Sunday, October 12, 2008

'Öcalan'la görüşme' meselesi

ocalan Kürşat Bumin Yenisafak

Aslında birkaç satır aşağıda söylemem gereken şeyi gecikmeden söze başlarken söyleyeyim: PKK meselesi madem ki çeyrek yüzyıldır ülkenin maddi ve manevi enerjisinin büyük bölümünü harcayan birinci sorunudur, o halde bu örgütün mensupları gözünde tartışılmaz bir otoriteye sahip olan Öcalan ile bugüne kadar görüşülmemiş olması aklın-mantığın almayacağı bir husustur.

Dolayısıyla, Hürriyet yönetmeninin bir yazısıyla tekrar gündeme gelen bu “görüşme” meselesini her türlü duygusal etkiden mümkün mertebe uzaklaşarak akılcı bir çerçevede değerlendirmemiz gerekiyor.

Eğer ortada dolaşan bilgilere rağmen devletin söz konusu bilgilere sahip yetkili birimleri ortaya çıkıp “Ne münasebet, devletimiz hiç 'Apo' ile görüşmüş olabilir mi; bugüne kadar kendisiyle PKK'ya ilişkin hiçbir görüşme yapılmadığı gibi bundan sonra da bu yola asla girilmeyecektir” şeklinde bir açıklama yapsa, asıl işte o zaman şaşırmak gerekir.

Söyler misiniz: Görüşmeyip de ne yapacaksınız? MHP'den son tartışma çerçevesinde yapılan açıklamalarda karşılaştığımız gibi “bir terör örgütü mensubunun başıyla böyle rica ve müzakere sürecinin oluşmasını hiçbir zaman kabul etmedik” demenin bu büyük sorunun çözümüne ne gibi bir katkısı olabilir ki... “Adamın yüzünü şeytan görsün” tepkisinin ülkenin geleceğine ilişkin ne gibi bir olumlu etkisi olabilir ki...

Bildiğiniz gibi konu yeni değil; “devlet”in Öcalan ile görüştüğüne dair bugüne kadar kim bilir kaç haberle karşılaştık. Kimsenin hakkında “Vay canına, bu da mı” diyeceği bir bilgi değil bu.

Bakın zaten, bir dönem Öcalan'ın avukatlığını da yapan DTP milletvekili Aysel Tuğluk ne diyor: “Öcalan dışarıdayken ya da içerideyken birtakım diyalogların yapıldığını, Necmettin Erbakan gibi isimlerden mektuplar geldiğini biliyoruz. Daha sonra da benzer görüşmeler yapılmıştır.”

Tuğluk'un (devamla) şu sözleri de dikkat çekici: “Öcalan sorunun çözümünde önemli bir aktör. Sevilir ya da sevilmez, nefret edilir ya da edilmez, ama bir realitedir.”

Doğru bir tespit bu. Bakın dönüp dolaşıp “realiteli tanıma” meselesine geldik yine...

“Devlet” (artık içini siz doldurun) çok küçük bir yararı olduğunu bilse bile tabii ki herkesle görüşecektir ve görüşmelidir. Bu görüşmeleri “dost-arkadaş seçimi” gibi değerlendirmeyeceğiz herhalde. Zaten biliyorsunuz, istihbarat servislerinin bir işlevi de budur. Açıkça-açıktan yürütülemeyen görüşmeleri “el altından” sürdürmek.

Bu çerçevede hemen aklıma gelen bir örneği de hatırlatayım: Epeyce yıl önce Paris'te peş peşe patlayan bombalar şehirdeki bütün çöp kutularının bile kaldırılmasına neden olmuştu. Bir müddet sonra bombaların arkası kesiliverdi. Besbelliydi ki ülkenin “istihbaratı” ne yapıp edip bu terör olaylarının önünü kesmişti.

Biz de artık biliyoruz ki bugünkü MİT Müsteşarı'nın da aralarında bulunduğu bir grup görevli Öcalan ile görüşmüştür. Bu görüşmelerin –zamanında- şiddetin ortadan kalkması yolunda toplu iğne başı kadar bile olsa bir katkısı olmuş ise buna ancak sevinmemiz gerekir.

“Öcalan'la görüşme” konusu DTP'nin “kapatma davası” dolayısıyla Anayasa Mahkemesi'ne sunduğu sözlü savunmada da gündeme gelmişti. İsterseniz, bu metinden de birkaç satır aktaralım:

“...Eğer sayın Başsavcı gazete köşeleri ve internet sitelerinden alıntı yapmak yerine İmralı Cezaevi resmi görüşme tutanaklarını Adalet Bakanlığı'ndan isteyip de oradan takip etseydi belki de bu konudaki fikirleri değişmiş olurdu. (...) Devlet Öcalan'ın görüşünü alıyor. Devlet organlarının birçoğunun dahi dikkatle izleyip değerlendirmeye çalıştığı, bizzat devlet yetkililerinin İmralı'ya giderek kendisinin görüşlerini aldığı düşünüldüğünde, partimizin böyle bir suçlamayla karşılaşması haksızlıktır. Öcalan konusunda başımızı kuma gömerek devekuşu siyaseti yapmamız beklenemez.”

Bunlar da çok yerinde sözler doğrusu.

Yeri gelmişken Öcalan'ın bir dönem hararetli tartışmalara neden olan “sivil anayasa taslağı”na ilişkin değerlendirmesini de hatırlatmak isterim. O günlerde gazetelerde yer alan bir haber, Öcalan'ın (kendi ağzından) “taslak”tan beklentisi şöyle aktarmışlardı:

“Bu yeni taslağa ilişkin olarak şunu da söyleyebilirim: 'Türkiye Cumhuriyeti Anayasası bütün kültürlerin demokratik bir şekilde varlığını ve kendini ifade etmesini kabul eder' cümlesi bile yeterlidir. Bu cümleyi anayasaya koysunlar, iki ay içinde PKK silah bırakır.”

Ben bu haberle ilk karşılaştığım gün de aynı şeyleri, yani şunu düşünmüştüm: Bu haber eğer gerçeği yansıtıyorsa “Bu iş bitmiştir” diyebiliriz! PKK'nın “iki ay içinde” silah bırakması anayasaya söz konusu “cümle”nin girmesi şartına bağlanır duruma geldiyse, bu iş sahiden bitmiştir. Ama nedense, yanılmıyorsam Ahmet Türk'ün de desteğini alan bu öneri etrafında hemen hiçbir tartışma gerçekleşmemişti. Oysa bana bıraksalar, bu son derece “masum” cümleyi vakit geçirmeden önce taslağa, sonra hakikisine dahil ederek “Sıra sende” derdim hiç mi hiç tereddüt etmeden.

“Çözüm siyasidir” formülünün giderek içi boş bir tekrara dönüştüğünün siz de farkındasınızdır.

Çözüm tabii ki siyasidir. Ama unutmayalım ki “siyaset” de “söz”süz ve giderek “görüşme”siz olmuyor...

0 Yorum: