Monday, October 20, 2008

OSMANLI’DAN BUGÜNE 1: Kürt milliyetçiliğinin ‘geç’ doğumu

Başlarken Taraf

PKK’nın 1984 Eruh baskınından bugüne dek, Avrupa’nın en büyük, dünyanın altıncı büyük ordusuna sahip olan Türkiye, 20 bin civarındaki PKK üyesini etkisiz hale getirmek için 300 bin askerini ve 67 bin korucuyu seferber etti. 14 ilde 1987-2002 arasında “Olağanüstü Hal” (OHAL) ve sıkıyönetimler ilan edildi. Bunlar tam 57 kez uzatıldı. 24 kez sınırötesi operasyon yapıldı. Resmî rakamlara göre 14 yılda 96 milyar dolar harcandı. Bazıları bu rakamın aslında 400 milyar dolar olduğunu söyledi. Resmî rakamlara göre Türk tarafından asker-sivil 10 bini aşkın kişi hayatını kaybetti, bir o kadarı da yaralandı, sakat kaldı. PKK mensubu ya da yandaşı 25 bini aşkın kişi ‘etkisiz hale getirildi.’

20trfs1ayse[1] AD KOYAMAMAK • Yedi yıl kulağımızın üstüne yattıktan sonra 2006’dan itibaren tekrar tırmanan ‘düşük yoğunluklu çatışma’ durumunun bilançosu hakikaten vahim. Yürekleri dağlayan ölüm haberleri, sadece ilan edilmemiş bir savaşın sürdüğü bölgede değil, tüm ülkede yaşanan ama tam dökümünü bilmediğimiz ekonomik, sosyal, psikolojik yıkımlar, Ayvalık örneğinde ürkerek izlediğimiz türden ‘Türk’ ve ‘Kürt’ toplumları arasında yükselen düşmanlık hali ve daha nicesi.
Damadı gazeteci Metin Toker’e bakılırsa, İsmet İnönü “Daha Cumhuriyet’in kuruluşuyla birlikte düşünmeye başladı bu Kürtleri ne yapacağız diye?” demişti. (Aktaran Hasan Cemal 26 Ekim 2007 Milliyet) Yani, sorun bazılarının göstermek istediği, 1984’te PKK’nın Şemdinli ve Eruh baskınlarıyla başlamadı. Aksine Cumhuriyet’le yaşıt. Tam 85 yıldır, ‘şekavet’, ‘eşkıyalık’, ‘asayişsizlik’, ‘feodalizm’, ‘geri kalmışlık’, ‘modernleşme karşıtlığı’ gibi bağlamlarda ele aldığımız bu meseleye ‘Kürt Meselesi/Sorunu’, ‘Terör Meselesi’ ya da ‘dış mihrakların işi’ adı takmanın tarihçesi oldukça yeni. Yani PKK bir neden değil bir sonuç.
Adı doğru koyulamadığı için, meselenin nasıl bitirilebileceği konusunda da uzlaşma yok. Eskiden ‘harekât’, ‘tedip’, ‘tenkil’, ‘sürgün’ ve ‘imha’, ‘asimilasyon’ gibi zorbalıkla çözülmeye (!) çalışılan sorun şimdi de benzer yöntemlerle ele alınıyor. Kimi, PKK’yı tepelemek, kimi yerel yönetimleri ele geçirmek, kimi Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesine yatırım yapmak, kimi Kuzey Irak’a girmek, kimi Batılı ülkelere ültimatom çekmekten söz ediyor. Ama pek az kimse, bu ülkenin dört bir yanında Türklerle iç içe yaşayan, onlarla birlikte aş ve iş peşinde koşan, onlarla birlikte gülen ağlayan şiddete bulaşmamış Kürtlerin ne istediğini sormuyor. Sormak ne kelime Kürtlerin en azından belli bir bölümünü temsil eden HEP, DEP, HADEP, DEHAP ve nihayet DTP gibi partiler devlet katında, medyada ya da sivil toplumda sürekli yok sayılıyor, tahkir ediyor veya dışlanıyor. Benzer muamele, Türkiyeli Kürtlerin akrabaları olan Iraklı Kürtlere karşı da yapılıyor.

EMPATİ EKSİKLİĞİ •
Bunun bir de öteki yüzü var. Tarihi devletin izin verdiği ölçülerde öğrenebilen Türk tarafı, ‘Kürtlerin karda yürürken kart kurt sesi çıkardığı için Kürt adını almış bir Türk boyu’ olmadığını yeni idrak etmeye başladı ama, Kürtler arasındaki farklılıkları, Kürtler ile PKK, PKK ile Kürt milliyetçiliği, milliyetçi taleplerle kültürel talepler, kültürel taleplerle insan hakları gibi olgular, kavramlar arasındaki ilişkileri kurmakta zorluk çekiyor. Özetle, Kürtlerin (ve onlara destek veren uluslararası toplumun) kendilerinden ne istediğini bir türlü anlayamıyor.
Gerçi Kürtler bu saptamaya çok kızıyorlar ve “85 yıldır söylüyoruz, duymuyorsunuz, anlamıyorsunuz, anlamak istemiyorsunuz” diyorlar. Ama Aralık 2004’de International Herald Tribune’ün Avrupa baskısı ile Le Monde‘a verdikleri 200 imzalı ‘Kürtler ne istiyor?’ başlıklı ilandan sonra çıkan tartışmalardan hatırlıyoruz ki, henüz Kürtlerin kafası da ne istedikleri konusunda berraklaşmış değil. Federal haklarla esnetilmiş üniter devletten ekolojik topluma, Kemalizmi referans alan demokratik konfederalizmden bağımsız ulus-devlete kadar pek çok projenin yandaşı var. Üstelik bazen aynı kişiler, birden fazla projeyi aynı anda savunuyorlar. Yani her iki taraf da haklı. Ne Kürtler taleplerini derli toplu, açık, net anlatabiliyor, ne Türkler onları anlamak istiyor.
Bunlara ek olarak, her iki taraf da ‘Türkler’ ve ‘Kürtler’ gibi ‘yaratılmış’ kategorilerle konuşmanın mahzurlarını yaşıyorlar. Halbuki ne yekpare bir ‘Türklük’ ne de yekpare bir ‘Kürtlük’ var. Ama en kötüsü, her iki tarafın büyük bir kesiminin, meseleye milliyetçi paradigma içinden bakması. Çünkü her milliyetçilik gibi, Türk ve Kürt milliyetçiliği de diğerini ‘ötekileştirerek’ kendini tanımlayabiliyor.
Bu yazı dizisinde, iki halk arasında modern çağlardaki ilişkilerinin tarihçesini, milliyetçi paradigmalardan haberdar olarak ama onların esiri olmadan özetlemeyi amaçlıyorum. Çünkü konu, ciltler dolusu kitapla bile anlatılmayacak kadar karmaşık ve derin. Bu özetten hareket ederek, merak ettiğiniz başlıkları daha derinlemesine inceleyebileceğinizi umuyorum. Elbette, gerek yer sınırlılığı yüzünden, gerekse benim bilgisizliğim ya da unutkanlığım yüzünden atlanmış önemli noktaları sizlerin eleştiri ve katkılarıyla ilerde tamamlarım.
KENDİ VAR, ADI YOK BİR ÜLKE: KÜRDİSTAN • ‘Kürdistan’ terimi ilk kez, son Büyük Selçuklu Sultanı Sancar Bey’in (ö. 1157) merkezi bugünkü İran’ın Hemedan kentine yakın Bahar kenti olan ‘Kürdistan Eyaleti’nde kullanılmıştı. Kürdistan adı, coğrafi bir terim olarak, Kanuni Sultan Süleyman 1525 ve 1553 tarihli fermanlarında da vardı. I. Ahmet 1604 tarihli fermanında ‘Umum Kürdistan’ terimini kullanmıştı. 17. yüzyıl yazarı Evliya Çelebi ünlü seyahatnamesinde ayrıntılarıyla ‘Kürdistan’ bölgesini ve şehirlerini anlatmıştı. Sadrazam Mustafa Reşit Paşa 1847 yılında yönetim birimi olan ‘Kürdistan Eyaleti’ni kurdu. 13 Aralık 1847 tarihli Takvim-i Vekayi‘de yayınlanan düzenlemedeki eyaletin merkezi Ahlat’tı ve Diyarbakır, Muş, Van, Hakkâri, Cizre, Botan ve Mardin’i kapsıyordu. Merkez sonra sırasıyla Van’a, Muş’a ve Diyarbakır’a taşındı. 1856’da bu eyaletin sınırları yeniden düzenlendi, 1864’te ise Diyarbakır ve Van vilayetlerine bölünerek son buldu. Dahiliye Nazırı Mehmed Ali Bey’in Hariciye Nazırı Ferid Paşa’ya gönderdiği 13-14 Nisan 1335/1919 tarihli tezkirede bakılırsa bu tarihte de Kürdistan, Ermenistan, Kürt gibi terimler hiçbir komplekse kapılmadan kullanılıyordu. Milli Mücadele’nin başlarında, Mustafa Kemal’in, Kürt aşiret reislerine çektiği telgraflarda, Sovyet Rusya Dışişleri Komiseri Çiçerin’e yazdığı mektuplarda, bazı Meclis konuşmalarında ‘Kürdistan’ dediğini, Birinci Meclis’in Doğu’dan gelen üyelerine Kürdistan milletvekili dendiğini biliyoruz. Ama 1923’ten itibaren belgelerde bölgeden Vilayat-ı Şarkıya veya Şarkî Anadolu olarak söz edilmeye başladı. 1930’larda Şark, 1950’lerde Doğu ve Güneydoğu Anadolu, 1960’larda Kalkınmada Öncelikli Yöreler, 1984’ten 2002’ye kadar OHAL Bölgesi dendi. Bugün ise belirgin bir adı yok ama Kürdistan adını telaffuz etmek adeta tabu haline geldi. Öyle ki, Irak’ta resmi adı ‘Kürdistan Bölge Yönetimi’ olan idari yapı için bile ‘Kuzey Irak’taki oluşum’ gibi garip bir terminoloji kullanılıyor. İran’daki Kürdistan bölgesinden ise çok az kimsenin haberi var.

Osmanlı Devleti’nde, 1839’da Tanzimat ilanından sonra yaşanan ilk ciddi Kürt ayaklanması Cizre’deki son Botan Emiri Bedirhan Bey’in 1847’deki ayaklanmasıydı ama bu bırakın milliyetçiliği, ‘Kürtlük bilinci’yle bile değil, merkezî devlete karşı yetke alanını genişletmek için yapılmış bir başkaldırıydı. Yıllarca merkezle işbirliği içinde yöredeki Kürt aşiretlerine hükmeden Bedirhan Bey, bir süre sonra gücünün büyüsüne kapılmış, önce devletin Hıristiyan tebaasından Nasturilere saldırmış, arkasından Van bölgesinde Tanzimat reformlarına karşı çıkan Kürt aşiretlerine arka çıkmıştı. Merkezî devlet de, Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Paşa tehlikesini savuşturduktan sonra Bedirhan Bey’e haddini bildirmeye karar vermişti. 1847’de başlayan çatışmalar, sekiz aylık bir mücadeleden sonra merkezin galibiyeti ile sonuçlandı. Bedirhan Bey önce İstanbul’a sonra yabancı ülkelerin ricasıyla Girit’e sürgüne gönderildi. Orada Müslüman ve Hıristiyanlar arasında arabuluculuk yapması üzerine devlet tarafından affedildi ve ‘Paşa’ unvanıyla ödüllendirildi.

ŞEYH UBEYDULLAH İSYANI •
Bedirhan Bey’in yenilgisinden sonra bölgede dinsel, ekonomik ve siyasal anlamda en güçlü aktör Hakkâri’nin Şemdinli bölgesindeki Nehri köyünde ikamet eden Şeyh Ubeydullah olmuştu. Peygamber soyundan gelen ve Nakşibendîliğin Halidiye koluna bağlı olan Şemdinanlar, 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’ndan sonra Osmanlı Devleti ile İran arasındaki bölgenin kontrolünü tamamen eline geçirmişlerdi. Ağır vergileri ve 1879’da kötü geçen hasadı bahane eden Şeyh, önce vergi sistemini değiştirmek için devletle pazarlık yapmış, ama istekleri yerine gelmeyince Nasturilerin de desteğini alarak 1880’de hem Osmanlı Devleti’ne, hem de İran’daki Kaçar Devleti’ne isyan ettiğini açıklamıştı. Uzun bir pazarlıktan sonra Medine’ye sürgüne gitmek zorunda kalan Ubeydullah’ın Başkale’deki İngiltere Konsolos Yardımcısı Clayton’a yazdığı mektuptaki bazı ifadeler, ‘Kürtlük bilinci’nin şekillenmeye başladığını düşündürüyordu, çünkü talepler arasında Kürdistan’ın bağımsız bir bölge olarak tanınması vardı. (Ayaklanma hakkında ayrıntılı bilgi için: Waidieh Jwadiah, Kürt Milliyetçiliğinin Tarihi ve Gelişimi, İletişim, 1999, s.143-193)

İTC’NİN KÜRT ÜYELERİ •
Ama ortada henüz ‘Kürt milliyetçiliği’ diye bir oluşumun olmadığı 1889’da ilerde Türk milliyetçiliğinin şampiyonluğunu yapacak olan İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin (İTC) kuruluşu sırasında anlaşıldı. İTC’yi kuran beş kişiden ikisi, Arapkirli Abdullah Cevdet ve Diyarbakırlı İshak Sukuti Kürt’tü. Cemiyetin önde gelenleri arasına bulunan Bağdat Mebusu ve Darülfünun Hocası Babanzade İsmail Hakkı, İslamcı çevrelerde itibar gören Darülfünun Hocası Babanzade Ahmet Naim, sosyolog Ziya Gökalp önemli Kürt aydınlarıydı. Ayrıca 1847’de ayaklanan Botan Emiri’nin oğlu Bedirhan Bey, Şeyh Ubeydullah’ın oğlu Nehri Şeyhi Seyit Abdülkadir Efendi ve Bitlisli Saidi Nursi de İTC üyesiydi. (Kutlay, İttihat Terakki ve Kürtler, Koral-Fırat Yayınları, 1991, s.26)

KÜRDİSTAN GAZETESİ •
İstanbul’da bunlar olurken, Batı ile ilişki kurulan ve ondan etkilenilen diğer coğrafyalardaki modern anlamda milliyetçiliğin ilk emareleri görülmeye başlamıştı, ama henüz siyasal değil kültürel bir uyanış söz konusuydu. 1889’da Bedirhan Bey’in oğlu Midhat Mikdat Bey’in Kahire’de çıkardığı Kürdistan gazetesi bunun bir örneğiydi. Gazete geniş kitlelere ulaşamıyordu ancak, büyük kentlerdeki Kürt aydın ve elitlerini etkiliyordu. Gazetede Kürtlerin birliği, eğitime önem vermeleri, sanayi ve bilime yönelmeleri, köklerine uzanmaları, geçmişlerinden onur duymaları gibi konular vurgulanıyordu. Ahmedê Xanê’nin Mem u Zin adlı ünlü destanı ilk kez bu gazetede dizi halinde yayınlanmıştı. (Kutlay, İttihat Terakki, s. 23.)
II. Abdülhamit’in baskı rejiminden Avrupa’ya kaçan Jön Türklerle Kürt aydınlarının sıkı olmasa da teması sürmüştü. Nitekim Mithad Bey’in kardeşi Abdurrahman Bedirhan 1897’de Cenevre’de Kürdistan gazetesini çıkarttı. Gazetedeki yazılarında Abdurrahman Bey, Anadolu Kürtlerini ‘sersemletici uyku’dan uyanmaya davet ediyordu ama bu çağrılarında milliyetçi tonlar yoktu. Çünkü o dönemin pek çok İttihatçısı gibi monarşi yanlısıydı ve çareyi Osmanlı Devleti’nin restorasyonda görüyordu. (Celile Celil, Kürt Aydınlanması, Avesta Basın Yayın, 2000, s.30)

KÜRT TEAVÜN VE TERAKKİ CEMİYETİ •
Seyit Abdülkadir, Saidi Nursi, Babanzade İsmail Hakkı, Hacı Tevfik (Piremerd) ve diğer Kürt aydınları tarafından 1908’de kurulan Kürt Teavün ve Terakki Cemiyeti (Kürt Dayanışma ve Gelişme Cemiyeti) o tarihe kadar aralarında çekişme olan Bedirhanlar, Şemdinanlar ve Babanzadeleri ilk kez bir araya getiriyordu. Seyit Abdülkadir’e büyük saygı duyan İstanbullu hamallar da cemiyetin halk ayağını oluşturuyordu. Kürtlüğe, İslam’a, Osmanlılığa, Anayasaya bağlılığın esas olduğu bir dayanışma örgütlenmesi olan cemiyet, Kürt aşiretleri arasındaki sorunları çözmek için eğitim, ticaret, zanaatı teşvik etmeyi hedefleyen cemiyete sadece İstanbul’da oturan ve Türkçeyi okuyup yazabilen Kürtler üye yapılıyordu. Kürtçe bilmek ise zorunlu değil, sadece arzulanan bir özellikti. Anlaşılan cemiyet kendini Kürt olmaktan ziyade Osmanlı olarak tanımlıyordu. (Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’de Siyasal Partiler, İkinci Meşrutiyet Dönemi, 1908-1918, Hürriyet Vakfı Yayınları, 1984, s. 405-407.) Cemiyetin aynı adı taşıyan bir gazetesi, Meşrutiyet adlı bir de okulu vardı. (Kutlay, “Bedirhan Ayaklanmasından 1920’ye”, s.30)

KÜRT TALEBE HEVİ CEMİYETİ •
İlk legal Kürt öğrenci derneği 1912’de çok sayıda Kürt öğrencinin okuduğu Halkalı Ziraat Mekteb-i Âlisi’nde kurulan Kürt Talebe-i Hevi Cemiyeti’ydi. (Hevi ‘ümit’ demekti) Savaş dolayısıyla 1914’te ara verdiği faaliyetlerine 1919’da tekrar başlayan ve hükümetçe kapatıldığı 1922’ye kadar devam eden cemiyetin amacı, İstanbul’da okuyan Kürt öğrenciler arasındaki dayanışmayı sağlamaktı. Hevi’nin yayın organı Kürtçe ve Kürt edebiyatı ile ilgili yazıların yayınlandığı Roja Kurd, Osmanlıca ve Kurmanci dilinde yayınlanıyordu. Hevi’nin amacı Kürtlerin cahilliğine ve yoksulluğuna çare bulmaktı. Roja Kurd hükümetçe kapatıldıktan sonra yerine Hetawe Kurd yayınlanmaya başladı. ‘Kürdistan’dan Mektuplar’ başlıklı köşede Kürtlerin yaşadığı çeşitli bölgelerden haberlere yer veriliyordu. Her ne kadar Hevi siyasi meselelere ilgi duymadığını ifade ediyorsa da, 1919’da Paris Barış Konferansı’nda Kürtleri temsil ettiğini iddia eden Şerif Paşa’ya büyük sempati duyduklarını saklamıyorlardı. (Malmisanij, Kürt Talebe-Hevi Cemiyeti, Avesta Basım Yayın, 2002)

