Wednesday, October 15, 2008

Siyasi cesaret...

candar[1] Cengiz Çandar-Referans

Mesut Barzani ile Bağdat’ta yapılan görüşmeden sonra, kuzeydeki Kürt yönetiminin başbakanı Neçirvan Barzani’nin Türkiye’ye gelmesi de bekleniyor.

Bütün bunlar, “terör”ü sona erdirecek, PKK’nın kökünü kazıyacak adımlar olmayacak; bunu bilelim. Ancak, doğru yönde davranışlar.

Gelgelelim, bir yandan da bunlar “eksik” adımlar. İngilizcede “too little, too late” diye bir deyiş vardır; “çok az, çok geç” anlamına gelir.

Türkiye, Iraklı Kürt liderlerle Erbil’de en yüksek düzeyde görüşmeyi içine sindiremediği, Musul’da konsolosluk açtıktan gayrı Basra’da, ülkenin en güneyinde konsolosluk açmayı düşündüğü halde Erbil “sıranın en arkasında” beklediği sürece, doğru yönde de olsa atacağı her adımın “çok az, çok geç” olması ihtimali bulunuyor.

Mesut Barzani ile görüşmek “dramatik” bir gelişme değil; Bağdat’ta görüşmenin “radikal” bir tarafı yok. Mesut Barzani, Türkiye’de cumhurbaşkanı, başbakan sıfatı taşıyan kişilerle zaten defalarca görüştü. Daha alt düzeyde bir Türk yetkilisiyle görüşmesini “dramatik” bir gelişme olarak göremeyiz.

Kaldı ki, Mesut Barzani Irak’ın yeni statüsü ortaya çıkalıberi Türk yetkililer ile Bağdat’ta bir araya geldi. Bağdat’ta. Onunla yönetim merkezinin bulunduğu mekanlarda, Erbil ya da Selahaddin’de görüşen sadece MİT Müsteşarı oldu.

Bunun anlamı, Ankara’nın Irak Kürt yöneticilerine “güvenlik sorunu” çerçevesinde yaklaşıyor olmasıdır. Bu, Türkiye’nin Irak’ın yeni “siyasi statüsü”nü, yani anayasal federal yapısını ve bu bağlamda Kürtlerin yetkileri hayli gelişmiş biçimde kuzeyde “özerk yönetim”e sahip olduklarını kabullenmekte, bu “yeni tarihi olgu”yu içine sindirmekte zorlandığını ortaya koyuyor.

Daha da önemlisi, Türkiye’nin bir numaralı sorununa yani “Kürt sorunu”na, “siyasi” bir sorun olarak yaklaşmak yerine, onu “terör bağlantılı” bir “güvenlik sorunu” olarak algılamayı ifade ediyor.

Diyarbakır’da Ankara kaynaklı hiçbir politikanın bir türlü “dikiş tutturamaması”nın ve en önemlisi “asla tutturamayacak olması”nın nedeni de bu.

***            ***          ***

Diyarbakır’da hafta sonu bir sivil toplum kuruluşu diye nitelendirilen etkili bir meslek kuruluşunun eski  başkanı, gelinen durumu “Ankara, Kürtlere ilişkin her türlü politikasını PKK’yı eksen alarak, ona göre ayarlıyor. Bu da burada hepimizi felç ediyor. Bizleri de PKK’nın esiri konumuna sokuyor” sözleriyle şikayet ediyordu.

Gerçekten, Diyarbakır’da son yıllarda kendiliğinden Kürt vatandaşlarımızın en önemli “sözcüsü” konumuna tırmanan ve böylelikle Güneydoğu ile Türkiye’nin bütün arasında işlevsel bir “yapıştırıcı” rolüne giren STK’ların şu son dönemde fazla bir hükmü kalmamış durumda.

Bunun “baş sorumlusu” olarak “umutları yeşertmiş” olan Başbakan gösteriliyor. Yeşerttiği umutları, “Kürt kimliği”nin tanınması ve bu yönde gereğinin yapılması doğrultusunda gerekli hatta zorunlu hiçbir adımı atmayarak soldurttuğu için.

Diyarbakır’dan bakıldığında, Başbakan ile “sorun”a beklendiği biçimiyle “güvenlik odaklı” yaklaşan asker arasında net sınırlar görülmüyor. “Var” deseniz de, Diyarbakır o “sınırlar”ı görmüyor.

“Diyelim ki,  PKK diye bir şey yok. Hiçbir zaman da olmadı? Kürt sorununa ilişkin hiçbir adım atılmayacak mıydı? Mesele, sadece ekonomik boyutu, yani bölgenin geri kalmışlığı, insanlarının yoksulluğu, işsizliği yönünden mi ele alınacaktı?” sorusunu işittik Diyarbakır’da.

Devletin politikasızlığı ya da yanlış siyaseti ile PKK arasında sıkışarak etkilerini, işlevlerini yitirmekte olan Diyarbakır ileri gelenleri böyle bir “varsayım”dan ürettikleri soruyu soruyor ve buna bir soru daha ekliyor:

“PKK hiç olmamış olsa ya da ezilmiş, yok edilmiş olsa, ‘Kürt dilinde eğitim’, Diyarbakır’da Dicle Üniversitesi’nde / İstanbul’da, Ankara’da) ‘Kürdoloji Enstitüsü’ kurulması, Kürtçe televizyon-radyo yayımının, Kürtçe gazete, dergi, kitap basımının hukuki güvencelerle önünün açılması düşünülmeyecek miydi?”

Bu soru ortada yerde duruyor?

Bu yönde hiçbir hareketlilik görülmediği, dahası Ankara’dan böyle bir “niyet” fark edilmediği için alan “şiddete açık” hale geliyor ve işte orada PKK “psikolojik üstünlüğü” ele geçiriyor.

Diyarbakır’da dershane saldırısında dibe vuran PKK, Aktütün’e rağmen, şimdilerde kendisine hayli geniş bir “psikolojik” manevra alanı bulmuş durumda.

Bunu basit göstergelerden bile anlayabilmek mümkün. “Ülkeye Bakış” gazetesinin dağıtıldığını sokak aralarında dolaşırken görüyorsunuz. Aynı gazete, bayilerde de var. Bir bayiden nasılsa alırım diye fazla sallanırsanız, birkaç saat sonra bulamayabilirsiniz. Bitiyor çünkü.

“Ülkeye Bakış” her hafta biri kapatılan gazetelerin ardından geçen hafta piyasaya sürülenin adı. Haftaya o olmayabilir. Yerini bir başkası alır. Gazetenin birinci sayfasında PKK liderlerinden Mustafa Karasu ile son gelişmeler üzerine –muhtemelen Kandil’de- yapılmış uzun bir söyleşinin haberi var.

İç sayfalarda boydan boya iki sayfayı kaplıyan söyleşiden gayrı, yine PKK liderlerinden Duran Kalkan’la ilgili fotoğraflı haberler, örgütün çeşitli organlarının açıklamaları geniş yer kaplıyor.

Gazeteyi okurken, Aktütün’ün asıl adının “Bezene” olduğunu da öğrenmiş olduk. Dağlıca’nın adının Oramar olduğunu biliyorduk.

Tam buraya gelmişken soralım: Bölgede değiştirilen şehir, kasaba, belde, köy, mezra isimlerinin geri verilmesi düşünülüyor mu?

Bu, hayati bir sorun. İsim değişiklikleri, bölgenin her köşesinde Ankara’nın “Kürt kimliğini silme” iradesi olarak algılanıyor.

“Kürt kimliği” şayet resmen tanınacaksa, değiştirilen isimlerin iadesi gerekiyor.

***            ***           ***

PKK’nın, hükümetin “kimlik sorunu”na ilişkin anlamlı hiçbir adım atmaması sayesinde “psikolojik üstünlüğü” ele geçirmesinin adeta otomatik sonucu, STK’ların “işlev” yitirmesi. Bu bakımdan, Genelkurmay Başkanı’nın Diyarbakır’a gelip STK yöneticileriyle görüşmesinin Türkiye’ye bir getirisi olmadığı gibi, STK’ların bölgedeki etkilerinin zayıflamasını arttırmak ve hızlandırmakta bayağı bir payı olmuş.

STK’lar, şimdilerde doğan bu durumun önüne geçmek için ellerinden geleni yapmışlar. Gerek Cumhurbaşkanı’nın ve gerekse Başbakan’ın kasasında ayrıntılı talepleri, raporları yazılı haliyle var. Her ikisiyle ve birçok devlet yetkilisiyle yüzyüze defalarca görüşülmüş.

Yani, Ankara’nın soruna, ne istendiğini, nelerin olabileceğine ilişkin bir “bilgi eksikliği” yok.

Ne var?

“Siyasi cesaret” eksikliği var.

Aynı “siyasi cesaret” eksikliği, konunun Irak ve oradaki Kürt yönetimiyle ilişkilere gelince de söz konusu. “Doğru”sunu biliyorlar. Doğru adımı, gecikmiş ve ürkek biçimde ve eksik atıyorlar.

İçerde ise “doğrusu”nu bildikleri kuşkulu. Biliyorlarsa bile “siyasi cesaret” eksikliğinden malul oldukları besbelli...

0 Yorum: