siyasi düzen veya hak ve özgürlükler için gerçek bir tehlike oluşturup oluşturmadığına ve kapatma ya da yasaklama yaptırımı dışında daha hafif tedbirlerle bu tehlikenin önlenmesinin mümkün olup olmadığına bakılmalıdır. · Siyasi parti kapatma davaları, hukuki usulün tüm güvencelerine yer veren, aleni ve adil bir yargılama sonucunda karara bağlanmalıdır. Bu ilkelerden de anlaşılacağı üzere, Venedik Komisyonu siyasi partilerin ancak şiddeti savunma veya şiddeti politik bir araç olarak kullanma durumunda kapatılabileceğini belirtmektedir.
DTP, toplumun demokratikleşmesinde, devletin ve mevcut anayasanın demokratikleşmesinde, siyasal partiler yasasının demokratikleşmesinde, demokrasinin tabana yayılması ve doğrudan demokrasinin geliştirilmesinde ve Kürt sorununun da bu temelde demokratik şekilde çözülmesinde önemli bir rol ve işleve sahiptir. DTP demokratik siyaset yapmakta, Kürt sorununun barışçıl ve demokratik çözümü için çalışmaktadır. DTP’nin PKK ile herhangi bir örgütsel bağlantısı ve ilişkisi yoktur. DTP, Kürt sorununun demokratik çözümüne dönük siyaset yapan bir partidir. Kapatma davası, DTP’nin bu çabalarına yönelik bir tasfiye politikasıdır. Bu aynı zamanda Kürtlerin demokratik siyaset yapma zeminini ortadan kaldırma, Kürt sorunun demokratik çözümüne karşı bir tasfiye girişimi anlamına gelmektedir. Kürt sorununun diyologla, demokratik yollarla çözümünü istemeyen güçler, Kürtlerin dil ve kültürel vb. demokratik haklarının tanınmasını engellemek için kapatma davasını devreye koymuştur. Bu hukuki değil siyasi bir yönelimdir. Demokrasi açısından asıl sorgulanması gereken bu yaklaşımın kendisidir. DTP’nin kapatılmasını isteyen anlayış, demokrasi ve hukuk dışı bir anlayıştır. Türkiye’de yerleşik olan militan demokrasi anlayışı, kendisini, siyasal partilerin faaliyet özgürlüğüne getirilen sınırlamalarda açıkça göstermektedir. “Sınırlı politik alan” teorisi çerçevesinde, Anayasa ve Siyasi Partiler Kanunu’nda gerçekleştirilen düzenlemelerle siyasal partilerin faaliyet özgürlüklerinin önemli ölçüde sınırlandırıldığı görülmektedir. Gerçekten, her iki pozitif hukuk metni, resmi ideolojiyle sınırlı “politik alan” teorisinden hareketle, sınırlı bir çoğulculuk anlayışını somutlaştırmakta ve siyasal partileri bu sınırlı alanda siyaset yapmağa mahkum etmektedir. Bu sınırları kabul etmeyen ya da aşmaya çalışan siyasal partilerin akıbeti, ülkenin “siyasal parti mezarlığı”na gömülmesi olmuştur. Çoğulcu demokratik siyaseti baltalayan ve Türkiye’nin demokratikleşmesinin önünde en önemli engellerden biri olarak duran bu pratik, siyasal partilerin kapatılması rejiminin gözden geçirilmesine yönelik arayışlara yol açmaktadır. Bu arayışlara bakıldığında, bunların çok büyük oranda “Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi” (AİHM) kararları etrafında odaklandığı görülmektedir. Bunun temel nedenlerinden biri, Türkiye’nin Sözleşme’den doğan yükümlülüğünün yerine getirilmesi gereğidir. Diğeri ise, Avrupa Birliği’ne tam üyelik sürecindeki Türkiye’nin Avrupa Birliği müktesebatına ve özellikle de “Kopenhag Siyasi Kriterleri”ne uyum sağlama çabasıdır. Kopenhag Siyasi Kriterlerinden olan “demokrasi” ve “insan hakları” kavramlarının “Avrupa mekânı”ndaki ortak standartlarının tespitinde AİHM’in üstlendiği rol dikkate alındığında, AİHM içtihatlarına uyum çabalarının Avrupa Birliği açısından taşıdığı önem kolaylıkla anlaşılacaktır. Gerçekten de, “Avrupa Anayasal Belgesi” olarak adlandırılan “Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi”nin (AİHS) uygulanması ve yorumlanmasında temel bir işlev üstlenen AİHM’in, “Avrupa demokratik kamu düzeni” anlayışına yaslanarak, Sözleşme kapsamına giren özgürlükler açısından geçerli olan standartları oluşturmaya çalışan bir kurum olması, onun, Avrupa Birliği açısından taşıdığı önemi ortaya koymaktadır. AYM’nin verdiği siyasal parti kapatma kararlarından AİHM’e başvuru konusu edilenler iki kategoride toplanmaktadır. Bunlar, “devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü” ilkesi ve “laik devlet” ilkesine aykırılık nedeniyle verilmiş olan kapatma kararlarıdır. AİHM’İN PARTİ KAPATMALARLA İLGİLİ KARARLARI 1. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Siyasal Parti Özgürlüğü Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS), siyasal partilerden açıkça söz etmemektedir. Ancak, Avrupa İnsan Hakları Komisyonu ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), siyasal parti özgürlüğünü, Sözleşme’nin “dernek kurma ve toplantı özgürlüğü” başlıklı 11. maddesi çerçevesinde değerlendirmektedir[1]. AİHM’in siyasal parti özgürlüğünün sınırlarına ilişkin yaklaşımını doğru okuyabilmek için, Mahkeme’nin bu konudaki yaklaşımının özlü bir anlatımına yer veren “Venedik Komisyonu Raporu”na kısaca bakmakta yarar vardır. Avrupa Konseyi Genel Sekreterliği’nin isteği doğrultusunda “Avrupa Hukuk Yoluyla Demokrasi Komisyonu” tarafından hazırlanan “Siyasal Partilerin Yasaklanması, Kapatılması ve Benzeri Önlemlere İlişkin Başlıklar” adlı rapor[2], Komisyonun 10-11 Aralık 1999 tarihli 41’inci kurul toplantısında kabul edilmiştir. Raporda yer alan ilkelerin çoğunluğu Türk hukukunda da geçerli olmakla birlikte, bazı ilkeler açısından Türk hukuku ile Sözleşme sistemi arasındaki temel farklılığı ortaya koyması açısından önem taşımaktadır. Raporda yer alan ve konumuz bakımından önem taşıyan bazı ilkeleri şu şekilde sıralamak mümkündür: __ Siyasal partilerin serbestçe kurulup faaliyet göstermelerine ilişkin getirilecek sınırlamalar, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve diğer uluslararası sözleşme hükümlerine uygun olarak yapılabilir. __ Siyasal partilerin yasaklanması ya da kapatılması, ancak partilerin demokratik anayasal düzeni yıkmak, hak ve özgürlükleri ortadan kaldırmak amacıyla şiddet kullanılmasını benimseme ya da şiddeti politik bir amaç olarak kullanması durumunda haklı görülebilir. __ Bir siyasal parti, üyelerinin bireysel eylem ve davranışlarından dolayı sorumlu tutulup kapatılmamalıdır. Ancak, eğer üyenin eylem ve davranışları partinin yetkili organlarının açık ya da örtülü desteğine sahipse, partinin sorumluluğu yoluna gidilebilir. __ Siyasal partilerin yasaklanması ya da kapatılması önlemi, ciddi bir yaptırım olduğu için büyük bir dikkat ve titizlik içinde kullanılmalıdır. Hükümetler ya da devletin diğer organları, yetkili yargı makamından bir partinin yasaklanması ya da kapatılmasını istemeden önce, ülkenin koşullarını dikkate alarak, ilgili partinin özgürlükler ve demokratik bir siyasal düzen için gerçek bir tehlike oluşturup oluşturmadığını ve sözü edilen tehlikenin daha hafif önlemlerle engellenip engellenemeyeceğini tartışmalıdır. __ Siyasal partilerin yasaklanması ya da kapatılması, Anayasa Mahkemesi ya da yargı güvencesi ve adil yargılama ilkesinin uygulandığı bir yargı makamına bırakılmalıdır. Bu yaptırım, ancak istisnai durumlarda ve ölçülülük ilkesi dikkate alınarak uygulanmalıdır. Söz konusu önleme, parti üyelerinin değil, bizzat siyasal partinin kendisine atfedilebilecek ve bu önlemi haklı kılabilecek yeterli ve açık delillerin bulunması durumunda başvurulmalıdır. Raporun ilerleyen bölümünde, yukarıda sıralanan ilkelerin kısa açıklamalarına yer verilmektedir. Bu açıklamaları özetlemek gerekirse; siyasal partilerin faaliyet özgürlüğüne getirilecek sınırlamalar Sözleşme’nin 11. maddesinin ikinci fıkrası bakımından zorunluluk, yasallık ve ölçülülük ilkelerine uygun olmalıdır; sınırlamalar, uluslararası yükümlülükler göz ardı edilerek, yalnızca iç hukuka dayandırılamaz; siyasal partilere uygulanacak kapatma yaptırımı, ancak demokratik toplum düzeni bakımından kabul edilebilecek bir gereklilik söz konusu olduğunda uygulanabilir; kapatma önlemi, siyasal partinin demokratik düzen ve özgürlükleri ortadan kaldırıcı veya bunları açıkça tehdit edici faaliyetler içinde bulunduğunun somut delillerle ortaya konulması halinde başvurulabilir; bunun tespitinde, siyasal partinin şiddeti benimseyip benimsemediği ya da silahlı mücadele, terör ya da yıkıcı bir faaliyeti organize ederek mevcut düzeni devirmek amacı güdüp gütmediğinin araştırılması gerekir; meşru araç ve yöntemlerle kurulu anayasal düzenin barışçıl değişimini amaçlayan bir siyasal parti yasaklanamaz ya da kapatılamaz; prensip olarak hiçbir siyasal parti, üyelerinin eylem ve davranışlarından dolayı sorumlu tutulamaz, ancak eğer bu eylem ve davranışlar partinin desteğine sahip olması ya da parti programı çerçevesinde gerçekleşmiş olması halinde, partinin sorumluluğu yoluna gidilmelidir. 2. AİHM’in Türkiye’den Yapılan Başvurular Hakkında Verdiği Kararlar a) Başvuruların bilançosu Bugüne kadar Türk Anayasa Mahkemesi tarafından hakkında kapatma kararı verilen 12 siyasi parti AİHM’e başvurmuştur. Yapılan başvurulardan beşi sonuçlandırılmış olup, bunlardan dördünde AİHS’in 11. maddesinin ihlal edildiği kararına varılmıştır. AİHM tarafından verilmiş ve kesinleşmiş olan ihlal kararları şunlardır: __ Anayasa Mahkemesi’nce 1990/1 esas, 16.11.1991 tarih ve 1991/1 sayılı kararla kapatılan TBKP hakkındaki 30.1.1998 tarih ve 133/1996/752/951 sayılı kararı, __ Anayasa Mahkemesi’nce 1991/2 esas, 10.7.1992 tarih ve 1992/1 sayılı kararla kapatılan SP hakkındaki 25.5.1998 tarih ve 20/1997/804/1007 sayılı kararı, __ Anayasa Mahkemesi’nce 1993/1 esas, 23.11.1993 tarih ve 1993/2 sayılı kararla kapatılan ÖZDEP hakkındaki 8.12.1999 tarih ve 23885/94 sayılı kararı, __ Anayasa Mahkemesi’nce 1992/1 esas, 14.7.1993 tarih ve 1993/1 sayılı kararla kapatılan HEP hakkındaki 9.4.2002 tarih ve 22723/93, 22724/93 ve 22725/93 sayılı kararı. AİHM’e yapılan başvurulardan ikisi hakkında da Sözleşme’nin 11.maddesinin ihlal edildiği kararı verilmiş; ancak bu davalar, henüz büyük daire aşamasında olduğundan kesinleşmemişlerdir. Büyük dairede derdest olup kesinleşmemiş olan kararlar ise şunlardır: __Anayasa Mahkemesi’nce 1993/3 esas, 16.6.1994 tarih ve 1994/2 sayılı kararla kapatılan DEP hakkındaki 10.12.2002 tarih ve 25141/94 sayılı kararı, __ Anayasa Mahkemesi’nce 1993/2 esas, 30.11.1993 tarih ve 1993/3 sayılı kararla kapatılan STP hakkındaki 12.11.2003 tarihli kararı. Anayasa Mahkemesi’nce 1997/1 esas, 16.1.1998 tarih ve 1998/1 sayılı kararla kapatılan RP hakkındaki 31.7.2001 tarih ve 41340/98, 41342/98, 41343/98, 41344/98 sayılı AİHM 3. Daire tarafından verilen karar, 13.2.2003 tarihli Büyük Daire kararıyla “kapatma kararı yerinde bulunarak” başvuru reddedilmiştir. Siyasi parti kapatma kararlarına ilişkin Türkiye’den AİHM’e yapılan başvurulardan hâlâ görülmekte olanlar ise şunlardır: __ Anayasa Mahkemesi’nce 1995/1 esas, 19.3.1996 tarih ve 1996/1 sayılı kararla kapatılan Demokrasi ve Değişim Partisi hakkındaki kararı, __ Anayasa Mahkemesi’nce 1996/1 esas, 14.2.1997 tarih ve 1997/1 sayılı kararla kapatılan Emek Partisi hakkındaki kararı, __ Anayasa Mahkemesi’nce 1997/2 esas, 26.2.1999 tarih 1999/1 sayılı kararla kapatılan Demokratik Kitle Partisi hakkındaki kararı, __ Anayasa Mahkemesi’nce 2001/1 esas, 22.6.2001 tarih ve 2001/1 sayılı kararla kapatılan Fazilet Partisi hakkındaki kararı, __ Anayasa Mahkemesi’nce 1999/1 esas, 13.3.2003 tarih ve 2003/1 sayılı kararla kapatılan HADEP hakkındaki kararı. b) AİHM’in kriterleri Siyasal partiler, AİHM tarafından “dernek kurma ve toplantı özgürlüğü” başlıklı AİHS’in 11. maddesi kapsamında değerlendirilmektedir. Bu bağlamda, Sözleşme’nin 11. maddesinin siyasal partilere uygulanmaması gerektiği doğrultusundaki iddiaları reddetmektedir. AİHM’e göre, “11. maddenin lafzından anlaşılan, siyasal partilerin demokrasinin düzgün işlemesi için temel örgütlenme biçimlerinden biri olmasıdır. Demokrasinin Sözleşme sistemi içindeki önemi dikkate alındığında, siyasal partilerin 11. maddenin kapsamına girdiğinden kuşku duyulamaz”. AİHM, siyasal parti kapatma kararlarına ilişkin Sözleşme’nin 11. maddesinin ihlal edilip edilmediğini incelerken, önce Sözleşmede düzenlenen haklardan herhangi birine bir müdahalenin var olup olmadığına, daha sonra ise, bu müdahalenin haklı olup olmadığına bakmaktadır. Buna göre AİHM’in karar alma süreci şu şekilde işlemektedir: __ Müdahalenin varlığı: Mahkeme ele aldığı davalarda, önce siyasal parti özgürlüğüne herhangi bir müdahalenin veya engellemenin var olup olmadığına bakmaktadır. Bir siyasal partinin kapatılmasına karar verilmiş olması, Sözleşme’nin 11. maddesinde yer alan örgütlenme özgürlüğüne yapılmış bir müdahale olarak kabul edilmektedir. __ Müdahalenin haklılaştırılması: Bu aşamada, (i) müdahalenin bir yasa hükmüne dayanıp dayanmadığı (yasallık ilkesine uygunluk), (ii) müdahalenin 11. maddenin ikinci fıkrasında sıralanan meşru sınırlama nedenlerinden birini gözetip gözetmediği (meşru amaç olması), (iii) meşru sınırlama nedenleriyle yapılan müdahalenin ölçülü olup olmadığı (demokratik toplum düzenin gereklerine uygun olma) incelenmektedir. AİHM, siyasal partiler söz konusu olduğunda, Sözleşme’nin 11. maddesinin ikinci fıkrasında yer alan sınırlama nedenlerinin -tıpkı 10. maddenin ikinci fıkrasında olduğu gibi- dar yorumlanması gerektiğini söylemektedir. Mahkeme’ye göre, siyasal partilerin örgütlenme özgürlüklerine yapılacak sınırlamalar, sadece inandırıcı ve zorunlu nedenlerle haklı gösterilebilir. Ayrıca Mahkeme, 11. maddenin ikinci fıkrası anlamında bir gerekliliğin olup olmadığının saptanmasında Sözleşmeci devletlerin sınırlı bir takdir yetkisine sahip olduklarını; bu takdir yetkisinin, hem mevzuat hem de bunu uygulayan bağımsız mahkemelerin kararlarını da kapsayan titiz bir Avrupa denetimine tabi olduğunu hatırlatmaktadır. Öte yandan AİHM, siyasal parti kapatma davalarında Sözleşme’nin 11. maddesinin, düşünce özgürlüğünü düzenleyen 10. maddesi ışığında değerlendirilmesi gerektiğini vurgulamaktadır. Çünkü Mahkeme’ye göre, düşünce özgürlüğünün korunması, dernek kurma ve toplanma özgürlüğünün amaçlarından biridir. Bu nedenle Mahkeme, 10. maddeye ilişkin görüşlerine siyasal partilerle ilgili kararlarında da yer vermektedir. Mahkeme, çoğulculuk olmadan demokrasi olamayacağı düşüncesinden hareketle, 10. maddede güvence altına alınan düşünce özgürlüğünün, yalnızca lehte olduğu kabul edilen zararsız “haber” ve “düşünceler” için değil, aleyhte olan, çarpıcı veya rahatsız edici haber ve düşünceler açısından da geçerli olduğu sonucuna ulaşmaktadır. Son olarak Avrupa Mahkemesi, siyasal parti kararlarında, “Avrupa kamu düzeni”nin temel bir özelliği olarak kabul ettiği demokrasinin “çoğulculuk” ilkesi üzerine vurgu yapmaktadır. Mahkemeye göre, demokrasinin temel niteliklerinden biri, bir ülkenin sorunlarını şiddete başvurmadan diyalog yoluyla çözebilme imkânını sunabilmesidir. Bu çerçevede AİHM’in kapatma davalarına dair kararlarından bazılarını hatırlatmakta fayda olacaktır. ÖZDEP kararı: AİHM, ÖZDEP davasında, öncelikle Türk Hükümetinin, partinin kapatma kararından önce kendisini feshettiğini, bu nedenle Türk Anayasa Mahkemesi tarafından verilen kapatma kararının mağduru olamayacağı şeklindeki ilk itirazını incelemiştir. Mahkeme, partinin kendisini feshetmesinin, kapatma davasının olası olumsuz sonuçlarından kaçınmak amacıyla yapıldığını, dolayısıyla özgürce alınmış bir karar olmadığını belirtmiştir. Ayrıca AİHM, SPK’nın 108. maddesi gereğince de, kararın verildiği tarihte partinin varlığını sürdürmediğinin ileri sürülemeyeceğini belirterek, Hükümetin bu konudaki ilk itirazını reddetmiştir. ÖZDEP davasında -diğer iki davadan farklı olarak- Hükümet, ÖZDEP’in programında silahlı mücadeleyi desteklediğini ve halkı ayaklanmaya teşvik ettiğini ileri sürmüştür. 8 Aralık 1999 günlü kararında bu iddiayı inceleyen Mahkeme, ÖZDEP’in programında şiddete ve ayaklanmaya teşvik ya da demokratik ilkelerin reddi anlamına gelen herhangi bir ifadeye rastlanılmadığını; tam tersine, politik amaca ulaşmak için demokratik kurallara uymanın gerekliliğinin vurgulandığını belirtmiştir. Mahkeme’ye göre, kapatma gerekçesi olarak kullanılan ifadelerin benzerleri, Avrupa Konseyi üyesi devletlerinde faaliyet gösteren partilerin programlarında da vardır. Parti programında “ulusal ve dinsel azınlıkların self determinasyon hakkı”na göndermede bulunulması ve bu çerçevede Kürtlere ve Diyanet İşleri Başkanlığının statüsüne ilişkin görüşlere yer verilmesi, Türk devletinin temel ilkelerine aykırılık oluştursa da, bu durum demokratik ilkelerin ihlali anlamına gelmez. Mahkeme, TBKP ve Sosyalist Parti kararlarındaki içtihadına paralel olarak, ÖZDEP’in kapatılması kararının Sözleşme’nin 11. maddesinin ihlalini oluşturduğu tespitinde bulunmuştur. Halkın Emek Partisi (HEP) kararı : AİHM, “Yazar, Karataş, Aksoy ve HEP” kararında, bir siyasal partinin, devletin yasal ya da anayasal düzenini değiştirme doğrultusundaki faaliyetlerinin ancak iki koşulun varlığı halinde meşru görülebileceğini söylemektedir: Bunlardan biri, amaçlarla kullanılan araçların meşru ve demokratik olması; diğeri ise, önerilen değişikliğin temel demokratik ilkelere uyumlu olmasıdır. Buna göre, şiddeti teşvik eden veya demokrasinin bir ya da birden fazla ilkesine uymayan bir siyasal proje öneren veya söz konusu ilkelerin ortadan kaldırılmasını amaçlayan veya demokratik toplumlarda tanınan hak ve özgürlüklere karşı koyan bir siyasal parti Sözleşme’nin korumasından yararlanamaz. Bu davada AİHM, kendi geleceğini tayin hakkı ve dilsel hakların savunulmasının demokrasinin temel ilkelerine aykırı olmadığını bildirmiştir. Mahkeme’ye göre, HEP’in, siyasi projeleri aracılığıyla Türkiye’nin demokratik rejimini tehlikeye sokacağına ilişkin ciddi olgulara rastlanmamıştır. Partili yöneticilerin, güvenlik güçlerinin terörle mücadele konusundaki bazı davranışlarına karşı sert ve düşmanca eleştirileri, tek başına partinin şiddete başvuran silahlı örgütlerle aynı kapsama alınması için yeterli bir veri oluşturmamaktadır. Kişilere karşı yapılan eleştirilere oranla, hükümetlere karşı yapılan eleştirilerin sınırı daha da geniştir. HEP yöneticileri ve milletvekillerinin, silahlı kuvvetlerin eylemlerini eleştirerek seçmenlerine karşı görevlerini yerine getirmek amacı dışında başka bir amaç güttüğü kanaatine varılamamıştır. Mahkeme, HEP’in, ülkedeki demokratik rejimi tehlikeye sokan ve/veya şiddeti teşvik eden ya da haklı gören bir tutumu bulunmadığını, dolayısıyla kapatılmasının acil bir toplumsal gerekliliğe cevap vermediğini ileri sürmüştür. Siyasal partilerin kapatılması önleminin radikal niteliğine dikkat çeken Mahkeme, demokratik bir toplumda başvurucuların örgütlenme özgürlüğüne yapılan bu müdahalenin gerekli olmadığı sonucuna varmıştır. AİHM’in bölünmez bütünlük ilkesini ihlalden dolayı kapatılan siyasal partilere ilişkin kararları ile Türk Anayasa Mahkemesi’nin bu davalara ilişkin tutumu birlikte incelendiğinde şu sonuçlara varmak mümkündür: __ Bölünmez bütünlükle ilgili davalar, AİHM ile Türk Anayasa Mahkemesi arasında ciddi yaklaşım farklılıklarının varlığını ortaya koymaktadır. İki yargı organı arasındaki yaklaşım farklılığı, her iki organın demokrasi ve insan hakları anlayışlarındaki farklılığa dayanmaktadır. Türk Anayasa Mahkemesi’nin bu konudaki yaklaşımının esin kaynağı 1982 tarihli Türkiye Cumhuriyeti Anayasası olduğu dikkate alındığında, bunda yadırganacak bir şey olmadığı anlaşılacaktır. Gerçekten, 1982 Anayasası, anayasacılık düşüncesine ters düşen bir tutumla, “eksik demokrasi”, “sınırlı insan hakları” ve zayıflatılmış hukuk devleti” formülü üzerine inşa edilmiştir. Siyasal katılım kanallarını dar tutan, siyasete kuşkuyla yaklaşan, siyasal alanı anayasa ideolojisiyle uyuşmayan siyasal akımlara kapatan, devleti kutsayan/yücelten, kutsadığı devlet karşısında birey ve toplulukları korumasız bırakan, temel hak ve özgürlükleri “sorumluluk ve ödev” kavramları ekseninde düşünen, yargıyı güçsüz kılarak ve denetim dışı hukuksal işlemler kategorisini kabul ederek hukuk devleti ilkesini zayıflatan özellikleriyle bilinen Türk Anayasası, “Avrupa mekânı”nda yaratılmaya çalışılan ortak demokrasi ve hukuk devleti anlayışından bir hayli uzak bir gelenek üzerine kurulmuştur. Her ne kadar söz konusu Anayasa, 1995 ve 2001 değişiklikleriyle birlikte önemli ölçüde revizyona tabi tutulmuş, demokrasi ve insan haklarına ilişkin sınırlar genişletilmişse de, Anayasanın antidemokratik ve antiözgürlükçü genetik yapısı hâlâ varlığını korumaktadır. __ AİHM’in, Sözleşme’nin 11. maddesinin ihlal edildiği tespitinde bulunduğu bu davalarda, “bölünmez bütünlük” ilkesi ile demokrasinin “çoğulculuk” ilkesini uzlaştırma çabası ön plana çıkmaktadır. Türk Anayasa Mahkemesi’nin böyle bir çaba içinde olmadığı, verdiği kapatma kararlarıyla sabittir. Türk anayasa yargıcı, karar verirken “ölçü norm” olarak Anayasaya dayandığına ve Anayasanın kendisi de çok açık bir biçimde tercihini “bölünmez bütünlük” ilkesi lehine ortaya koyduğuna göre, bu konuda yargıçlardan çok fazla “gayretkeş” olmalarını beklemek doğru da değildir. Nitekim, AYM de, -Anayasa’ya koşut olarak- “bölünmez bütünlük” ilkesine mutlak üstünlük tanırken, “çoğulculuk” ilkesini tümüyle ihmal etmiştir. Oysa AİHM, verdiği bütün kararlarında demokrasinin “çoğulculuk” ilkesi üzerine özel bir vurgu yapmakta; bu ilkeyi düşünce özgürlüğüyle irtibatlandırarak, şiddeti teşvik dışındaki bütün düşünce açıklamalarını çoğulculuğun bir gereği olarak kabul etmektedir. __ Türk Anayasa Mahkemesi, “devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü” ilkesini bir bütün olarak kabul etmektedir. Daha açık bir söyleyişle, “devletin toprak bütünlüğü” ile “devlet ve halkın bütünlüğü” değerleri arasında bir dereceleme yapmamakta; her ikisini de eşit değerler olarak görmektedir. AİHM ise, “devletin toprak bütünlüğü”nün korunmasını, “ulusal güvenliğin” sağlanması amacına bağlı olarak parti yasaklamada meşru kabul ederken, “devlet ve halkın bütünlüğü”nü bu korumadan yararlandırmamaktadır. __ Türk Anayasa Mahkemesi ile Avrupa Mahkemesi siyasal parti faaliyetlerini denetlerken farklı öğelere vurgu yapmaktadırlar. AYM kararlarında, daha çok “program”, “ifade”, “söz” ve “söylem” öne çıkarken; AİHM, partilerin amaçları ve -bunlarla bağlantılı- eylemlerini dikkate almaktadır. Bu farklılığa bağlı olarak, AYM, tüzük ve programlarında yer alan (anayasal düzeni sorgulayan) görüş ve önerileri nedeniyle -Anayasanın açık hükmü gereği- siyasal partilerin kapatılmasına hükmedebilmesine karşılık; AİHM, şiddet unsurunu dışlama kaydıyla, siyasal partilerin her türlü görüş, ifade ve eylemlerinin Sözleşme’nin 11. maddesinin sağladığı korumadan yararlanacağını savunmaktadır. __ Türk Anayasa Mahkemesi, kararlarında, anayasal düzene uygun davranma ile anayasal düzene uygun düşünmeyi aynı kategoride değerlendirmektedir. Mevcut anayasal düzeni “mutlak” ve “değişmez” bir değer olarak kabul eden AYM, bu düzene muhalif söylemler geliştiren siyasal partileri Anayasa’ya aykırı bularak kapatmaktadır. Oysa AİHM, bir devletin mevcut anayasal düzeniyle bağdaşmayan siyasal proje ve önerilerde bulunulmasının, demokrasiye aykırı olduğu şeklinde anlaşılamayacağını söylemektedir. AİHM’e göre, bir devletin mevcut anayasal yapısıyla çatışsa da, farklı siyasal programların önerilmesi ve bunların tartışmaya açılması, demokratik ilkeler içerisinde kalmak ve demokrasiye zarar vermemek kaydıyla demokrasinin özünü ifade eder. HADEP Kararı Bölünmez bütünlük ilkesine aykırılıktan dolayı AYM’nin kapatma kararı verdiği son parti HADEP’tir. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı, HADEP’in, “devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü”nü bozmaya yönelik eylemlerin odağı haline geldiği gerekçesiyle kapatılması isteminde bulunmuştur. Kapatma davasının, davalı Partinin tüzük ve programının Anayasa ve SPK’nın bölünmez bütünlükle ilgili kurallarına aykırılıktan dolayı değil de, Partinin somut eylemlerinin gerekçe gösterilerek açılması, yüksek yargı organlarının tutumundaki değişime işaret etmektedir. Ancak AYM, geçmiş kararlarındaki yoğunluk ve katılıkta olmasa da, yine bölünmez bütünlük ilkesini yorumlayışında “resmi doğrular”ı tekrarlamaktan kendini alıkoyamamıştır. Karardaki değerlendirmesinden, AYM’nin, kültürel kimlik ve azınlık hakları ile etnik soruna ilişkin yaklaşımında özde bir değişiklik olmadığı anlaşılmaktadır. HADEP hakkında verilen kapatma kararının tümü dikkatlice incelendiğinde, AYM’nin, davalı Partinin şiddeti teşvik edip desteklediğini, şiddeti politik bir araç olarak kullandığını ve şiddete dayalı bir faaliyet içinde olan bir örgütle ilişki içinde olduğunu gösteren deliller üzerinde yoğunlaştığı görülmektedir. Başka bir anlatımla, AYM, davalı Partinin eylem ve faaliyetleri ile “şiddet” olgusu arasındaki doğrudan ve dolaylı bağlantıyı ispatlama çabası içinde olmuştur. Ayrıca bu kararda, davalı Partinin Genel Başkanı ile diğer yöneticilerinin soyut düşünce açıklamalarının Anayasa ve Yasa’ya aykırılığı tek başına irdelenmemiş, daha çok bunların şiddet olgusuyla bağlantısı üzerinde durulmuştur.
KÜRT SORUNU TARTIŞMALARINA DTP OLARAK YAKLAŞIMLARIMIZ
PKK, Türkiye’nin türdeş ulus-devlet yapılanmasından kaynağını alan Kürtleri inkâr ve asimilasyon politikasına karşı ilk etapta bir tepki hareketi olarak doğmuş, 12 Eylül darbesinin yarattığı baskı, yasak ve işkence ortamında gelişmiş, devletin PKK’ye karşı yürüttüğü mücadelede özellikle Kürtlere karşı kullandığı aşırı ve orantısız güç nedeniyle de geniş kitlesel tabana kavuşmuş bir harekettir. Dolayısıyla çözümsüz bırakılan Kürt meselesinin doğurduğu PKK ile Türkiye’nin demokratikleşmeyen ve dil yasağına dek varan türdeş ulus-devlet ideolojisi arasında diyalektik bir ilişki vardır. Bu diyalektik ilişkiyi görmeyen, bu realiteyi dikkate almayan hiçbir çözüm politikasının da başarı şansı olmamıştır. Temelde partimiz DTP’nin diğer siyasi partilerin bir çoğundan farklı olarak söz konusu bu diyalektik ilişkiyi göz ardı etmeyen yaklaşımı ve bu temelde üretmeye çalıştığı çözüm politikaları, bu davanın açılmasının da asıl nedenini oluşturmaktadır. Yani PKK’yi Kürt sorununun bir sonucu olarak ele alan ve bu sorundan bağımsız olarak değerlendirmeyen partisel yaklaşımımız, bize göre bu yargılamanın temel dayanağıdır. Partimiz, PKK’yi Kürt sorununun dışında, ondan ayrı ve bağımsız ele almanın temel bir hata olduğunu, PKK’yi ayrı bir sorun olarak değerlendirmek yerine bir sonuç olarak değerlendirmenin çözümü daha mümkün ve daha kolay kılacağını savunmaktadır. DTP, Kürt sorunundan kaynaklı Devlet-PKK çatışmasının da basit bir asayiş-güvenlik ve terör vakasına indirgenemeyeceği kadar çok yönlü ve kapsamlı olduğunu düşünmektedir. Bu teşhis, sorunun çözümüne giden yolu belirleme açısından hayati derecede önemlidir. Sorun salt terör sorunu olarak tanımlarsa bu durumda yapılacak tek şey şudur; terörle mücadele adı altında, elinde silah olan veya olmayan bütün örgüt üyelerini öldürmeniz ya da en azından öldürmeye çalışmanız gerekir. Yine eğer sorun terör sorunu ise; bu kişileri öldürdüğünüzde sorunun da bitmiş olması beklenir. Ayrıca terörün asıl amacının toplumda korku, panik ve tedhiş yaratmak olduğu göz önüne alındığında, mantıken böyle bir örgütün toplumsal desteğinin de olmaması gerekir. Dolayısıyla böylesi bir teşhisten hareketle yapılması gereken tek şey öldürmek olacaktır. Zaten 25 yıldır yapılanlar da tam olarak budur. Partimizin çözümsüz siyaset dediği siyaset de işte budur. Bu çözümsüzlük siyasetine karşılık DTP daha reel bir bakış açısıyla objektif bir teşhis yaparak soruna “Kürt sorunu “ demektedir. PKK’yi de bu sorunun içinde bir parça ve sorunun çözümünde görmezden gelinemeyecek bir aktör olarak ifade etmektedir. Bu teşhisle soruna yaklaşıldığında, daha fazla demokrasi ve diyalog ile hem Kürt sorununun hem Türkiye’nin genel demokrasi sorunlarının ve hem de bunlara bağlı olarak varlığını sürdüren şiddet sorununun çözümünün çok daha kolay ve mümkün olduğunu, partimiz ısrarlı bir dille savunmaktadır. DTP’ye yönelik neredeyse bütün devlet ve hükümet kurumlarının el birliğiyle başlattığı “terörist ilan edin” baskısı, partimizin işte bu ilkesel politikalarına aykırı bir tutumdur. Sorunu biz de resmi devlet söylemiyle tanımlarsak diğer siyasi yaklaşımların düştüğü hataya düşmüş oluruz ve çözümsüzlük politikalarına hizmet eden militarist yöntemleri savunmak dışında hiçbir politika üretemez hale geliriz. Bir siyasi partinin herhangi bir sorunu tanımlama ve ona uygun çözüm politikaları üretme konusunda özgürlüğü ve özgünlüğü olmayacaksa, bu sistemin adı da demokrasi olmayacaktır. Kaldı ki terör kavramının evrensel ölçekte kabul görmüş bir tek tanımının dahi olmadığı, yeryüzünde neredeyse her devletin kendine göre bir “teröristinin” olduğu, özellikle de muhalif hareketleri bastırabilmek için, neredeyse her silahlı hareketin en az bir devlet tarafından terörist ilan edildiği ve bu haliyle şu anda dünyada terörist olarak tanımlanmayan hiçbir silahlı hareketin kalmadığı da düşünüldüğünde, partimizi bu siyasi çıkar karmaşasında ille de herhangi bir terör tanımını tartışmasız bir şekilde kabule zorlamak hukuk dışı bir tutumdur. Ayrıca, sorunu resmi söylem ile aynı şekilde yorumlamamak, asla şiddeti benimsemek veya desteklemek anlamına gelmez. Partimizin şiddete karşı olan duruşu net ve ilkeseldir. Bu şekilde partimiz üzerinde oluşturulmaya çalışılan psikolojik baskı ile sanki partimiz soruna “terör sorunu” demeyerek şiddeti destekleyen bir konumdaymış gibi gösterilmeye çalışılmaktadır. Buna karşılık sanki terör diyenler de şiddet karşıtı ve barıştan yanaymış gibi hava yaratılmak istenmektedir. Oysa bu ülkede barış için en çok mücadele eden, en çok bedel ödeyen, en çok eylem ve etkinlik yapan hareket partimiz DTP’dir. Soruna terör sorunu diyenler ise asıl şiddet yanlısı politikalarda ısrar eden ve çözümü sadece askeri operasyonlarda gören çevrelerdir. Bu çevreler ve siyasi partiler bugüne kadar hiçbir çözüm projesi sunmamış, işin kolayına kaçmış ve sorunu sürekli askere havale etmişlerdir. Siyaset ne yazık ki sorumluluğunu yerine getirmekten kaçınmaktadır. Sayın Başsavcının iddianamede şiddet olaylarından söz ederken devlet şiddetine bir tek kelimeyle dahi değinmemiş olması işte bu zihniyetin ürünüdür. Yakılıp boşaltılan üç bine yakın köye, binlerce faili meçhul siyasi cinayete, kaçırılıp gözaltında kaybedilen yüzlerce insanımıza, işkenceye maruz kalan tutuklanan milyonlarca insana, güvenlik gerekçesiyle yakılan ormanlara, ev ve yol aramalarında insanlarımıza yapılan hakaretlere, cezaevlerinde yaşanan insanlık dışı işkencelere, dışkı yedirilen köylülere, köy meydanında çırılçıplak soyularak cinsel organından iple bağlanıp dolaştırılanlara, çatışmada ölen örgüt üyelerinin kesilen kulaklarına ve yakılan vücutlarına bir tek kelimeyle de olsa değinilmemiş olması bu açıdan manidardır. Eğer Türkiye’de terör kavramı tartışılacaksa işte bütün bunlar da göz önünde bulundurularak tartışılmalıdır. PKK Lideri Abdullah Öcalan ise özellikle İmralı yargılamaları boyunca Kürt sorununun siyasi, barışçıl ve demokratik çözümünü savunmuştur. Makul bir çerçevede, Kürt sorununun demokratik çözümünü, demokratik birliği, özgür eşit yurttaşlığı öngören, ayrılıkçılığı reddeden “zorla ayrılın deseler de ayrılmayacağız” diyen, Kürt sorununun üniter devletin veya ulus-devletin demokratikleşmesi ve yerel yönetimlerin demokratik yetkilerinin artırılmasıyla çözülmesini isteyen Abdullah Öcalan’ın, evrensel hukuka ve demokrasiye ters düşmeyen bu yaklaşımını partimizin tartışmaya değer bulması normal karşılanmalıdır. Akan kanın durması, çatışmaların nihai olarak sonlanması ve çözüm noktasında katkı sunacak görüşlerin kimden geldiğine bakılmaksızın değerlendirilmesi, siyasi, hukuki, ahlaki hiçbir sorun teşkil etmemektedir. Kamuoyunun üzerinde etki yaratan bu ve benzeri görüşlerin, toplumsal barışımıza katkı sunması doğrultusunda değerlendirilmesi siyasetçiler olarak vicdani görevimizdir. Eğer sayın Başsavcı gazete köşeleri ve internet sitelerinden alıntı yapmak yerine İmralı Cezaevi resmi görüşme tutanaklarını Adalet Bakanlığı’ndan isteyip de oradan takip etseydi belki de bu konudaki fikirleri değişmiş olacaktı. Görülecekti ki bu görüşlerin hiçbiri şiddet içermediği gibi, her biri demokrasiyi ve barışı ifade etmektedir. Kürt sorununun çözümünü içeren bu görüşler, Türkiye Cumhuriyeti’nin varlığını tehlikeye sokmayacak ve Türk halkının onurunu sarsmayacak içeriktedir. Bu durum, ifade edilen görüşleri çok daha önemli ve uygulanabilir kılmaktadır. Türkiye’de 25 yıldan beridir yaşanan çatışmaları sonlandırmak için iyi niyetle çabasını ortaya koyan herkese kulak verilmesi barışçıl politikaların bir gereğidir. Kaldı ki devlet organlarının birçoğunun dahi dikkatle izleyip değerlendirmeye çalıştığı, bizzat devlet yetkililerinin İmralı’ya giderek kendisinin görüşlerini aldığı düşünüldüğünde, partimizin böylesi bir suçlamayla karşılaşması haksızlıktır. Öcalan konusunda başımızı kuma gömerek devekuşu siyaseti yapmamız beklenemez. Toplumsal, sosyal, siyasal bir realite olmasından kaynaklı olarak bu bir zorunluluktur. Siyasetçinin görevi temsil ettiği toplumun sorunlarını çözmek olduğuna göre, ülkemizdeki şiddetin durması için yapılan her çağrıya kulak vermek bizler açısından kaçınılmazdır. Bu konudaki 25 yıllık hatalı politikaları eleştiren bir siyasal hareket olarak gerçekçi yaklaşımlar ortaya koymak ve yaşanan acıları dindirmek bizler açısından tarihi bir misyondur. DTP’nin bu önemli misyonunu yerine getirebilmesi ve sorunun tümüyle demokratik zemine çekilebilmesi için partimizin önünün açılması gerekir. Böylesi tarihi bir gelişme, Türkiye demokrasisine muazzam bir katkı yapacaktır. Tersi durumun yaratacağı sorunların iyi görülmesi gerekir. Bizlere umudunu bağlayan milyonlarca insanın demokratik sisteme olan inançlarını kırmamamız gerekir. Şimdi izninizle son olarak iddianamedeki atılı suçların hali hazırda bulunduğu aşamalara dair çok kısa istatistiki bilgiler sunmak istiyorum. İddianamede yer alan 141 soruşturma ve dava dosyasının “bulunduğu aşama” yönünden incelenmesinde; hali hazırda;
Kesinleşen bu kararlar; · 10 beraat · 1 takipsizlik · 4 para cezası · 1 erteleme · 2 hapis cezası - bu cezalardan bir tanesi daha DTP kurulmadan önce işlenmiş bir suça dairdir. İddianamede yer alan suçların % 89.36 sı HAKKINDA KESİNLEŞMİŞ YARGI KARARI YOKTUR. - İDDİANAMADE YER ALAN 141 EYLEM PARTİNIN KAPATILMASINI GEREKTİRCEK NİTELİKTE OLMAYIP, 129’U YANİ %93’Ü İFADE VE ÖRGÜTLENME ÖZGÜRLÜĞÜ KAPSAMINDA DEĞERLENDİRİLMESİ GEREKEN OLAYLARDIR : İddianamede, partinin kuruluşundan sonraki ,KAPATMAYA NEDEN OLACAK eylemleri olarak 141 maddelik bir liste oluşturulmuştur. Asgari 200 BİN ÜYESİ bulunan partimizin kapatılması nedenini oluşturduğu iddia edilen 141 maddelik eylem (!) listesi incelendiğinde;
§ 12 davanın beraatle sonuçlandığı, § 31 davanın halen derdest olduğu § 33 hazırlık soruşturmasının devam ettiği; § 38 davanın Yargıtay aşamasında olduğu, § 9 davada verilen kısa süreli cezaların para cezasına çevrildiği; § Bir davada da kısa süreli ceza nedeniyle erteleme mevcut olduğu anlaşılmaktadır. § Esasen birçok mahkumiyet kararında Ceza Muhakemeleri Kanunun 231.maddesindeki ‘HÜKMÜN AÇIKLANMASININ ERTELENMESİ’ uygulamasının yapılmadığı, yapılması halinde ‘hiçbir hukuksal sonuç doğurmayacağı’ İddianameye konu olan 141 eylemin 129’u yani %93’ünün düşünce açıklama özgürlüğüyle ilgili olduğu ve bunların ‘kesinleşmeleri’ halinde bile, birçoğunun AİHM den geri döneceği davalar niteliğinde olduğu anlaşılmaktadır.
4- İDDİANAMEDE SUNULAN KANITLARIN BİR KISMI GERÇEĞE AYKIRI, ÇARPITILMIŞ VE HUKUKSAL DEĞERİ OLMAYAN, ZORLAMA KANITLARDIR :
İddianamede yer alan 141 maddelik eylem listesinin;
SONUÇ VE İSTEM Önsavunma dilekçemizde yer alan ;
Sayın başsavcının tek tek iddialarına karşı ekte sunacağım dosyada ayrıntılı bir savunma bulunmaktadır. Bu nedenle sözü bu şekilde burada uzatarak gereksiz yere zamanınızı almak istemiyorum.Son söz olarak şunları ifade etmek istiyorum; Partimiz DTP, Türkiye’de başta Kürt sorunu olmak üzere temel bütün sorunların kalıcı çözümüne dönük önemli bir role ve misyona sahiptir. Bu rolümüzü oynayabileceğimiz zeminler dahi yaratılmadan partimizin kapatılması büyük bir talihsizlik olacaktır. Özellikle Meclise girdiğimiz günden bu yana diyalog kanallarını zorlayarak akan kanı durdurmaya çalışan olağanüstü insani çabamızın görmezden gelinmesi Türkiye’ye kazandırmak yerine maalesef ki kaybettirmiştir. Birlikte yaşamın mümkün olduğu, kardeşçe kucaklaşmanın hepimizin ortak özlemi olduğu, daha demokratik bir cumhuriyetin hepimizin hakkı olduğu inancını güçlü bir şekilde savunan partimiz, Türkiye demokrasisi açısından büyük bir şanstır. Bu şansın heba edilmeyeceğini, Türkiye’de farklı düşünen ve farklı yaşayanların da demokratik sistem içerisinde yerlerinin olduğunu gösteren, aydınlık bir geleceğe hizmet edecek bir karar alacağınıza yürekten inanıyor, tekrardan yüce heyetinizi saygıyla selamlıyorum. 16 Eylül 2008
Ahmet TÜRK DTP Genel Başkanı
[1] Sözleşme’nin 11.maddesine göre; 1. Herkes asayişi bozmayan toplantılar yapmak, demek kurmak, ayrıca çıkarlarını korumak için başkalarıyla birlikte sendikalar kurmak ve sendikalara katılmak haklarına sahiptir. 2. Bu hakların kullanılması, demokratik bir toplumda, zorunlu tedbirler niteliğinde olarak, ulusal güvenliğin, kamu emniyetinin korunması, kamu düzeninin sağlanması ve suç işlenmesinin önlenmesi, sağlığın veya ahlakın veya başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması amaçlarıyla ve ancak yasayla sınırlanabilir. Bu madde, bu hakların kullanılmasında silahlı kuvvetler, kolluk mensupları veya devletin idare mekanizmasında görevli olanlar hakkında meşru sınırlamalar konmasına engel değildir. [2] Raporun tam metni için bkz. http://www.coe.fr/venice Kaynak: Bianet.org |
Friday, August 15, 2008
DTP'nin Sözlü Savunmasının Tam Metni
KurdTime : Friday, August 15, 2008
Etiketler : Dtp
Subscribe to:
Post Comments (Atom)
0 Yorum:
Post a Comment