İTTİHATÇILARIN NÜFUS MÜHENDİSLİĞİ •
1913-1914’te Bitlis-Hizan’da çıkan Mele Selim ve 1914’te Barzan’da çıkan Şeyh Abdüselam ayaklanmaları, belirgin olmasa bile milliyetçi öğeler taşıyordu. Örneğin Barzan İsyanı’ndaki temel talep, Kürt bölgelerine Şafii müftülerin ve Kürt kökenli memurların atanmasıydı. Her iki başkaldırının önderleri İttihatçı yöneticiler tarafından idam edildiler. Bu Kürtlerle Türklerin arasını açmadı, çünkü Kürt feodalleri ve Sünni din adamları henüz Sultan karşıtı milliyetçi hareketlere soğuk bakıyorlardı. (Jwaideh, s. 211-219, 247)
Kürtlerle İttihatçıların ilişkisini ilk bozan 1914’te kurulan İskan-ı Aşair ve Muhacirin Müdiriyeti’nin politikaları oldu. Kanun uyarınca önce 1916’da Kürtçe coğrafi ve yerleşim yerlerinin isimlerini Türkçeye dönüştürmeye başladı. Ardından Talat Paşa’nın emriyle savaş sırasında değişik yerlere göç etmiş Kürt nüfusun Türk nüfus içinde yüzde beş oranında dağıtılmasına başlandı. Amaç, Kürtleri daha ‘medeni’ olduğu düşünülen Türk gruplarının arasında eriterek modernleştirmekti. Dışlama içermeyen bu tutumun nedeni Kürt asıllı sosyolog Ziya Gökalp’in birbiri ardına yayınladığı raporlardı. Ancak, Kürt tehciri sırasında açlık, soğuk, hastalık ve jandarma şiddeti sonucu büyük can kayıpları oldu. (Fuat Dündar, Modern Türkiye’nin Şifresi, İttihat ve Terakki’nin Etnisite Mühendisliği, 1913-1918, İletişim Yayınları, s. 399-422) Nuri Dersimi, Türkçülerin o günlerde her yerde ‘Ne mutlu Türküm diyene’, ‘Yaşasın Türkler’ şeklindeki sloganlarına ‘Ne mutlu Kürdüm diyene’, ‘Yaşasın Kürtler’ diye cevap verdiklerini anlatır. (M. Nuri Dersimi, Hatıratım, Doz Basım Yayın, 1997, s.31) Türk milliyetçiliği uyuklayan Kürt milliyetçiliğini kışkırtmakta önemli rol oynadı. Bu dönemlerde İTC üyesi pek çok Kürt aydını rakip Hürriyet ve İtilaf Fırkası’na katıldılar. Şerif Paşa da İTF’ye maddi destek sağlıyordu. (Kutlay, İttihat ve Terakki, s.100, Tunaya, s.282)

KÜRDİSTAN TEALİ CEMİYETİ •
30 Ekim 1918’de Mondros Mütarekesi’nin imzalandığı ve İttihatçı önderlerin yurt dışına kaçtığı günlerde, Kürdistan Teali Cemiyeti kuruldu. Başkanı yine Seyit Abdülkadir’di. Jin adlı yayın organıyla cemiyet Kürt milliyetçiliğinin artık modern anlamda dile getirilmeye başladığı ilk platform oldu. Ancak, milliyetçi ideolojiyi taşıyacak bir Kürt burjuvazisi henüz oluşmadığı için, milliyetçi projelerini büyük devletlerin desteği ile tepeden inme gerçekleştirmek istiyorlardı. Diyarbakır’daki Kürt Kulüpleri ise hâlâ İTC’nin kontrolü altındaydı ama. Cemiyetin için Seyit Abdülkadir gibi Osmanlı Devleti’nin içinde kalarak otonomi ile yetinmek isteyenler ile Bedirhanlar ve Cemilpaşazadeler gibi bağımsız Kürdistan için arasında büyük çatışma vardı. Seyid Abdülkadir önderliğindeki grup İstanbul’daki ABD, Britanya ve Fransız büyükelçilikleri ile temasa geçerek ‘özerklik’ (otonomi) için destek beklerken, (Silopi, s.57) bağımsızlık yanlısı Bedirhanlar ve Cemilpaşazadeler Teşkilat-ı İçtimaiye Cemiyeti’ni kurdular. Bölünme Kürdistan Teali Cemiyeti’nin aleyhine olmuştu. 1920’de Jin yayın hayatına son verdi ve Kürdistan Teali Cemiyeti’nin bazı üyeleri örgütten ayrıldı. Bir süre sonra da cemiyetin sonu geldi. Ancak bunun ne zaman olduğu belli değil. Çünkü Suriye’ye geçen Seyid Abdülkadir, örgütün tüm dokümanlarını yakmış. (Oğuz Aytepe, “Yeni Belgeler Işığında Kürdistan Teali Cemiyeti”, Tarih ve Toplum, S.174, Haziran, 1998. s. 13-15.)
HAMİDİYE ALAYLARI VE AŞİRET MEKTEPLERİ • Birbiri peşi sıra gelen toprak kayıplarını İslam’ın toparlayıcı ve yenileyici gücü ile önlemek, hatta sınırları eski haline çevirmek düşüncesi ‘Halife’ unvanlı II. Abdülhamit’in iç ve dış politikalarının temel motifiydi. Bu amaçla içerde devletin resmî dini olan Sünni İslam dairesinde olduğu için doğal müttefik kabul edilen Kürtler, Hamidiye Alayları’nda örgütlenerek, hem imparatorluğun kadim düşmanı Rusya’ya, hem İran’a karşı bir tampon bölge oluşturuldu, hem başıbozuk Kürt unsurları merkezin kontrolüne alındı, hem de giderek güçlenen Ermeni milliyetçiliğinin önü kesilmeye çalışıldı. (M.S. Lazarev, Kürdistan ve Kürt Sorunu, Jîna Nû Yayınları, s.151)
Başlangıçta sadece Sünni (Türkmen, Karapapak, Kürt ve Arap) aşiretlerden oluşturulması öngörülen alaylar, 1891’de 100 kadar Sünni Kürt (Kurmanc) aşiretinden oluşturulan 36 alayla başladı, sayı 1895’de 57’ye, 1910’da 66’ya ulaştı. Bu süre içinde, Sünni Zaza aşiretleri de alaylara dahil edildi.
Abdülhamit tahttan indirildikten (1909) sonra adları Aşiret Hafif Süvari Alayları olarak değiştirilen alaylar, Birinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesiyle özellikle Üçüncü Orduya bağlı olarak Doğu Cephesi’nde görev aldılar. Sünni Kürt Cibran Aşireti’ne bağlı alayların, Ermenilere ve Varto-Hınıs-Bingöl havalisindeki Kızılbaş (Alevi) Zaza aşiretlerine karşı gerçekleştirdiği eylemler Sünni ve Alevi Kürtlerin ilişkilerinde onulmaz yaralar açtı.
Ancak Abdülhamit’in 1886’da Hicaz, Yemen, Trablusgarp’tan getirdiği 48 öğrenci ile başlattığı Aşiret Mektebi uygulaması tam tersi bir sonuç doğurdu. Hamidiye Alayları’na asker veren Zilan aşiretinin Abdülhamit’e bir mektup yazarak kendi çocuklarının da okula kabul edilmesini istemesi üzerine önce kapılar Kürtlere (başka nedenlerle Arnavutlara) de açılınca, okullar Arap, Arnavut ve Kürt milliyetçiliğinin taşıyıcısı olacak aydınların yetiştiği ocaklara döndü. (Ayrıntılı bilgi için: Alişan Akpınar ve Eugene L. Rogan, Aşiret, Mektep, Devlet, Osmanlı Devleti’nde Aşiret Mektebi, Aram Yayıncılık, 2001) Böylece Abdülhamit politikaları bir yandan Sünni ve Kızılbaş Kürt toplumları ile Ermenileri, Süryanileri, Yezidileri ve Türkleri birbirine düşürürken, bu memnuniyetsizliği milliyetçi taleplerin temeli yapacak aydın gruplarının da yetişmesinde pay sahibi olmuştu. Şeyh Said İsyanı’nı örgütleyecek Azadi örgütünün lideri Cibranlı Halit Bey de bu okullardan mezun olmuştu. Ancak, Kürt milliyetçiliği hâlâ tabandan kopuk bir aydın hareketiydi. Tepedeki kadrolar ise ne istediklerine henüz karar verememişlerdi.

0 Yorum: