Saturday, August 30, 2008

‘Dilimden koparılışımı hiç affedemiyorum!’

“Ne olursa olsun, dilimden koparılışımı hiç ama hiç affedemiyorum. Yarım yarım yaşıyorum. Sözlü edebiyatı bir hayli gelişkin olan dilimden masallar dinleyemeyişim, Cegerxwîn’i Kürtçe’den okuyamayışım, bir Kürtçe koyu sohbete salt dinleyici olarak, konuşamadan yabancı kalışım kahredici durum…”

omerfarukhatipoglu Şair Ömer Faruk Hatipoğlu ilk şiir kitabı ‘Düş Değil’ (1995) ile yazın dünyasına adımını attı. Şiirleri birçok sanat ve edebiyat dergisinde yayımlanan Hatipoğlu ‘Düş Değil’, ‘İnce’, ‘Sevdim Çocuk Yanımla’ ve ‘Ateşi Utandıran Yangın’ kitaplarıyla şiirdeki ısrarını sürdürdü. Hatipoğlu ile yaşamını ve şiir serüvenini konuştuk.
Türkçe yazan Kürt bir şairsiniz. Genel anlamda Kürt dili ve kültürüne yönelik hala süren asimilasyon politikaları var. Siz bu politikalardan nasıl etkilendiniz?
Ailem yaklaşık iki yüz yıl önce bu bölgeye yerleşen Xelîkan Aşireti’ne mensup bir aile. Ben doğmadan önce köyümden, şimdiki adı Gölyazı olan Xelîkan’dan göç ederek Cihanbeyli’ye yerleşmişiz. Yetiştiğim çevre (Okulu eklemeye gerek yok!), baskın dil Türkçe’nin, -hala olduğu gibi- egemenliğindeydi ki dilimin en azından bende ve çocuklarımda yitmesine neden oldu. Bu yaşamım boyunca bir yarımın olmaması anlamına geldi hep. Başka bir yerde de belirttiğim gibi, on bin yıldır akan çok kollu bir nehir dimağımda kurudu. Kürt dili ve kültürü üstündeki baskıyı yinelemeye gerek yok; çünkü malûmun ilamı. Yıllardır yok sayıldı, bilimi tarihi güldürecek bir biçimde, Hint Aryen dil grubuna üye bir dil, Ural Altay dil grubundan Türkçe’ye eklemlenmeye çalışıldı. Bugün koşullu bir kabullenme olsa da yetersiz. Benim gibi binlerce milyonlarca insan anadilinde eğitim almadığı için dilinden koparılmış. Burada bir not düşmek gerekiyor: Sözünü ettiğim Xelîkan aşireti asimilasyon politikalarına karşın düne kadar dilini ve kültürünü korudu. Ama yeniden göçler ve sözde kentleşme, aşiret yapısı ile birlikte dile de zarar vermeye başladı.
Kürtçe öğrenmek ve Kürtçe yazmak için hiç çabanız oldu mu? Buna paralel olarak muhalif bir kimlikle de olsa, şiirlerinizin Türkçe edebiyata katkı sunuyor olmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Az çok anlasam da, Kürtçe’yi konuşamayışım, bende tanımı zor bir mahçubiyet duygusu yarattı. İçinizde yakıcı bir öğrenme isteği olsa da; bu saklanma durumu, Kürtçe kurs olanağının olmayışı, evde Kürtçeyi bilen ebeveynin Türkçe konuşması, dilinizin kapalı demir kapısını daha da paslandırıyor sonuçta. Aslında belki de öğrenme isteği geciken bir istekti. Şiirin içine girdikçe Kürtçe yazma dürtüsü acıtıcı bir hal aldı. Dilimi daha da özleten bir şey oldu şiir. Öğrenme amaçlı geç kişisel çabalar da sonuç vermedi. Kaldı ki, Kürtçe’yi yazacak bir düzeyde bilmek için dilin içine doğmak ve akademik bir eğitim almak gerekiyor.
Biliyorsunuz Çek yazar Franz Kafka yapıtlarını Almanca’dan verdi. Bizim Yaşar Kemal’imiz de bir Kürt olmasına karşın romanlarını Türkçe yazıyor. Bu örnekler çoğaltılabilir. Elbette edebiyata bir katkımız olacaksa, dilimizden katkı sunsaydık, dolayısıyla dilimize katkımız olsaydı daha iyi olurdu. Ama aslolan kalıcı şiirse, sevdiğim ve bu coğrafyanın başka güzel bir dilinden ürün vermek de kötü değil. Edebiyat evrenseldir. Bir dilden yazılmış ürün, ikinci bir dile çevrildiğinde o dilden bir şey kalmamaktadır. Mehmed Uzun’un bir romanı diyelim Norveççe’ye çevrildi. Türkçeden çevrilmesi ile bir farkı kalmıyor çevrildikten sonra.
Ne olursa olsun, dilimden koparılışımı hiç ama hiç affedemiyorum. Yarım yarım yaşıyorum. Sözlü edebiyatı bir hayli gelişkin olan dilimden masallar dinleyemeyişim, Cegerxwîn’i Kürtçe’den okuyamayışım, bir Kürtçe koyu sohbete salt dinleyici olarak, konuşamadan yabancı kalışımın kahredici durumu, yarım yarım yaşamak sınırını bütüne doğru genişletiyor. Ama Türkçe yazmaktan da asla gocunmuyorum. Önemli ve değerli olan yazdığınız dilin hakkını vermektir. Verebilirseniz ne ala!
Şiir yazmaya ne zaman ve nasıl başladığınız? Yazmaya başlamadan önce hangi yazar ve şairleri okudunuz?
Bir başlangıç tarihi yok! Şiir derken şimdi yazdığım şiir gibisi değil. Şiirimsiler, şiir sandıklarım kastım. İçimde bir dürtü daha çocuk yaşlarda sanki; ‘Şiir yaz! şiir yaz!’ diyordu. Fazla şiir ezberim yoktur, ama çok küçük yaşlarda Yunus Emre’nin “Biz dünyadan gider olduk” diye başlayan şiirini ezberlediğimi anımsıyorum. Demek ki ilk okuduğum şair Yunus. Ortaokuldayken de A.Kadir’in yazdığı ‘1938 Harp Okulu Olayı ve Nazım Hikmet’ adlı yasak kitabından, Nazım Hikmet’in ‘Karıma Mektuplar’ın birkaç bölümünü ezberlediğimi biliyorum. Bizim kuşak Nazım’dan ve Ahmed Arif’ten beslendi. Ben de doğal olarak onları okudum. Evimizde bir de Mehmet Akif okunurdu. Babamdan onun ve Ziya Paşa’nın şiirlerini dinleyerek büyüdüm.
Şiirlerinize Kürdistan’dan uzak olmanın etkisi oldu mu?
Uzak kalmanın, hayır olmadı. Kaldı ki böyle bir coğrafya olsa da yok!
Yok derken?
Elbette Ortadoğu’nun en kadim halklarından Kürtler’in yaşadığı coğrafyanın adıydı Kürdistan. Osmanlı fermanlardan biliyoruz ki bölge Kürdistan diye adlandırılıyordu. Alpaslan’ın Anadolu’ya girmesini sağlayan Kürt Beylikleri’nden önce de sonra da Kürt Beylikleri vardı! Asur’u yıkan, tüm Kürt Klanlıkları’nı bir araya toplayan, Herodot’un da andığı Med İmparatoru Keyakisar’dan önce de sonra da Kürtler o coğrafyada yaşıyorlardı. Xallan Çem, Nevala Çori başta olmak üzere son yirmi yılda kazısı yapılan tüm höyüklerden batılı bilim insanlarının çıkardığı sonuca; İzady’ye, bu yılın nisan ayında yitirdiğimiz Cemşid Bender başta olmak üzere kimi tarihçilere göre 5000 yıldır; hatta Hurriler’in, Gutiler’in ataları olduğu iddiasının tam anlamıyla gerçeklik kazandığı var sayılırsa; 5000 değil, 10000 yıldır, Neolitik çağdan bu yana Kürtler’in yaşadığı coğrafya!..
Binlerce yıldır kimi uygarlığın kurulmasında rol oynayan, kimi uygarlığın bir ögesi olan; üstelik Antik Çağ’da bir değil birçok krallık oluşturan Kürtlerin yaşadığı; örneğin bugünkü Zilan Aşireti’nin ataları olduğu söylenen ve tüm Anadolu’ya hükmeden Zelaniler’in, Kapadokya Zelanileri, Pontus Zelanileri gibi adlarda yöresel krallıklar oluşturdukları dönemlerden bu yana Kürtler’in varlık sürdürdüğü coğrafya!.. Ama şimdi Mezopotamya’nın büyük bir bölümü o adla anılmıyor. Günümüzün en can alıcı, yakıcı ve uluslararası önem kazanan Kürt sorununun aldığı giderek karmaşıklaşan yapı düşünüldüğünde, orda bir sınır çizmenin pratikte kimseye bir yararı yok. Aslolan Kürt kimliğinin tanınması, anayasal vatandaşlığın öne çıkarılabilmesi; dilin ve kültürün önündeki duvarların yıkılmasıdır. Özgürlüğün, gerçek demokrasinin yaşam bulduğu, Anadolu’da yaşayan tüm kültürel ve etnik unsurların, tarak dişi gibi eşit oldukları ‘o gelecekte’, sınırların kendiliğinden anlam yitireceği bellidir. Bir sınır daha çizmektense, tüm sınırların ve insanı her şeyden daha çok yozlaştıran paranın tahakkümünün kalktığı o gelecekte; özgür, ayağı yere basan eşit bireyin meselesi, coğrafyanın bir parçasına sıkışmaktan çıkacak ve tüm dünya olacaktır.
Türkiye Kürtleri’nin bir kısmının, Mezopotamya’nın bu adla anılmasını özlediklerinden hareketle, gelecekte bir gün; her türlü önyargının çıkar çatışmasının sona erdiği, sömürgeciliğin Ortadoğu’dan elini çektiği, her türlü hesabın görüldüğü bir gün; tıpkı Trakya gibi, tıpkı Anadolu gibi ama Anadolu’dan ayrı düşmeden, ayrılık düşünülmeden, Kürdistan’ın da bir ad olarak kullanılması doğaldır. Ortak akıl, sağduyu ve duygudaşlık dünya ve ülke gerçeğiyle buluştuğunda, hemen her vicdan sahibinin dile getirdiği odur ki; önce bireyin ve toplumun özgürleşmesi, gerçek demokrasinin kurum ve kurallarıyla işlerlik kazanması, şiddetsiz bir ortamda konuşma, tartışma dilinin yaratılmasıdır öncül olan. Sonrası aydınlanmanın güneşinde dumansız, yangınsız ve kolaydır. Özet olarak ‘Kürdistan’dan uzak kalmak’dan değil, kültürümden, dilimden ayrı kalmaktan şiirim etkilendi. İnkarın, haksızlığın, kirli savaşın, göçün, yoksulluğun etkisi oldu şiirime. ‘Ateşi Utandıran Yangın’ tam da bu etkiyle yazıldı, evrenseli yakalamak umuduyla…
Şiir tanımsızdır veya çok farklı tanımlamalara açık olarak tanımlamak şiiri, dolayısıyla şairi nasıl etkiliyor?
Can alıcı bir soru. Beni şiirde en fazla acıtan sorun!.. Keşke bir tanımı olsaydı!.. Ya da gerçekten hiç mi yok? Ya da çok tanımı olduğuna göre iyi tanımlardan birini bir şair esas alamaz mı? Aslında bir şiirde, önceki soruda değindiğimiz ögelerden; müzik, ses, ahenk, imge, duygu, düşünce, bütünlük vb. den biri eksik olduğunda şiirin bir şeyi; bir kaçı noksan olduğunda çok şeyi eksik oluyor. Bendeniz bir şiiri bir insana benzetiyorum. Şiirin iliği, kemiği, kanı, eti… yetmez, onu incelikle örten teni… yetmez, bir de ruhu vardır. Kalbi vardır, ciğeri vardır. Oysa bizim şiir heveslileri şiirin bu tanımsızlık boşluğunu söz yığınları ile doldurup duruyorlar. Bir tümceyi bölerek alt alta yazmak… Kötü şiirin emsal teşkil etmesi ve heveslinin, “-O yazıyorsa ben neden yazmayayım?” diye cesaretlenmesi… Ve sonra şiirde enflasyon!.. Aslında çok kişinin heveslenip şiir yazması iyi bir şey. Ama kötü olan, bunu hemen, alelacele okuyucunun gözüne sokmak… Yayımlamak. Kitaplaştırmak!.. Burada bu dünyanın, şiir dünyasının bir çelişkisi de dile getirilmeli. Binlerce şair, müteşair, hevesli, şiir yazıyor ve dergilerde, internet ortamında yayımlıyor ama bir şiir kitabı 300 satıyor ancak! “Bu ne yaman çelişki?” Ve asıl önemli olan buncası arasında iyi okuyucu iyi şiiri ya bulamıyor, ya da çok yoruluyor ararken.
Günümüz şairlerini, özellikle genç şairleri nasıl görüyorsunuz?
Aslında şiir ve şair hakkında konuşmak konuşanı bağlıyor. Yazan biri olarak bu sorulara yanıt verirken çok zorlanıyorum. Kim şair, hangisi şiir? sorularının gerçek yanıtını zaman verecek doğal ki. Günümüzün bir Ahmed Arif’i, bir Nazım’ı, bir Cegerxwîn’i var mı bilmiyorum!.. Acaba dönemler de büyüklüklerine depremlerine göre sancılarına göre büyük sanatçılar mı yetiştiriyor?
Günümüz şairlerini naçizane her birinin iyi şiirlerine göre değerlendiriyorum. Her birinin sevecek bir güzel şiirini bulabiliyorum. Yazdığı her şiir büyük olan var mıdır, bunu bilmiyorum. Bu bağlamda günümüz şiirinin bir sorununa yeniden değinmek gerekiyor: Yenilik!.. İlle de yenilik, yeni bir çığır açma düşüncesi, sanki eski şiirin iyi örnekleri verilmiş de sıra yeniliğe gelmiş gibi, şiirin sınırlarını zorlamaya yol açıyor. Yenilik adına anlaşılmaz söz yığınları lodalanıyor şiir sayfalarına.
Bir yerde, ‘Her iyi şiir, yenilikçi şiirin örneği olsun, geleneğe özgü olsun yeni şiirdir…’ demiştim. Elbette günümüzde gelecek vaad eden iyi şairler var. Aklıma iki ad geliyor anmadıklarımın bağışlaması dileğiyle. Biri Diyarbakır’lı Seyyidhan Kömürcü. Diğeri bir kitabıyla 3 ödül alan Ferhad Gülsün.
Şiir kitaplarını sormak istiyorum. Kısaca kendi kitaplarınızdan da bahsederek şiir ve şiir kitabı, şiir kitabı ve yayıncılık, şair ve yayıncılık ilişkilerine günümüz şartları itibariyle, nasıl bakıyorsunuz? Bir ölçü ya da ölçüsüzlük var mı?
Marks’ın mıydı “İnsanlar düşündükleri gibi yaşayamazlar, yaşadıkları gibi düşünürler…” sözü? Bu coğrafyadayız ve biz bize benziyoruz. Siyaseti o, diyaneti şu, ticareti bu olan bu ülkenin yayın yaşamı farklı mı olacaktı? Yaşamın hangi halkasında adalet var ki bu dünya adil olsun? Şiirden başlarsak, şiir salt bu ülkede değil dünyada da az okunan ve her zaman acizane söylediğimiz gibi edebiyatın öksüz yetim çocuğu. Garip bir çelişki, yazanı kadar ne çizer, ne besteci vardır ama okuyanı bir bestenin dinleyeninden kıyaslanmayacak kadar azdır. Belki de herkes günde yarım saat şiir okusa, ne bileyim meydanlarda sokaklarda şiirler seslendirilse bu anlamsız kavgalar da olmayacak. Ama öyle değil işte.
Yayınevleri alıcısı bu denli az bir yazın dalına pek itibar etmiyorlar ki bu anlaşılır bir şey. Belki bir yayınevinden bir şiir kotası falan bekleyebiliriz, salt şiirle dayanışma adına. Ne yazık ki büyük yayınevlerinin şiire ilişkin böyle bir kaygısı yok. Böyle olunca; şiirin niteliği, gerçek şair kim sorgulanmadan; kafa kol ilişkilerinin öne çıkardığı şairlerin(!) ve marka adların dışında kalanların yapıtlarını yayımlama şansları kalmıyor. Şiir zaten aynı babanın, roman çocuğunu kollayan edebiyat babanın, adaletsizliğe uğramış evladı iken bir haksızlık da yayınevlerince yapılıyor.
Şiirin kitaplaşmadan önceki yaşam alanı ise dergiler. Dergilerin de çoğu ya bir grubun ya bir anlayışın etki alanı içinde. Buna muhalefet eden birkaç şairin kurduğu kuracağı dergi de bir süre sonra onu doğuran derginin bir benzeri oluyor. İşte burada kendini bir yere ait hissetmeyen, etik değerlerden yana duruşu olan bir şairin durumu düşündürücüdür. Bir şiir kitabının niteliği bu yüzden, yayımlanması/ yayımlanmaması; çok okunması/okunmaması; ödül alması/almaması ile ölçülemez!.. Kendi kitaplarımın yayım serüveni de anlattıklarımdan kalmaz. Ne alaylı ne de okullu olan bendeniz, zaten şiir dünyasıyla bir hayli geç tanıştım. Nedense (Belki de hak ettiği ilgidir) yayımlanan kitaplarım ses de getirmedi. Son kitap ‘Ateşi Utandıran Yangın’ da ne yazık ki ölü doğdu. Yayınevi, dergilere, şair ve yazarlara bile gönderme zahmetine katlanmadı. Ayrıca içeriği de pek hoşgörüyle karşılanmadı sanırım! Şimdilerde, başta “Sözlüğe şiirler” olmak üzere içinden 4-5 şiir kitap çıkabilecek şiir dosyaları gün ışığına çıkacakları günü bekliyorlar.
Son olarak; internet ortamında şiir paylaşım siteleri var. Hatırı sayılır ilgilisi de var, diyebilirim. Şiir paylaşım siteleri nasıl bir işlev görüyor sizce?
İnternet ortamı demek, çok sayfalı yeni dergi, sanal yayınevi demek!.. Aslında bir kitabın sayfaları arasındaki kokuyu almadan bir şiir okumak o eylemi eksik gerçekleştirmek gibi geliyor bana. Şiirin kokusunu kitapları veriyor. Olumlu çünkü; öyle ya da böyle şiir okura daha çabuk, daha geniş bir kitleye ulaşıyor. Dergilerde kendine yer bulamayan şairler yeni bir alan buluyorlar kendilerini ifade edebilecek. Ayrıca bir şaire, şairin şiirlerine topluca ulaşma olanağı sağlıyor internet ortamı. Olumsuz çünkü; dergilerdeki denetleme alanının olmayışı ve sayfa sayısının sonsuzluğu şimdilerde çıta sorunu olan şiirin çıtasını yerle yeksan ediyor.
Olumlu, olumsuz etkilerinden bahsederken şiire ilgi duyan gençlere bu konuda ve genel olarak şiire dair vermek istediğiniz mesajlar var mı?
Şiire ilgi duyanlara ne salık verebilirim ki? Salık vermekle şair olunmuyor! Belki “Kendi muhtac-ı himmet bir dede”yim. O zaman bana başlarda verilen salığı yineleyebilirim. Önce yetenekleri yoksa heveslenip masalarına boşuna şiir perisi beklemesinler. Sesi güzel ve güçlü olmayan biri, sesini ne kadar eğitirse eğitsin 4 oktav sese ulaşamayacaktır! Şiir yazmaya kalkışıyorlarsa, acaba böyle heveslenerek resim de çizebilir, beste de yapabilir miyim?.. sorusunu sorsunlar kendilerine. Kötü bir şair olmaktansa iyi bir okur olmak daha iyi değil midir? Yazmasınlar demiyorum, kendileri için yazabilirler. Hani zehri akıtmak için. Bu tamam. Oysa iddia sahibi olmak başka! Ama yeteneklerini duyumsayabiliyorlarsa, işte o zaman yapacakları çok şey var. Şiir bir adanma eylemi. O hayatınızdaysa çok şey hayatınızda ikincil plana düşecektir. Ve karşılığı olmayan bu sanat dalı, size bir şey vermeden sizden çok şey alacaktır! Bu çileli yolu iyi hesap etmeliler… Önce geçmişte ne yazılmış, şiirlerine sindirmeden, fazla etkilenmeden irdelemeliler… Eliot’un “Bir şairin bir şaire yapacağı en iyi eleştiri, yazacağı şiiridir!” sözünden hareketle, büyük şiirleri şiirlerine ayna yapmalılar!.. Şiirin büyük düşmanı fazlalıktan şiirlerini korumalılar. Şiiri bekletmeyi, demleyebilmeyi kendilerine ve şiire bir saygı olarak algılamalılar. Şairin en iyi eleştirmeni de alkışlayanı da kendisidir. Başkasından beklediği nesnelliği kendi şiirine gösterebilmelidir. 
Şiir, yaratıcısına ayrı bir sorumluluk yükleyecektir. İyi şiirle kötü insan yan yana eğreti Şuracağından, şair her türlü aidiyetten azade, dünyaya, insana ve bugüne, daha yukardan, gelecekten ve de vicdanının gözünden yansız bakabilmelidir. Ama hangi inançtan, etnisiteden olursa olsun; barış, özgürlük, eşitlik, kardeşlik gibi evrensel değerlerden yana duruşla... Bir de son söz olarak, şiiri rüşdünü ispat etmemiş, kulağını merakla zamanın ağzına dayamış bir fakir şair olarak bendeniz, her soru sorulduğunda yanıtı, kendi şiirimden azade, salt sıradan bir okur olarak ve de her bir konunun uzmanlarından da çekingenlikle verdiğimi belirtmeliyim.
‘Düş Değil’ ile ördü kozasını
Şair Ömer Faruk Hatipoğlu aslen Gölyazı kasabasındandır, ancak 1958 yılında Konya/Cihanbeyli’de doğdu. Halen orada yaşamakta. 1980 yılından bu yana Cihanbeyli’de ticaretle uğraşıyor!.. Bir kasabada yaşamanın getirdiği yazınsal yalnızlıktan dolayı şiir dünyasına ulaşmakta bir hayli gecikti. İlk kitabı ‘Düş Değil’, Memleket Yayınları’ndan çıkıncaya dek yazın dünyasından uzakta kozasını ördü.
Şiirleri Çalı, Evrensel Kültür, İnsan, Kıyı, Papirüs, Pencere, Şiir-lik, Yaklaşım, Yazın gibi sanat ve edebiyat dergilerinde yayımlanan Hatipoğlu’nun ‘Düş Değil’, ‘İnce’, ‘Sevdim Çocuk Yanımla’, ‘Ateşi Utandıran Yangın’ şiir kitapları yayımlandı.

BEDRİ ADANIR YENİ ÖZGÜR POLİTİKA

0 Yorum: