Devletin isyanları önleme reçetesi "Ağrı Dağı tepelerinde tayyarelerimiz şakiler üzerine çok şiddetli bombardıman ediyorlar. Ağrı Dağı daimi olarak infilak ve ateş içinde inlemektedir. Türk’ün demir kartalları asilerin hesabını temizlemektedir. Zilan Deresi ağzına kadar ceset dolmuştur” (16 Temmuz 1930, Cumhuriyet ) Devletin isyanları önleme reçetesi ‘İkinci Adam’ İsmet İnönü şöyle demişti: “Kürtler Ermeni tehlikesini biliyorlardı. Milli Mücadele'nin devamınca canla başla beraberlik gösterdiler. Lozan Muahedesi yapılırken de Kürtler vatansever olarak Türklerle beraber bulunmuşlardır. Biz Lozan'da milli davamızı 'Biz Türkler ve Kürtler' diye bir millet olarak müdafaa ettik ve kabul ettirdik. Şeyh Sait İsyanı Kürtlerin bu umumi tutumundan ayrılan bir sapmadır." ( “Anılar”, Ulus, 31 Mart 1969.) Anlaşılan İnönü, Genelkurmay Harb Tarihi Başkanlığı tarafından 1972 yılında yayımlanan Türkiye Cumhuriyeti’nde Ayaklanmalar (1924-1938) adlı eserdeki saptamaları pek ciddiye almıyordu. Çünkü bu kitaba bakılırsa söz konusu dönemde, Türkiye’de 17’si doğuda yaşanan 18 ayaklanma yaşanmıştı. Genelkurmay’ın bu olayları nitelerken kullandığı ‘harekat’, ‘tedip’ (terbiye etme) ve ‘tenkil’ (cezalandırma) gibi terimlere bakılırsa, bunların bir kısmı ‘isyan’ ya da ‘ayaklanma’ değildi ama, hakikaten de, İnönü’nün sözü ettiği ‘isyan’, Türkiye’nin siyasi tarihinde önemli bir dönüm noktasına işaret ediyordu. ŞEYH SAİD İSYANI • 13 Şubat 1925’de varlıklı ve eğitimli Nakşibendi (Zaza) Şeyhi Said’in, Bingöl'ün (o zamanki adıyla Çapakçur'un) Ergani ilçesinin Eğil bucağına bağlı Piran köyündeki evine sığınan bir grup asker kaçağını almak üzere gelen jandarma birliğine ateş açılmasıyla başlayan isyan, gerek isyancıların halktan bekledikleri desteği alamaması, gerekse devletin 20 bin kişilik orduyla, isyancıların üzerine gitmesi sayesinde iki ay gibi kısa sürede bastırılmıştı. Şeyh Said ve yanındakiler, 14 nisanda, Ankara’nın isyanın planlayıcısı Azadi örgütündeki casusu olan Cibranlı Binbaşı Kasım Bey tarafından yakalanarak hükümete teslim edilmiş, Azadi (Özgürlük) örgütü liderleri Cibranlı Halit Bey, Yusuf Ziya Bey ve üç akrabası 14 Nisan 1925’te Bitlis’te kurşuna dizilirken, Şeyh Said ve 47 adamı, 29 Haziran 1925’te, Diyarbakır’da halkın da katılımı ile idam edilmişti. (Yusuf Ziya Bey 1924 Ekim ayında Beytüşşebap Ayaklanması ile ilgisi bulunduğu gerekçesi ile tutuklanmıştı.) ÇARESİ SÜRGÜN • Türk Hükümeti, Musul sorunun Milletler Cemiyeti gündeminde olduğu bir sırada çıkan ayaklanma, Musul’u almak için ‘Türk-Kürt etle tırnak gibidir’ tezine zarar vereceği için, ayaklanmayı dışarı karşı olduğundan küçük, içeri karşı olduğundan büyük gösterecekti. Hükümetin olayı iç muhalefeti bastırmak için kullandığı açıktı. Çünkü 13 ilde sıkıyönetim ilan edilmiş, ardından 1920 tarihli Hiyanet-i Vataniye Kanunu’nda değişiklik yapılarak dini esaslı cemiyet kurmak ve dini siyasete alet etmek vatana ihanet kapsamına alınmıştı. ‘Pasif’ bulunan Ali Fethi (Okyar) Bey hükümeti düşürülmüş ve yerine ‘şahin’ İsmet Paşa hükümeti kurulmuştu. 4 Mart 1925’te, ülkedeki tüm özgürlükleri rafa kaldırmaya olanak veren Takrir-i Sükun Kanunu çıkarıldıktan sonra isyancıları yargılayacak Şark İstiklâl Mahkemeleri kurulmuş İstanbul ve Anadolu’daki İslamcı, muhafazakâr ve solcu gazeteler de kapatıldıktan sonra 20 bin askerin katıldığı ‘tenkil’ harekatı başlamıştı. ‘Tenkil’ harekatı sırasında 15-20 bin isyancı öldürülmüş, yüzlerce köy yakılmıştı. İsyan bölgesindeki İstiklal Mahkemelerinin görev yaptığı Mart 1927’ye kadar 5.110 kişi yargılanmış, 420 idam, 1911 hapis cezası verilmişti. 17 Kasım 1924’te Mustafa Kemal’in muhaliflerinin kurduğu Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, isyanla ilişkilendirilerek 3 Haziran 1925’te kapatılmıştı. (Mete Tunçay, Türkiye Cumhuriyeti’nde Tek Parti Yönetimi, Tarih Vakfı Yayınları, 2005, s. 134-155 ve Ergun Aybars, İstiklâl Mahkemeleri 1923-1927, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, 1982, s. 125.) AĞRI’NIN TEDAVİSİ ZİLAN DERESİ • İsyanın ardından ilan edilen 1925 Şark Islahat Planı uyarınca Cemilpaşazadeler, Bedirhaniler gibi bölgenin aristokratları, Saidi Nursi gibi dinsel liderleri sürgüne gönderildi. 1927’de ‘Bazı Şahısların Şark Mıntıkalarından Garp Vilayetlerine Nakline Dair Kanun’la sürgünün çapı daha da genişletildi. Aynı yıl, eski Kürdistan Teali Cemiyeti’nin üyeleri, Şeyh Sait’in, Bedirhan Bey ve Cemil Paşa’nın çocukları, Ermeni Taşnak Komitesi’nin üyeleri, birbiriyle didişen aşiret reisleri gibi karışık bir grup, Lübnan’da Xoybun (Bağımsızlık) adlı bir örgüt kurdular. Böylece şehirli ve kırsal kökenli grupların veya bir zamanlar fail ve mağdur olarak karşı karşıya gelen Kürtlerin ve Ermenilerin zoraki evliliği ortaya çıktı. Xoybun (Hoybun) 1926-1930 arasında Yezidi, Sünni ve Alevi Kürt aşiretlerinden oluşan Celali Konfederasyonu’nun Ağrı Dağı’na sığınmasıyla başlayan olaylara damgasını vuracaktı. Çeşitli dönemlerde İran, Irak ve Suriye’ye kaçmış olan Kürt aydınları, aristokratları, aşiret beyleri Ağrı’ya gelmişler, bunlara İran’daki Şikan aşireti de katılmış, eski bir Osmanlı askeri olan İhsan Nuri’nin yönetiminde dağda ‘Ağrı Cumhuriyeti’ diye bir yönetim kurup, Milletler Cemiyeti’ne bile başvurmuşlardı. Cumhuriyetin yeşil, sarı kırmızı bantların üstünde Ağrı Dağı motifli bir bayrağı bile vardı. (Naci Kutlay, “Cumhuriyet ve Kürtler”, Toplumsal Tarih, S. 160, Nisan 2007, s. 27-28) Hükümet, isyancıları vazgeçirmek için 1928 yılında bir af çıkardı. İlginçtir, Erzurum Kongresi’ni düzenleyen VMHC’nin kurucularından Kürt kökenli Süleyman Nazif affa karşı çıktığı gibi “vaaz ve nasihat veya re’fet ve şefkat zamanı çoktan geçti, eline silah almış olan her asinin eli başıyla birlikte kesilmelidir” demişti. (Mehmet Bayrak, Kürdoloji Belgeleri II, Öz-Ge Yayınları, 2004, s. 291-292.) Bir süre sonra Nazif’in yöntemleri uygulandı, çünkü isyancılar dağdan inmişler ama İran’da yeniden örgütlenmeye başlamışlardı. Alınan tedbirler hakkında bir fikir vermesi için 16 Temmuz 1930 tarihli Cumhuriyet gazetesinden okuyalım: "Ağrı Dağı tepelerinde kovuklara iltica eden 1500 kadar şaki kalmıştır. Tayyarelerimiz şakiler üzerine çok şiddetli bombardıman ediyorlar. Ağrı Dağı daimi olarak infilak ve ateş içinde inlemektedir. Türkün demir kartalları asilerin hesabını temizlemektedir. Eşkıyaya iltica eden köyler tamamen yakılmaktadır. Zilan harekatında imha edilenlerin sayısı 15 bin kadardır. Zilan Deresi ağzına kadar ceset dolmuştur (.) Bu hafta içinde Ağrı Dağı tenkil harekatına başlanacaktır. Kumandan Salih Paşa bizzat Ağrı'da tarama harekatına başlayacaktır. Bundan kurtulma imkanı tasavvur edilemez." Zilan Deresi cesetlerle dolunca İsmet Paşa noktayı koydu: “Bu ülkede sadece Türk ulusu etnik ve ırksal haklar talep etme hakkına sahiptir. Başka hiç kimsenin böyle bir hakkı yoktur” (Milliyet, 31 Ağustos 1930) Ödemiş'te bir konuşma yapan Adalet Bakanı Mahmut Esat (Bozkurt) ise lafı gevelemeyecekti: “Biz Türkiye denen dünyanın en hür ülkesinde yaşıyoruz. Mebusunuz inançlarından samimiyetle bahsetmek için buradan daha müsait bir ortam bulamazdı. Onun için hislerimi saklamayacağım. Türk bu ülkenin yegâne efendisi, yegâne sahibidir. Saf Türk soyundan olmayanların bu memlekette tek hakları vardır; hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı. Dost ve düşman, hatta dağlar bu hakikati böyle bilsinler!” (Milliyet, 19 Eylül 1930) 1933’te, Cumhuriyet’in 10. Yılı şerefine çıkarılan genel aftan, 1923’te Lozan Barış Antlaşması kapsamında yurt dışına sürülen 150’likler affedilip Türkiye’ye dönmelerine izin verilirken, sürgündeki Kürtlere bu hak tanınmamıştı. (Bayrak, s. 294) DERSİM’İN TERBİYESİ ZOR • Mülkiye Müfettişi Hamdi Bey, Şubat 1926’da hükümete sunduğu raporda, “Dersim, Cumhuriyet hükümeti için bir çıban başıdır. Bu çıban üzerinde kesin bir ameliye yapmak ve elim ihtimalleri önlemek, memleket selameti için mutlaka lazımdır” demişti. 1931’de Birinci Umumi Müfettişi İbrahim Tali (Öngören) yöntemi açıkladı: “A. Bütün Dersim’in hariçle münasebetini kat ederek (keserek) bu yüzden taarruzlarına ve ticaretlerine mani olmak, aç kalacak halkı zamanla kendiliğinden ilticaya icbar etmek (zorlamak) ve şu suretle Dersim’i fenalardan tahliye. B. Her tarafı esaslı surette kapadıktan sonra ihata çenberini tedricen darlaştırmak ve fenalıklardan dolayı yakalananları derhal Dersimden çıkarak Garba atmak ve serpiştirmek.” Erkanı Harbiye Reisi’ne verilen raporda ise açık konuşulmuştu: “Dersimli okşanmakla kazanılmaz. Müsellah kuvvenin (silahlı kuvvetlerin) müdahalesi Dersimliye daha çok tesir yapar ve ıslahın esasını teşkil eder. Dersim evvela koloni gibi nazarı itibara alınmalı. Türk camiası içinde Kürtlük eritilmeli, ondan sonra ve tedricen öz Türk hukukuna mazhar kılınmalıdır.” (Dersim, Jandarma Genel Komutanlığı’nın Raporu, Kaynak Yayınları, 1998, s. 174 ve 184.) Geçmiş tecrübelere bakarak devletin bu tavsiyeleri dinleyip dinlemediğini tahmin etmek zor değil ancak bu konuya, önümüzdeki haftalarda, 3 Ağustos 2008 tarihli ‘Kürtleri imha etmek fikri kime aitti?’ başlıklı yazımı tekzip eden Sayın Nilüfer Bayar Gürsoy’un mektubuna cevap verirken değineceğim. Şeyh Said İsyanı’nın mahiyeti neydi? 13 Şubat 1925’te jandarma kışkırtması ile patlak veren isyana adını veren varlıklı ve eğitimli Nakşibendi Zaza Şeyhi Said Hilafetin kaldırılmasına tepki gösteriyor, II. Abdülhamid'in en büyük oğlu olan ve o sıralar Beyrut'ta yaşayan Mehmed Selim Efendi'yi başa geçirerek Saltanat ve Hilafet'i yeniden kurmak istediğini söylüyordu. Ancak isyanın arkasındaki Azadi örgütü Abdülhamit’in Hamidiye Alayları’nda görev yapmış milliyetçi subayların kurduğu seküler bir örgüttü. Öte yandan, olaya ‘irticai’ damgasının hükümetin işi olduğu Bakanlar Kurulunun 3 Mayıs 1341/1925 tarihli kararnamesindeki şu ifadeler gösteriyor: "Yüce Genel Kurmay Başkanlığından gelen 30 Nisan 1341 tarih ve 1835/2270 numaralı tezkerede, son isyan ve irticâ olayının basınımızda ve özellikle İstanbul basınının büyük bir kısmında genel bir Kürt ayaklanması şeklinde gösterilmesi, iç ve dış düşmanlarca propaganda zemini ittihaz edilmekte olduğundan ve esasen sınırlı bir sahada çeşitli emeller ve iğfalât (aldatmalar) neticesi oluşan olayın büyütülmesi uygun olmadığından, isyanın ayrımcılıktan ziyade irticâî cehalet ve aldatma neticesi zemininde yayın yapılması için gereğinin yerine getirilmesi teklif olunmuştur...irticâi görünümü olduğu tespit ve malum olan hadisenin, basında Kürt meselesi şeklinde inhisar ettirilmesi gerçeğe mutabık olmadığı kadar siyaseten de sakıncalı olduğundan, keyfiyetin bu açıdan yayınlanması için Dışişleri Bakanlığına tevdiî münasib görülmüştür." YABANCI PARMAĞI VAR MIYDI? • Resmi tarihin daha sonraki yıllarda olaya kattığı ikinci ‘sos’, bu ‘irticai’ kalkışmanın iç dinamiklerle değil dış ‘mihraklarla’ ilişkisi olduğudur. Peki bu doğru mudur? Önce, İsmet İnönü’yü dinleyelim: “Şeyh Said İsyanını doğrudan doğruya İngilizlerin hazırladığı veya meydana çıkardığı hakkında kesin deliller bulunamamıştır. Fakat, bundan şüphe edilmiş ve gerekli tahkikat yapılmıştır. Çünkü, İngilizlerin Musul Hareketi esnasında ve daha sonra Nesturi ayaklanmasında olduğu gibi, hudutlarda ve dışarıda propagandayla, münasebetlerle Şeyh Sait İsyanı’nın patlamasına zahiren yardımcı oldukları intibaı mevcuttu.” (İnönü, Hatıralar, Cilt I, I, s. 202) Gerçekten de, Azadi örgütü, Ermenilerden İngilizlere, Ruslardan Fransızlara kadar herkesten yardım almaya çalışmıştır. Dönemin tanıklarından Hesen Hişyar Serdî'nin anılarında dış destek arayışı ile ilgili çabalardan şöyle anlatılır: "… bazı üyeler, 'Suriye üzerinde Fransa ile ilişkiler kurmak gerektiğini,' önerdi. Bazıları ise, 'Biz Irak üzerinden İngilizlerle ilişki kuralım,' dedi. İçlerinden iki üye de, 'Sovyetler bize komşu ülkedir, onunla ilişkiye geçelim,' görüşünü ileri sürdü. Bu öneriyi ezici bir çoğunluk, 'Sovyetler dinsiz bir ülkedir. Bizim onlardan hiçbir beklentimiz olamaz,' diye bağırarak tepki ile karşıladı. Toplantıda Şeyh Sait bağdaş kurup oturmuş vaziyette sessizce dinliyordu. Tepkiler karşısında sessizliğini bozarak, 'Kimisi Fransa kimisi İngiltere dedi, hiç kimse de kızmadı. Ne zaman ki Rusya'nın bahsi geçti çoğunluk yerinden tepki ile sıçradı. Biz siyasi bir dost ve bizi destekleyecek birini arıyoruz. Sizin devletlerin dini ile ne alakanız olacak ki?" (Hesen Hişyar Serdî, Görüş ve Anılarım, Med Yayınları, İstanbul 1994, s. 194.) EMNİYETİN TUZAĞI MI? • Metin Toker Şeyh Said ve İsyanı adlı kitabında İstanbul Emniyeti’nin, Nizamettin Bey adlı bir zabıta görevlisine İngiltere Hariciye Nezareti” görevlisi Mr. Templeton süsü vererek, 1924’ten 1925 Mart ayına kadar Kürdistan Teali Cemiyeti Başkanı Seyit Abdülkadir’in yakını Palulu ‘Kör’ Said’le defalarca görüştürdükleri, ancak Seyit Abdülkadir Bey’in, Mr. Templeton’un getirdiği 80 bin liralık şahsi çeki kabul etmediği, ayrıca önceden kararlaştırılan anlaşma metnini imzalamadığını anlatır. (s. 131) İngiliz arşivlerine dayanarak doktora çalışması yapan İhsan Şerif Kaymaz’a göre ise İngiliz rolüne ilişkin somut kanıt yoktur ancak Britanya Hükümeti’nin parmağı yoksa bile, Britanya’nın bölgedeki istihbarat görevlisi Dobbs’un işin içinde olması muhtemeldir. Çünkü Dobbs, isyan günlerinde alışılmadık bir suskunluk içerisindedir. Kaymaz haklı olarak, her zaman belgelerin değil, bazen suskunlukların da açıklayıcı olabileceğini düşünmektedir. (İ. Şerif Kaymaz, Musul Sorunu, Otopsi Yayınları, 2003, s. 468-495) Peki, isyan Musul sorununda kendisine yaramış olsa da, büyük bir Müslüman nüfusa sahip Britanya İmparatorluğu’nun Halifeliği geri getirmek isteyen bir ‘mürteci’ye destek vermesi mantıklı mıdır? Musul petrollerini kontrolüne almak isteyen Britanya’nın Sovyet yayılmacılığına karşı tampon olarak güçlü bir Türkiye’den yana olması gerekmez miydi soruları ortadadır. Dolayısıyla isyancıların İngiliz desteğini aramış olması, İngilizlerin destek verdiğinin kanıtı olamaz diyenler de haklıdır. ULUSAL MI? • Peki, isyanın gerçek mahiyeti neydi? O yıllarda ne üretim biçimi ve ilişkileri ne de bunların üzerinde yükselen üst yapı kurumları ‘ulusal’ nitelikte bir ayaklanmaya müsait değildi. Ancak ayaklanmayı planlayanlar ‘ulusal’ uyanış içinde olan kimselerdi. Buna karşılık halkı harekete geçiren söylemler dinseldi. Yine de ayaklanmaya katılım sınırlı kaldı çünkü, Zaza olmayan Kürtler, Zaza olup Alevi mezhebine dahil olanlar, Sünni olup Nakşibendi olmayanlar ayaklanmayı desteklememişti. Yani, ortada ‘ulusal’ bir bilinç yoktu. Şeyh Said İsyanı davasını gören Şark İstiklal Mahkemesi reisi Mazhar Müfit Bey ise şöyle demişti: “Kiminiz hasis şahsi menfaatlerinize bir zümreyi âlet, kiminiz ecnebi kışkırtması ve siyasî hırslarını rehber ederek, hepiniz bir noktaya, yani Müstakil Kürdistan teşkiline doğru yürüdünüz.” (B. Cemal, Şeyh Said İsyanı, s. 113’ten aktaran Mete Tunçay, Türkiye Cumhuriyeti’nde Tek Parti Yönetimi, Tarih Vakfı Yayınları, 2005, s. 137.) RIZA NUR İLE ZİYA GÖKALP NE KONUŞTU • 1921 Mayısı'nın son günleriydi. Samsun'dan yola çıkan yaylı bir arabada, iki önemli adam, Ankara'ya doğru ilerliyordu. Birisi, Rıza Nur'du, diğeri ise Malta'daki bir buçuk yıllık sürgün hayatından henüz yeni dönmüş olan Ziya Gökalp. Rıza Nur, yıllar sonra, yol arkadaşının vasıflarını överken suskunluğundan şöyle yakınacaktı: ‘Ziya, İttihatçılar'ın içinde yegane bir düşünür kafa ve âlim adamdı. Memleket ondan istifade etmeli. Vakıa on yıl muhasım (karşıt) saflarda bulunduk. Ama vatan işi başka. Kıymetli adamları iş başına koymalı. Yalnız pek az konuşuyor. Siz sormazsanız, hep somurtuyor. Laf ağzından damla damla çıkıyor. Yaylılarla beraber Ankara'ya gidiyoruz.’ İLMİ TETKİKLER • Gökalp'in sözünü ettiği konulardan biri, yeni Türkiye'nin sosyolojik yapısıydı. Gökalp, savaş sonrasında Kürtler hakkında nasıl bir politika izlenmesi gerektiği sorusunu şimdiden araştırmak gerektiğini düşünüyordu. Rıza Nur'a bu amaçla bir "İlmi Araştırma Enstitüsü" kurmak gerektiğinden söz etti. Az ama öz konuşuyordu. Ankara'ya varmalarından bir süre sonra, Rıza Nur, Sıhhat ve İçtimai Muavenet Vekili (yani Sağlık Bakanı) oldu. Ziya Gökalp'e ise, Maarif Vekaleti (Milli Eğitim Bakanlığı) içinde alt düzey bir görev verildi. Bu görevde fazla kalmayarak, sonbaharda memleketi olan Diyarbakır'a gitti. Kısa bir süre sonra Rıza Nur, "memleket ondan istifade etmeli" düşüncesiyle, Gökalp'e bir mektup yazdı ve doğudaki Kürt aşiretleri hakkında bir araştırma yapmasını rica etti. Rıza Nur, sonradan bunu şöyle anlatacaktı: "Sıhhiye vekili iken, isyanın da o vakit bu vekalete ait olmasından istifade ederek, Ziya Gökalp'e Kürtler'i tetkik ettirdim. Maksadım, bu gibi malumatı toplayıp vaziyeti ilmi, iktisadi bir surette öğrendikten sonra, Kürtlere Türk olduklarını anlatmak için teşkilat yapıp faaliyete geçecektim. Bugün Kürt denilen bu adamların çoğunun Türk olduğunu bilirim. Yalnız onlara bunu bildirmek, öğretmek lazımdı." Gökalp “Kürt Aşiretleri Hakkında Tetkikler” başlıklı araştırmasını yaptı ve Ankara Hükümeti’ne sundu. Bir sosyolog olarak konunun öneminin bilincinde olan Gökalp, 1924'teki erken ölümüne dek çeşitli dergilerde Kürtler'i ele alan, Türklerle Kürtlerin kaynaşmışlığını ve ayrılmazlığını anlatan önemli makaleler kaleme aldı. MODERNLEŞME FARKI • Gökalp, Türklerle Kürtler arasındaki temel farkı şöyle tarif ediyordu: "Türkler şehir medeniyetine daha istidatlı olduklarından şehirler Türklük merkezi halini almakla beraber, oralara gelen Kürtleri de Türkleştirmektedir. Köylerde ve çadırlarda yaşayan Türkmenler ise, sahra medeniyetinde daha kuvvetli bulunan Kürtlüğe temessül etmektedirler." Bu durumda, Kürtleri hem Türklerle kaynaştırmak hem de modernleştirmek için yapılması gereken, onları göçebe ve dağlık yaşamdan yerleşik şehir yaşamına geçirmekti. Bu nedenle Gökalp, raporunda dağlık bölgelerde yaşayan Kürtlerin ovalara indirilmesini ve orada arazi sahibi kılınmalarını savunmuştu. Ancak bunlar yapılırken Kürtler ve Türkler arasında kardeşlik korunmalı, bunun için de ortak inançlar, değerler ve tarihsel birliktelik vurgulanmalıydı. OKUNMAYAN RAPORLAR • Gökalp'in çalışması, dört kopya olarak çoğaltıldı. Birisi doğrudan Mustafa Kemal Paşa'ya gönderildi. Paşa raporu çok takdir etti. Hükümet, Gökalp'ten, araştırmayı genişletmesini istedi. Ancak hastaydı ve kendisine yardım edecek kimse de yoktu. Bu nedenle çalışma barış zamanına ertelendi. Fakat barıştan sonra da fazla yaşayamadı. Kürt konusundaki araştırmalarına devam edemedi, çok istediği “Türkiye içtimaiyatı” incelemelerini yapamadı, yoksulluk içinde vefat etti. İleriki yıllarda, Ziya Gökalp’in değil Rıza Nur’un çizgisi egemen oldu. Zaten, Şevket Süreyya Aydemir'e göre Mustafa Kemal de, genel olarak, Ziya Gökalp’e “fazla bir meyil göstermemişti!”(Mustafa Akyol, Kürt sorunun yeniden düşünmek: Yanlış giden neydi? Bundan sonra nereye?, Doğan Kitap, 2006’dan kısaltılarak aktarılmıştır.) Ziya Gökalp'in raporunu, Mülkiye Müfettişi Hamdi Bey'in İçişleri Bakanlığı'na raporu (1926), Diyarbakır Valisi Cemal Bardakçı'nın raporu (1926), Umumi Müfettiş İbrahim Tali Öngören'in raporu (1931), Dahiliye Vekili Şükrü Kaya’nın raporu (1931), Korgeneral Ömer Halis Bıyıktay'ın raporu (1931), İçişleri Bakanı Şükrü Kaya'nın raporu (1931), Başbakan İsmet İnönü'nün raporu (1935), Umumi müfettiş Abidin Özmen'in ‘Şark Meselesi’ raporu (1936), İktisat Vekili Celal Bayar'ın ‘Şark Raporu’ (1936), eski Vali ve Mülkiye Müfettişi Ahmet Hasip Koylan’ın raporu (1939 ?), Maliye müfettişi Burhan Ulutan'ın raporu (1947), 27 Mayısçıların raporu (1961) izledi. YARIN • ‘Çok partili’ dönemde Kürtler için ne değişti? |
0 Yorum:
Post a Comment